Hariri'den Levant Dörtlüsü'ne 1 milyon dolar

Türkiye, bölgesindeki etkinliği arttırmak amacıyla son dönemde Ortadoğu bölgesinde işbirliğine yönelik bir adım atmıştı. Türkiye, Suriye, Lübnan ve Ürdün'e çağrı yaparak, Doğu Akdeniz ülkeleri olarak "Levant Doğu Akdeniz Dörtlüsü Projesi"ni ortaya koyarak, bu ülkeleri ekonomik işbirliğine davet etti. Asean, Mercosur, Nafta, Efta ve Comesa benzeri bu modelle, ileriki dönemde Irak ve Katar gibi diğer bölge ülkeleriyle de ekonomi bir bağ kurarak, ticareti serbestleştirmeyi amaçlıyor.
Malların ve kişilerin bu dört ülke arasında serbest dolaşımını sağlayacak olan Levant Birliği'nin temeli 11 Haziran 2010'da İstanbul'da yapılan bir toplantıyla atılmıştı. Önceki gün yapılan DEİK (Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu) Genel Kurulu'nda gerek DEİK İcra Kurulu Başkanı Rona Yırcalı ve TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu ve gerekse Devlet Bakanı Ali Babacan, konuşmalarında Levant Dörtlüsü'nden bahsetti. Anlaşılıyor ki, hem iş dünyası hem de hükümet bu işe büyük önem veriyor. Levant Dörtlüsü, dört ülke arasında ekonomik konularda ortak bir işbirliği platformu olarak hizmet vermek üzere kişilerin de serbest dolaşımını öngören bir çerçevede hayata geçiriliyor. Başbakan Erdoğan’ın "Schengen benzerini biz de yapalım" sözünden hareketle DEİK'in mimarlığını yaptığı Levant Birliği’nde 14 başlık altında 75 proje siyasi, ekonomik ve kültürel olmak üzere üç ana gruba ayrılmış ve her bölüm için de entegrasyon liderlerliği yapması için çeşitli isimlere teklif götürülmüştü.

Hariri'den teklif: Beyrut merkez olsun
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de destek verdiği projede bahsi geçen ülkelerde çok sevilen bir isim olması nedeniyle kültür elçiliği için Türkan Şoray'a teklif götürülmüştü. Bunun gibi spor ve eğitim alanlarında da birer elçi belirlenecek ve entegrasyon süreci bu isimlerle yürütülecek. Girişimin Türkiye ayağını yürüten DEİK ve TOBB'un 14 başlıkta belirlediği 75 proje arasında, Mersin-Basra demiryolu ve otoyolu, Hicaz demiryolu ıslahı, Mersin-Suriye ve Mersin-Beyrut feribot seferleri, Mersin ve Antep’ten Şam, Beyrut ve Amman’a uçak seferleri, ortak sanayi bölgeleri kurulması, bankaların karşılıklı şube açmasını kolaylaştırmak, Ortak Levant Bankası, bölge şirketlerinin İMKB’de kote edilmesi, Doğu Akdeniz Tahkim Merkezi, ileri tarım teknikleri konusunda know-how transferi, ortak petrol arama-çıkarma faaliyetleri, ülkelerarası mal ve hizmet hareketlerinin önündeki tarife dışı engellerin belirlenmesi ve kaldırılması, ülkeler arası gümrük kapıları modernizasyonu ve bekleme sürelerinin asgariye indirilmesi gibi pek çok konu var. Bunların yanı sıra TÜBİAK'ın diğer ülkelerdeki ilgili kurumlarla biraraya gelmesi, film festivalleri düzenlenmesi ve Levant Kupası gibi spor karşılaşması düzenlenmesi de düşünülüyor. Bu projeler, diğer ülke liderlerine sunulmuş. Levant Dörtlüsü'nün 2011'deki ilk toplantısı şubatta Şam'da, martta ise Amman'da yapılacak. Dörtlü için ilginç bir teklif de Lübnan Başbakanı Saad Hariri'den gelmiş. Levant Dörtlüsü'nün merkezinin Beyrut olarak belirlenmesi halinde, bu işbirliği için 1 milyon doları vereceği sözünü vermiş.

Proje, ticarete de ivme kazandırır
Türkiye, Ürdün, Suriye ve Lübnan'ın toplam GSYH'sı 708 milyar dolar, 2015'te bu dört ülkenin toplam ekonomik büyüklüğü 1.5 trilyon dolara ulaşacak. TÜİK verilerine göre, bu dört ülke arasındaki ticaret Türkiye lehine. Türkiye, 2009'da Suriye'ye 1 milyar 424 milyon 611 bin dolar ihracat yaparken, Suriye'den 327 milyon 681 bin dolar ithalat yapmış. Lübnan ile arasındaki ticaret hacmi ise 2009'da 795 milyon 254 bin dolar olmuş. Türkiye, Lübnan'a 686 milyon 454 bin dolarlık ihracat yaparken, 108 milyon 800 bin dolarlık ithalat yapmış. Türkiye, 2009'da Ürdün'e 455 milyon 928 bin dolar ihracat yaparken, ithalatı ise 20 milyon 354 bin dolarda kalmış. İkili ticaret rakamları düşük seviyelerde, ancak karşılıklı istek ve işbirliği sayesinde önemli rakamlara ulaşması zor değil. Türkiye'nin sancılı da olsa dönüşürken ve değişirken, çevresindeki ülkeleri de dönüştürüyor olması takdire değer.

'Tamamen duygusal' ilişkileri düzenleyen yönetmeliğe ne oldu?

Dünyanın gelişmiş ülkeleri ilaç firmaları ile doktorlar arasındaki ilişkileri yeniden düzenlemek yönünde son zamanlarda yoğun çaba harcıyor. İlaç sanayi ile doktorlar arasındaki çalışma kuralları yeniden tanımlanırken, doktorların herhangi bir ilacı reçeteye yazması, tavsiye etmesi veya almaya yönlendirmesi kesin kurallara bağlanıyor. Amaç, doktorlara hediye verilmesini, yemek ve seyahat harcamalarının karşılanmasını sona erdirmek, şeffaflık getirmek ve ilaç sektörünün doktorların ilaç seçme kararını etkilememesini sağlamak.

Yasaklama yetmez takip de gerekli
Bunun en son örneğini geçen hafta ABD’den gelen haberlerde gördük. ABD, şu sıralarda tanıtım adı altında ilaç firmalarından para alan doktorları sıkı takibe almış durumda. Amerika İlaç Araştırma ve Üreticileri Derneği’nin (The Pharmaceutical Research and Manufacturers of America) yeni tüzüğüne göre, ilaç firmalarının doktor ve sağlık kuruluşu çalışanlarına firma ismi yazılı kalem, defter, saat, çakmak, anahtarlık gibi eğitim amaçlı olmayan promosyon ürünlerinin verilmesini yasakladı. Şeffaflık adına ABD’li Cleveland, bünyesinde çalışan 1800 kişinin ilaç firmalarıyla olan finansal ilişkilerini internet sitesinde sürekli olarak açıklayacağını duyurdu. Stanford Üniversitesi ilaç temsilcilerini 2006'da binalarına sokmama kararı almış. Ayrıca, aynı üniversite doktorlarının ilaç firmaları için ücretli tanıtıcı sunum ve konferans vermeleri de yasak. Ancak, yasaklamaların ötesinde iyi bir takip mekanizması da kurmak gerekiyor. Zira üniversitelerin doktorları izleme noktasında eksik kaldığı, bu kuralları çiğneyen yüzlerce doktor olduğu ve 100 binlerce dolar kazanç sağladığı biliniyor.

İngiltere'de de kısıtlama var
ABD’nin bu kararının yanı sıra İngiliz İlaç Endüstrisi Birliği (Association of the British Pharmaceutical Industry) de, ilaç firmaları ve doktorların ilişkilerini düzenleyen yasada çeşitli düzenlemelere gitti. İlaç firmalarına doktorlara konuşma, danışmanlık ve kongre sponsorlukları için yaptıkları tüm harcamaların miktarını ve sayısını açıklama mecburiyeti getirdi. İlk zorunlu açıklama 2013’te 2012’de yapılan ödemeleri ortaya koyacak. Getirilen diğer kısıtlamalar arasında ilaç firmalarının doktorlara verdiği kupa, kalem, not defteri gibi ürünlerle ilgili. Sadece pahalı olmayan ve resmi hasta destek programlarında kullanılan ürünlere izin veriliyor. Ayrıca, ürünlerin üzerinde sadece üretici firmanın ismi yer alacak, ilaç adı bulunmayacak.
İspanya'da ise Halk Sağlığını Koruma Dernekleri Federasyonu adlı kuruluş öncülüğünde ilaç firmalarının promosyonlarına karşı No Gracias (Hayır Teşekkürler) isimli bir platform oluşturulmuş. Avustralya’da ilaç firmalarının direkt sponsorluğu sona erdirilmeye çalışılırken, ilaç firmalarının binlerce genel pratisyenlik eğitimine sponsor olduğu iddia ediliyor. Hatta İngiltere’deki doktor eğitimlerinin yaklaşık yarısının ilaç firmaları tarafından desteklendiği de iddialar arasında. 


Yönetmelik unutturulmaya mı çalışılıyor?

Peki, bu konuda Türkiye'de neler oluyor, Türkiye neler yapıyor? Türk Tabipleri Birliği, Sağlık Bakanlığı ve Araştırmacı İlaç Firmaları Derneği'nin doktorlara pahalı hediye verilmesini yasaklayan birtakım etik ilkeleri var ama bunlara uyulduğu söylenemez. Birçok ülkede tıp kurumları ve doktorlar çeşitli girişimlerde bulunurken, bizde bu konuda ne doktorlardan ne ilaç endüstrisinden ses çıkmıyor. Anlaşılan durumdan herkes memnun ve alan razı satan razı durumu söz konusu.
Mayıs 2009'da beşeri ilaçların tanıtım faaliyetleri hakkında bir yönetmelik hazırlandı. Rivayet o ki, tanıtımın ilke ve esaslarını epey kapsamlı şekilde anlatan bu yönetmeliğin kabul edilerek yürürlüğü girmesi birtakım lobiler tarafından engellendi. Avrupa Birliği'nin beşeri ilaçlarla ilgili mevzuatına uyum sağlaması amacıyla hazırlanan yönetmelikte, maddeler aslında çok açık dile getirilmiş. Örneğin, bilimsel ve eğitsel faaliyetler başlığı altında, "İlaç şirketleri hekimlere verecekleri kongre desteğini sadece kongre kayıt ücreti, ulaşım masrafı ve konaklama ücretiyle sınırlı tutmalı ve bu destekler turistik seyahat haline getirilmemeli. Bu destekler ve kongreye katılacak hekimler kurum amirleri tarafından adil olarak belirlenmelidir. Hekimlerle ilaç şirketleri arasında hekimin reçete yazım tarafsızlığını değiştirme potansiyeline sahip hiçbir direk ilişki kurulmamalıdır" deniyor.
O dönemde Sağlık Bakanlığı ile Başbakanlık Etik Kurulu arasında konunun çerçevesinin belirlenmesi amacıyal birtakım yazışmalar yapılmış. Ancak, şu anda kimse yönetmeliğin akıbetinin ne olduğunu bilmiyor. Dolayısıyla yönetmeliğin sümen altı edilerek rafa kaldırılmış olması, bir manada unutturulmaya çalışılmış olması muhtemel. Hazır gelişmiş ülkeler bu konuda yeni ve önemli adımlar atıyorken, biz de ilgili kurumlara sorsak sahi ne oldu o yönetmelik?

Yalçıntaş’a İTO’dan “ciao bella”lı karşılama

Rüşvet suçlaması nedeniyle 40 gün cezaevinde kalan İTO (İstanbul Ticaret Odası) Başkanı Murat Yalçıntaş, tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmasının ardından ilk kez İTO Meclis Toplantısı’na katıldı. Yalçıntaş onuruna düzenlenen yemekte, Yalçıntaş’ın İTO Başkanı olarak yaptığı icraatları anlatan bir slayt gösterisi, faşizm karşıtlarının, sosyalist ve devrimci grupların marşı ciao bella eşliğinde gösterildi. İTO Başkanı Yalçıntaş, “Sizlerden 40 günlük bir ayrılık yaşadım. Vaki olanda mutlaka bir hayır vardır. Türk iş camiası olarak, İstanbul iş camiası olarak çok düzgün bir sınav verdiğimize inanıyorum. Adalet de en kısa zamanda tecelli edecektir” diyerek, bu süreçte verdikleri destek için Meclis üyelerine teşekkür etti. İTO Meclis Başkanı İbrahim Çağlar ise, Namık Kemal’in Hürriyet Kasidesi’nden alıntı yaparak, “Yere düşmekle cevher sakıt olmaz, kadri kıymetten düşmez” dedi. Çağlar, Yalçıntaş’ın Sincan Cezaevi’nde geçirdiği günleri Hz Yusuf’un haksız yere tutsak edilmesine benzeterek, “Son bir kaç ayımızı malum biraz sıkıntılı geçirdik. Başkanımız Murat Yalçıntaş ve Meclis Üyesi Ali Kopuz bir süre bizden ayrı kaldı. Sebebi biliyorsunuz. Yusufiye Medresesi’nde biraz istirahat ettiler” şeklinde ifade etti. Çağlar, İTO Meclis Başkanlık Divanı ile birlikte Murat Yalçıntaş ile Ali Kopuz'a çiçek armağan ederken, Meclis toplantılarıyla ilgili yeni bir karar aldı. Meclis gündemini bundan sonra basılı göndermeyeceklerini belirten Çağlar, “Yönetim Kurulu küçük bilgisayarlar hazırladı. Daha rahat çalışalım diye Meclis üyelerine bilgisayar hediye edilecek” dedi.

Hayalleri gerçekleştirmede İTO’nun rolü
Yalçıntaş, konuşmasında eskisi gibi siyasi tartışmaların ekonomiyi rahat bir şekilde etkilemediğini gördüklerini, tüm dünyayı ciddi anlamda vuran ekonomik krizin Türkiye'de de etki bıraktığını ama diğer ülkeler kadar değil, daha az etki bıraktığını konuştuklarını söyleyen Yalçıntaş, şunları kaydetti: “Eğer bugün bunların hepsini konuşabiliyorsak, geleceğe bu kadar umutlu bir şekilde bakabiliyorsak, bunun sebebi Türk işadamının son 10 yılda yakaladığı başarıdır. Bu başarının arkasında da bizler varız. 2023’te Türkiye bundan 10 yıl, 15-20 yıl önce hayal bile edemediği bir noktada olacak. Çünkü, biz doğru yoldayız. Biz yanlış bir şey yapmıyoruz. Biz kendi insanımıza güveniyoruz, kendi emek gücümüze güveniyoruz. Ve inşallah Türkiye olarak yarınlar bugünlerden çok daha güzel olacak. En fazla 10-15 yıl sonra Türkiye bölgesinde kendi uçağını, otomobilini yapan, ihracatta yüksek katma değerli ürünler satan, kendi yazılımını ihraç eden ve dünyanın en büyük 100 şirketi içine 20 tane şirketini sokmuş bir Türkiye görüyorum. Bu hayalin gerçekleşmesinde İTO'nun önemli bir rolü olacak. Türkiye'yi geleceğe taşıyacak olan İstanbullu işadamlarıdır, İstanbullu tüccarlardır.”

Fuarlara ayrılan pay yüzde 43 artacak
2011'de etüt, araştırma, seminer ve panellere ayırdıkları bütçeyi yüzde 23 yayın ve araştırmaya ayırdıkları payı yüzde 47 arttıracaklarını söyleyen Yalçıntaş, ihracatçılar için hem İstanbul Dünya Ticaret Merkezi'nde hem de Sabiha Gökçen Havalimanı'nda dış ticaret hizmet birimleri açtıklarını bu bağlamda verdikleri dış ticaret belgelerinin yüzde 87 arttığını dile getirdi. 2010’da organize ettikleri fuarlar açısından son derece başarılı bir yıl geçirdiklerini belirten Yalçıntaş, “2010'da Brezilya, Kosova ve Suriye'de düzenlediğimiz ihraç ürünleri sergileri de dahil, 20 adet fuara 611 firmayla katıldık. 2011’de fuarlara harcadığımız bütçe rakamını yüzde 42.5 arttırdık” dedi. 2011’de İTO Almanya'daki CeBIT Bilişim Fuarı'na da partner ülke olarak katılacak.

Bir hayalimi paylaşmak istiyorum
Toplantıda eğitimle ilgili bir hayalini de paylaşan Yalçıntaş, o hayalini şöyle anlattı: “Belki yönetimdeki arkadaşlar biraz kırılacaklar çünkü daha onlarla paylaşmadım. Türk işadamları olarak yurtdışında ticaret yapıyoruz, mal satıyoruz, mal alıyoruz. Ama oralara gittiğiniz zaman hakikaten mesleğini bilen, meslek erbabı, bizimle çalışabilecek işgücü anlamında ciddi eksikliğimiz var. Belki devlet mekanizmalarıyla beraber, onlarla işbirliği yaparak, Orta Asya, Türk Cumhuriyetleri, Balkanlar ve Afrika coğrafyasından gençleri alsak Türkiye'ye getirsek, onlara önce bir miktar Türkçe öğretsek, meslek eğitimi versek ve bu çocukları Türkiye'den kendi ülkelerine geri gönderdiğimizde bu çocuklar Türkiye'yi tanıyor olur, İşadamları o ülkelere iş yapmak için gittiğinde mesleği olan, Türkiye'yi seven insanlarla çalışma imkanı bulur.”

Rum Kesimi'nden Corendon'a yoğun markaj

Geçen hafta IATA (International Air Transport Association-Uluslararası Hava Taşımacılığı Birliği) Başkanı Giovanni Bisignani, Avrupalı havayolu şirketlerinin çok kötü bir performans ortaya koyduğunu söyleyerek, üçüncü çeyrekteki çabalar sayesinde net zarardan kara dönebildiklerine dikkat çekmişti. Küresel kriz, yavaş ekonomik büyüme, artan vergiler, hükümetlerin aldığı kemer sıkma tedbirleri Avrupa çapında havayolu şirketlerini baskı altında tutmaya devam edecek gibi görünüyor. Buna son zamanlarda Avrupa'da hüküm süren olumsuz kış şartları da eklendi, son bir hafta yüzlerde uçuş iptal edildi. Ancak, Avrupa genelindeki tüm bu olumsuzluklardan etkilenmeyenler de var. Corendon Havayolları, 2011'de Corendon Dutch Airlines adıyla iknici bir havayolu şirketi kurmaya hazırlanıyor.


Türkiye yolcu taşımada pazar lideri
Geçen haftasonu son 15 yılın en yoğun kışını yaşayan ve yoğun kar altındaki Amsterdam'daki merkezlerini ziyaret ettiğimiz Corendon, 10 yıl önce Atilay Uslu ve Yıldıray Karaer tarafından kurulmuş. Corendon, tur operatörlüğü, havayolu, incoming ve otel işletmeciliği operasyonlarının hepsini birlikte yürütüyor. Hollanda'dan Türkiye'ye en çok turist getiren şirket olan Corendon, Hollanda'da tanıtıma 15 milyon avro, Belçika'da ise 3 milyon avro harcıyor. Yaklaşık 17 milyon nüfusa sahip ülkenin havalimanlarında yılda nüfusun hemen hemen üç katı yani 45 milyonluk trafik var. Hollanda'dan Türkiye'ye en fazla yolcu taşıyan havayolu şirketi konumundaki Corendon, 2005'ten bu yana yüzde 25 olan pazar payını bu yıl yüzde 40'a çıkarmış. Genel olarak Hollanda pazarında ise TUI, Oat, Neckermann gibi uluslararası devlerden sonra 4'üncü sırada yer alıyor. Türkiye dışında İspanya, İtalya, Fas gib 10 farklı destinasyona da uçuş gerçekleştiriyor.

Corendon Dutch ile Gambiya'ya uçacakCorendon'un Türkiye'ye getirdiği turistin yüzde 20'si alternatif faaliyetler için Türkiye'ye geliyormuş. Mesela, bisiklet turları için 5000, golf turizmi için 6000 civarına turist getirmişler. Golf için gelecek yıl 10 bin kişi getirmeyi planlıyorlar.
Corendon'un ortaklarında Atilay Uslu, 2010 sonunda yedi uçakla 1 milyon yolcu taşımış olacaklarını belirterek, Corendon'un çak sayısını 2011'de dokuza çıkaracakların Corendon Dutch ile birlikte bu sayının 10'a ulaşacağını belirtiyor. 2012'de Corendon Dutch'ın iki uçakla 600 bin yolcu taşıam hedefi var. 2011'deki toplam ciro hedeflerinin 500 milyon dolar olduğunu söyleyen Uslu, şu anda yapılanma aşamasında olan yeni Corendon Dutch Airlines şirketiyle ilgili de şu bilgileri veriyor: “Yer hizmetleri, uçuş ekibi gibi yapılanmaları ocak şubat gibi tamamlayacağız. Türkiye bayraklı bir havayolu olarak Barcelona'ya uçabilmek için Amsterdam'dan önce İstanbul'a gidip daha sonra Barcelona'ya uçuyorduk. Şimdi yeni şirketle birlikte direkt uçuşlara başlayarak, dünyaya açılıyoruz. Corendon Dutch ile İtalya, Mısır, Makedonya, Yunanistan, Bulgaristan, Fas ve Gambiya'ya uçacağız. Özellikle Hollanda'nın eski sömürgesi Gambiya, 50 yaş üstü Hollandalılar tarafından çok tercih ediliyor. Daha sonrasında Uzakdoğu ve ABD'ye de paket tur satılması da niyetler arasında.”


Kıbrıs için internet sitesi hazırTüm bunlara rağmen, Corendon kısa sürede 7000 yolcu taşımış, Kıbrıs uçaklarındaki doluluk oranı ise yüzde 94. 2011'deki hedef ise Kıbrıs'a 10 bin yolcu taşımak. Şu anda hafta bir kez Holanda'dan, bir kez de Belçika'dan sefer yapılıyor, 2011'de Hollanda'dan yapılan sefer sayısı haftada ikiye çıkarılacak. Öte yandan, 2011 başlarında Rumları kızdıracak bir diğer gelişme de, www.cyprus.nl sitesinden Kuzey Kıbrıs'ın pazarlanması olacak. Çünkü, sayfa açılınca sadece Kuzey Kıbrıs'a ait tanıtım sayfaları görülecek. Bu arada, Corendon Amsterdam'dan Kuzey Kıbrıs'taki Ercan Havaalanı'na uçan tek havayolu şirketi. Rum Kesimi, uçuşa izin vermeyince onlar da Kuzey Kıbrıs'a uçma kararı almış. Uslu, bu uçuşlarla ilgili ilginç anekdotlar paylaştı. Mayıs ayında Kıbrıs uçuşlarını başlatmalarıyla birlikte Rum Kesimi'nden politik reaksiyonlar gelmiş. Rum Kesimi, Hollanda'da lobisini yaptıkları çalışmaları engellemek için bazı girişimlerde bulunmuş. Corendon, medyayı da kullanarak yoğun bir bilgilendirme ve tanıtım çalışması yapmış. Kuzey Kıbrıs izolasyon altında bir bölge olduğu için Amsterdam'dan kalkan uçak önce İstanbul'a iniyor, burada 14 dakikalık bir bekleme süresinin ardından havalanıp Ercan'a iniyor. Uslu, “Rum Kesimi, bu iniş kalkışları dikkatle izliyor, en ufak bir hatada tepemize inmek ve bizi mahkemeye vermek istiyorlar” diyor.

Yunanistan’a ya IMF reçetesi ya da yeşil ekonomi

Yunan milli istatistik kurumunun rakamlar üzerinde kalem oynatarak Avrupa istatistik kurumu Eurostat’ı yanılttığının ortaya çıkıp Yunan ekonomisinin geri dönülmez bir krize saplanmasının üzerinden tam bir yıl geçti. Geçen hafta hükümetin ekonomide aldığı tedbir politikaları yedinci kez genel grevle protesto edildi. Hükümet, IMF ve Avrupa Birliği’nin Yunan ekonomisini kurtarmak için sağladığı kredinin devamının gelebilmesi için kamu harcamalarında kesintiye gitmenin şart olduğunu vurguluyor. Bu durumu sendikalar kabullenmekte zorlanıyor ve buna isyan ediyor. Ancak, bundan kaçış yok zira IMF ve AB, son kredi dilimini kemer sıkma önlemlerinden oluşan reform paketinin parlamentodan geçirilmesi kaydıyla vermişti. Aldığı 143 milyar dolarlık krediye rağmen Yunanistan için ufukta ekonomik açıdan pek parlak bir gelecek yok. Yunanistan’ın bu verimsiz ve sorunlu ekonomisiyle Avro Bölgesi’nde kalıp kalmayacağı tartışıladursun, Yunan halkının kabul etmesi gereken gerçekler var. Onların başında da artık daha çok üreterek daha az harcamaları şartı geliyor.
 
Yeşil ekonomi krize çare olabilir mi?
İşte bu noktada Yunanistan’ın geleceğinin ya IMF’nin dayattığı politikalarda ya da yeşil ekonomiyi tercih etmekte olduğunu söyleyen biri var. Son bir yıldır krizle yatıp krizle kalkan Yunanistan’ın Avrupa Parlamentosu Milletvekili Michalis Tremopoulos, krizi bahane eden Yunan hükümetinin IMF baskısıyla demiryolu yapımını durdurduğunu, ancak Avrupa’nın otoyol yoğunluğu en yüksek ülkesi olmasına rağmen otoyol inşaatlarının devam ettiğini dile getirirken, AB ve IMF’nin ülkeye dayattığı politikaların ekolojik yıkımı daha da arttırdığını, tek anlamlı çözümün yeşil ekonomi politikalarını hayata geçirmek olduğunu vurguluyor.
Geçen hafta Makedonya’da Balkan ülkelerini kapsayan Yeşil Yeni Düzen konferansında görüşlerini dile getiren Tremopoulos, dün de İstanbul’da yapılan dokuzuncu Yeşil Diyalog toplantısına katıldı. Sıkı bir yeşilci olan ve Selanik’te yaşayan Tremopoulos, yerel ve bölgesel yönetimlerde de görev almış biri. Tüketiciyi koruma gruplarını seferber ederek çevre sorunlarını gündeme getiriyor. Makedonya’daki toplantıların ana temasını yeni yeşil düzen politikalar içinde enerji, tarım ve turizm oluşturdu. Türkiye’den katılımın da olduğu Balkan ekonomileri uyguladıkları politikaların ne derece sürdürülebilir olduğuna dair yaptıkları çalışmaların sonuçlarını paylaştı. Farklı siyasi oluşumlardan gelen, farklı ülkelerden oluşan bir bölge için ortak politikalar belirlemek zor olsa da, toplantıların sonuç bildirgesinde dişe dokunur kararlar alınabildi. Örneğin, bunların arasında bölgede şu sıralar yeniden gündeme gelen nükleer enerji yatırımlarına karşı ortak hareket etme yer alıyor. Alınan kararlarda öne çıkan bir diğer nokta ise hükümetlerin krize çare olarak uygulamaya koydukları politikaların yetersizliği oldu.


Tarım nüfusunu canlandırma
Sürdürülebilir ve istihdam yaratacak bir yeşil ekonomi yatırımı için Tremopoulos’un önerileri şöyle: Organik tarım, ekoturizm güçlendirilmeli, küçük ve yerel üreticiler desteklenmeli. Yeşil ekonomilere yatırım yapacak yatırımcılara bankaların düşük faizli kredi vermesi de önerilerden biri. Yunanistan’da tarım kesimi toplam işgücünün yüzde 12’sini oluşturuyor. Tarımla ilgili olarak Yunanistan, AB fonlarından en fazla yararlanmış olan ülkelerden biri. İşte bu noktada, Yunanistan ya IMF, AB ve dolaylı olarak Almanya’nın esiri olacak ya da hem Avrupa’nın hem de özel sermaye yatırımcıları çekerek yeni bir ekonomi düzenine geçecek. Ancak, Tremopoulos’a göre Yunanistan hükümeti tam tersi yönde faaliyetler içinde. Vergiler çok yüksek, hâlâ yeşil ekonomi ile ilgili yeterince sivil toplum örgütü yok, çevre standartları hâlâ çok düşük. Bu açıdan bakıldığında yeşil ekonomiyi geliştirmek için radikal kararlar alınmalı, bu alana yönelik ürün ve hizmet yönetimi yapılmalı. Yunanistan’da hükümet, bu önerileri dikkate alır ve bu yönde adımlar atarsa belki de krizi yeşil ekonomi ile aşan ilk ülke olarak tarihe geçebilir.

‘Ya Dünya Ana ölecek ya da kapitalizm’

İngiltere’nin Enerji ve İklimden Sorumlu Devlet Bakanı Chris Huhne, “Bıçak sırtı bir durumdayız, iyi bir sonuç da çıkabilir, araba kazası da olabilir” diyor Cancun’daki iklim zirvesiyle ilgili olarak. Bolivya’nın solcu Devlet Başkanı Evo Morales ise, “Dünya Ana” olarak adlandırılan Dünya’yı korumak için gelişmiş ülkelerin seragazı salımlarını ciddi oranda azaltmaları gerektiğini söylüyor. Morales, “Artık yılda 300 bin insan kuraklık, sel baskını, çölleşme, fırtına ve yükselen deniz suyu seviyesi dolayısıyla ölüyor” derken bu ölümleri kapitalizmin sebep olduğu soykırım olarak niteliyor: “Ya Dünya Ana ölecek ya da kapitalizm.” Bolivya, başka ülkelerin taleplerinden daha radikal bir talepte bulunuyor ve gelişmiş ülkelerin seragazı salımı seviyelerinin 2017’de 1990’lardaki seviyelere çekilmesini istiyor. İklim değişikliğinin kapitalizmin yarattığı krizlerden biri olduğunu söyleyen Morales, kapitalizme karşı çıkılmadıkça hiçbir küresel sorunun çözülemeyeceğini belirtiyor. Morales, haksız sayılmaz...

Çevre ve WikiLeaks
Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin iklim değişikliği konusunda sorumluluk alma noktasında elini taşını altına koyması amacıyla Cancun’da iki haftadır süren Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 16. Taraflar Konferansı, WikiLeaks bombardımanıyla aynı tarihe denk gelmesi açısından gerek dünya medyasında gerekse Türkiye gündeminde yeterince yer bulamadı. Ancak, WikiLeaks belgelerinde çevre ve küresel iklim meselelerine ilişkin azımsanmayacak gizler de ortaya çıktı. Örneğin, geçen yıl Kopenhag’da yapılan Küresel Isınma Zirvesi’nde final bildirisine destek için ABD’nin bazı ülkelere maddi yardım teklif ederken bazılarını da tehdit etmiş olması gibi. Ya da iklim değişikliğiyle ilgili yapılan binlerce yazışma ve belgenin şu anki teorilere uymayan bilgilerin gizli tutulduğunu göstermesi gibi.

Umutlar yine başka bahara kaldı
Cancun’daki zirvenin amacı, 2012’de sona erecek Kyoto Protokolü’nün yerini alacak bağlayıcı bir anlaşma için uzlaşma sağlanmasıydı. Ancak, yine ülkeler topu birbirine atarak sorumluluk almaktan kaçıyor. Geçen yıl Kopenhag’da uzlaşma konusunda başarı sağlanamamıştı, ancak Cancun’dan da emisyonların sınırlandırılmasına yönelik kapsamlı ve bağlayıcı bir anlaşma çıkmadı. Meksika’daki zirve kilit konularda uzlaşma ümidiyle açıldı, ancak çeşitli bloklar arasındaki derin görüş ayrılıkları yine gözden kaçmadı. 194 ülkeden delegenin yer aldığı zirvede, küresel sıcaklık artışının 2 derecenin altında tutulabilmesi için küresel karbon emisyonlarının 2050 itibariyle yarıya indirilmesi tavsiyesi temel alınmıştı. Kopenhag’da, gelişmekte olan ülkelere 2012’ye kadar 30 milyar dolar yardım ve 2020’ye kadar yıllık 100 milyar dolarlık bir fon oluşturulması sözü verilmişti, bunlar Cancun’da tekrar gündeme getirilerek final metnine sokuldu. Bu bazı ajanslardan uzlaşma haberi olarak geçildi. Buna uzlaşma değil, Kopenhag’dan bir adım öteye ayak sürüme denebilir ancak.
Özellikle gelişmekte olan ekonomiler iklim zirvelerinde hep aynı teraneyi çalıyor, bir nevi kirletme hakkını savunuyor. Kalkınıyor olmayı bir özür olarak kullanıyorlar. Tabii, dünyayı en çok kirleten ABD, Çin, Hindistan gibi ülkelerle kıyaslandığında bu ülkelerin atmosfere bıraktığı karbon miktarı çok düşük oranlarda. Ancak, gelişmekte olan ülkelerin bu inatçı tavırları gelişmiş ülkeler için önemli bir koz haline geliyor. Dolayısıyla iklim mücadelesi böylesi bir kısır döngüye kurban oluyor. Beklentiler 2011 sonunda Güney Afrika’da yapılacak zirveye bırakılıyor.

Türkiye iklim müzakerelerinin neresinde
İklim müzakerelerinde Türkiye nerede duruyor diye baktığımızda, Türkiye’nin bu konularda esamisinin bile okunmadığını görüyoruz. Türkiye, bu tartışmalarda aktif olarak yer almıyor, 2005’te yürürlüğe giren Kyoto Protokolü’ne Şubat 2009’da imza atarak anlaşmaya taraf olan en son ülkeler sıralamasında başa güreşmişti. 2012’de sona erecek Kyoto Protokolü yerine geçecek anlaşmanın tartışıldığı Kopenhag’daki müzakerelerde Türkiye’den belirli bir ekonomik refah seviyesine erişmeden seragazı emisyonlarını azaltmasının beklenmemesi ve emisyon artış hızında azaltım stratejisi izlenmişti. Aralık 2009’dan bu yana Kopenhag Mutabakatı’na katılan 140 ülke içinde de Türkiye yer almadı.

Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi’nin yaptığı çalışma, iklim değişikliğiyle mücadelede Türkiye’nin kaçak güreştiğini ortaya koyuyor. Türkiye’nin iklim değişikliğiyle ilgili ulusal vizyonu, “iklim değişikliği politikalarını, kalkınma politikalarıyla entegre etmiş, temiz ve yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımını arttırmış iklim değişikliğiyle mücadeleye ‘özel şartları’ çerçevesinde aktif katılım sağlayan ve yüksek yaşam kalitesiyle refahı vatandaşlarına düşük karbon yoğunluğuyla sunabilen bir ülke olmak” olarak özetleniyor. Hedefe özel şartlar şerhini koyan Türkiye’nin perspektifleriyle mevcut politikaları da uyumsuz. Türkiye, yenilenebilir enerjideki sahip olduğu büyük potansiyele rağmen gerekli adımları atmıyor.

2008’de enerji talebinin yüzde 92’si fosil yakıtlardan (yüzde 32 doğalgaz, yüzde 30 petrol, yüzde 30 kömür) oluştu. Rüzgârda 48 bin MW olan teknik potansiyelin sadece 1000 MW’ı kullanılıyor. Güneşin payı yüzde 1,5. Yenilenebilir Enerji Kaynakları Teşvik Kanunu ise henüz Meclis’ten geçmedi. Türkiye’de yapım ya da planlama aşamasında olan dünyadaki karbondioksitin en büyük sorumlusu ve en kirli fosil yakıt olan kömürle çalışacak 47 yeni kömürlü termik santral var. Uluslararası müzakerelerde bağlayıcı kararlar çıkmadığı sürece Türkiye özel koşullarını bahane ederek iklim değişikliğine karşı etkin bir mücadele vermekten kaçınacak gibi görünüyor. Fosil yakıtlara dayalı bir enerji sistemi ve doğal kaynakların özensiz kullanımına dayalı bir model gelecekte iklim değişikliğine uyumun maliyetini de yükseltecek.
Ne diyordu özgürlük mücadelesi veren Şilililer: El pueblo unido, jamas sera vencido –Birleşmiş halklar asla yenilmeyecek. Sosyalist akım, bu şarkıyı kapitalizm altında ezilenlerin simgesi olarak görmüştü. Şimdi, Bolivya’dan Toprak Ana’nın haklarını koruyacak yeni bir sosyalizm çağrısı yapılıyor. Allah herkese Bolivya’daki gibi iklim mücadelesine sağduyulu siyasetçiler versin.

Türkiye’de silahlı ordular var

“İnsanların kullanabileceği, çiftçilerin işlerinde yararlanabileceği bir makine keşfetmiş olmayı tercih ederdim, bu bir çim biçme makinesi bile olabilirdi.” Bu sözler dünyanın en popüler öldürme makinelerinden birinin mucidi Mihail Kalaşnikov’a ait, ancak pişmanlık için çok geç. Ülkelerin silah depolarında bu silahlardan artık milyonlarca var. Hükümet, toplumda giderek artan şiddeti, bireysel silahlanmayı zorlaştırarak azaltacağı yerde cinneti körükleyecek girişimlerde bulunuyor.
Bölgesinde dayanışmanın, barışın ve komşularla sıfır sorun politikasının mimarı hükümete birden bire ne oldu? Silah taşıma kriterlerini yeniden düzenlemeyi hedefleyen Bireysel Silahlanma Yasa Tasarısı, TBMM’deki alt komisyonun üçüncü kez toplanması talebiyle tekrar gündeme geldi. Ancak, gerek kamuoyundan gerek TBMM’den gelen tepkiler üzerine hükümet geri adım attı. Demokratikleşme yasalarını nasıl seçimden sonraya bıraktıysa, içinden tepki çeken maddelerin ayıklanacağı sözüyle bireysel silahlanma yasasını da öteledi. Ancak, bu durum rakamların söylediği acı ve kanlı gerçeği değiştirmiyor. Türkiye’nin silah harcamalarına şöyle bir göz atarsak: SIPRI (Stokholm Barış Enstitüsü) rakamlarına göre, Türkiye 2008’de silahlanmaya 16 milyar dolar harcarken, 2009’da 19 milyar dolar harcamış. www.visionofhumanity.org’da yayınlanan Küresel Barış Endeksi’nde Türkiye, 149 ülke arasında 126’ncı. Afganistan, Irak, Sudan ve Somali gibi şiddetin en fazla yaşandığı ülkelerle aynı kategoride.

Silahlı her 10 cinayetten biri trafikte
Bireysel silahlanma şiddeti arttırıyor, korkuyu yükseltiyor, beraberinde ölümü getiriyor, tüm bunlar daha çok silahlanmaya yol açıyor. Bireysel silah kullananların çoğu erkekler, onların kurbanı da yine 14-44 yaş arası erkekler. Kabaca, her üç erkekten birinde ateşli silah var. Türkiye’de her yıl 4000, her gün sekiz kişi bireysel silahlar yüzünden ölüyor. Türkiye’de özellikle ruhsatsız bireysel silah sayısı ürkütücü. Umut Vakfı’nın rakamlarına göre, Türkiye’de 2,5 milyonu ruhsatlı olmak üzere sekiz milyon civarında ateşli silah var.

Silah ve psikolojik bozukluk
Cinayetlerin yüzde 60’ında ateşli silah kullanılıyor. Bu kadar değil, dahası var. Evde silah bulunması ev halkından birinin cinayet, intihar, kaza gibi nedenlerle ölme riskini yüzde 41 arttırıyor. Tartışma, kıskançlık, namus meselesi gibi olaylarda silah kullanımı yüzde 90. Trafikteki 13 milyon sürücünün yüzde 8’i ciddi düzeyde agresif sürücü. Ateşli silahların yüzde 80’i belde, torpidoda, yastık altında, çekmecede yani elinizi attığınızda bulabileceğiniz yerlerde duruyor. Silahla işlenen her 10 cinayetten biri trafikte gerçekleşiyor. Bakırköy Psikiyatri Polikliniği’ne silah ruhsatı için başvuran 800 kişinin, bir kişide birden fazla kişilik bozukluğu olmak üzere yüzde 50,8’i histriyonik yani her ortamda dikkatlerin kendi üstünde olmasını isteyenler, yüzde 42,6’sı obsesif-kompülsif, yüzde 31’i pasif-agresif ve yüzde 23’ü paranoyak. İçiniz karardı mı? Daha dünyadaki durumdan bahsetmedik. Uluslararası Hafif Silahlar Eylem Ağı (International Action Network on Small Arms) rakamlarına göre, dünyadaki silahların yüzde 75’i sivillerin elinde, yüzde 22’si ise hükümet ve silahlı kuvvetlerin. Dünyada her gün 1000 kişi silahlar yüzünden hayatını kaybederken, 3000 kişi yaralanıyor.

Avrupa 2007’de yasayı değiştirdi
Silah Üreticileri, Satıcıları ve Sevenleri Derneği’ne göre, bu yasa değişikliği AB uyum yasaları çerçevesinde değiştiriliyormuş. Kasım 2007’de Avrupa Parlamentosu ateşli silahlar yasasında değişikliklere gitti, bu doğru. Ancak, silah seven üretici ve tüccarların arkasına sığınmaya çalıştığı şekilde bir düzenleme değil bu. Avrupa sınırları içindeki silahlar, bu silahları satın alanlar ve kullananlarla ilgili tüm bilgiler merkezî bir veri bankasında en az 20 yıl kayıt altında tutuluyor. Avrupa ateşli silah satışı için en az 18 yaş şartı ararken, silahların yasadışı şekilde gençlerin eline geçmesini engellemeye çalışıyor. Silah sahipleri tüm Avrupa’da geçerli ortak bir ruhsata sahip olurken, bu ruhsatların beş yılda bir yenilenmesi gerekli. Sadece avcılık sporunun yaygın olduğu Finlandiya’nın isteğiyle, avcılar ve atıcılık sporuyla ilgilenen 18 yaşından küçükler silah satın alma yetkisine sahip olmasa da, kullanma hakkına sahip. En sert hükümler Almanya’da. Avcılıkla ilgilenen gençlerde en az 18, atıcılıkla ilgilenenlerde 21 yaş şartı aranıyor. Büyük kalibreli silah almak isteyenlerden silah kullanmaya mani fiziki ve psikolojik bir rahatsızlığı olmadığına dair rapor isteniyor.

Diğerlerinde durum nasıl?
Fransa’da ateşli silah bulundurma ruhsatı savunma amacıyla isteniyor. Son yıllarda silah ruhsatı çok az kişiye verilmiş. Ruhsat için talep edenin mesleği gereği güvenliğinin ciddi biçimde tehlikede olması gerekiyor. Başkalarının eline geçmemesi için evinde çelik kasa bulunması ve silahın sökülmüş vaziyette bulundurulması zorunlu. İngiltere’de bireysel silahlanma hakkı yok. Silah lisansına sahip olmak için müracaat etme hakkı var. Avcı ve atış kulüplerine üye olanların av tüfeği sahibi olma lisansları mevcut. Bu kişilerin de bir prosedürden geçmeleri gerekiyor. Belçika’da silah alımı için atış kulübüne üye olmak gerekli. Bunun için akıl sağlığının yerinde olması ve ateşli silah kullanmayı tehlikeli kılacak bir hastalığın olmaması şartları aranıyor. Sicil kaydı ve doktor raporu da şart. Yunanistan’da silah ruhsatı için psikiyatrdan rapor isteniyor.
Şimdi, silahlanmaya kaldığınız yerden devam edebilirsiniz...

Chiple SIM kartı birleştirip kredi kartı yarattılar

Mobil internet yeteneğine sahip cihazların satışı arttıkça, farklı alanlarda pek çok uygulama mobil ortama taşınıyor. Şirketler, yaşamın pek çok unsurunu mobil ortama nasıl taşıyabiliriz ve bunları nasıl birleştirebiliriz üzerine kafa yoruyor. Bunun en gelişkin örneklerini de bankacılık ve mobil ödeme alanında görüyoruz. Pilot çalışması tamamlanan ve ticari anlamda kullanımına başlanan bu uygulamaların bir ilki de Türkiye’den geldi. Avea ve Garanti Bankası işbirliğiyle MasterCard ve Gemalto desteğiyle başlatılan BonusluAvea uygulamasının lansmanı Paris’te düzenlenen Uluslararası Kart Teknolojileri ve Uygulamaları Fuarı Cartes 2010’da yapıldı. Böylece, kısa mesafedeki cihazların birbirleriyle iletişim kurmasını sağlayan NFC (Near Field Communication-Yakın Alan İletişimi) teknolojisinin ilk ticari ve telefon bağımsız kredi kartı uygulaması Türkiye’de start almış oldu.
Garanti Ödeme Sistemleri CEO’su Mehmet Sezgin ve Avea CEO’su Erkan Akdemir ile Paris’te yaptığımız sohbet toplantısında, mayıs ayında duyurusu yapılan uygulama üzerinde bir yıldır çalışıldığını öğreniyoruz. Chip ve SIM kartı biraraya getiren bu ürünün piyasaya sunulabilmesi beş altı ay gibi bir süreyi bulmuş. Ürünün avantajı özetle şöyle: Bonuslu Avea’yı kullanmak için öncelikle Avea SIM kartlarının NFC SIM kartları ile değiştirilmesi gerekiyor. Garanti Bankası müşterisi olmayanlar için kişi adına otomatik olarak bir ön ödemeli kart tanımlanıyor. Kartta bulunan bakiye ile yapılan alışverişlerden bonus kazanılıyor. MasterCard ve PayPass logolu Türkiye’de 40 bin, dünyada 265 bin temassız POS terminalinde telefon yaklaştırılarak kullanılacak. Tek seferde 35 TL’ye kadar olan ödemeler şifresiz ve imzasız olarak yapılacak.

Turkcell ile akış yollarımız farklı
Mehmet Sezgin, chip ve SIM kart içine bir anlamda bankacılığın yerleştirildiği bu uygulamaların arkasının geleceğini söylüyor. Bunu, diğer operatörlere de cesaret vermesi açısından önemli bir adım olarak nitelendiriyor. Diğer banka ve operatörlere de açılabilecek bir yazılım altyapısı geliştirilmiş, ancak diğer operatörlerle herhangi bir çalışma şimdilik yok. Sezgin’e göre, diğer operatörlerle benzer bir çalışma yapma konusu, onların ödeme sistemlerine bakış açısıyla paralel. Sezgin, “Şu anda yaptığımız projenin akış yollarının, Turkcell’in projelerinin akış yollarından çok farklı. Er ya da geç bir noktada buluşacağız diye umuyorum. Vodafone ise çok farklı bir geçmişten ve teknik yapıdan geldiği için henüz bu konulara detaylı bakabildiğini düşünmüyorum. Bu konulara odaklandıklarında onlarla da görüşürüz” diyor.
Garanti Bankası daha önce bu uygulamaya Turkcell ile başlamış ancak devamı gelmemiş. Garanti tarafında bu iş için 20 kişilik bir ekip çalışmış ve beş altı milyon dolar gibi bir para yatırılmış, Avea Genel Müdürü Erkan Akdemir, aynı miktarlarda bir yatırımın da Avea tarafında yapıldığını, bunun sadece bir başlangıç olduğunu, güvenlik kartı, personel giriş çıkış kartı gibi uygulamalar için bu ürünü kullanmayı düşündüklerini söylüyor.

İspanyol ortak isterse onunla da çalışılacak
Türkiye’de hiçbir banka aktif büyüklükte ilk 100’e giremezken, kredi kartı cirosunda 40 milyar lira ile 34’üncü büyük banka olan Garanti’nin geliştirdiği ürünlerin dünyada da izlendiğini ifade eden Sezgin, genel durumu şöyle tarif ediyor: “Dünyada başka bankaların da benzer çalışmalara başlaması NFC yetenekli telefonların üretimini teşvik edecek. Önce sticker vardı. Garanti sticker kullanımına dört yıl önce başladı. Bank of America, sticker duyurusunu daha geçen hafta yaptı. Şimdi antenli SIM kart yapıyoruz. ‘Ey üreticiler siz ayağınızı biraz daha sürürseniz, sizi by-pass edecek çözümler buluyoruz’ demeye çalışıyoruz.”
Hedef 2011’de 100 bin kişinin Bonuslu Avea’yı kullanıyor olması. Garanti, yeni İspanyol ortakları BBVA’in ilgilenmesi halinde onlarla da çalışacak. Garanti’nin faaliyet gösterdiği Romanya’da bonus kredi ve banka kartı sayısı 2010 sonunda 200 bine ulaşacak, geliştirilen tüm teknolojilerin oraya da taşınması sözkonusu. Zorlamak istedikleri alan ise, Blackberry, iPhone ve Nokia’nın bir iki yıl içinde NFC yetenekli telefonlar üretmesi.

Antalya’ya direkt uçuş azlığı turist kaybettiriyor

Krizin turizme etkilerinin tartışılmaya devam ettiği bir dönemde, Türkiye’de turizmin önemli merkezlerinden biri olan Antalya 2010 yılını iyi geçirdi. Turizmcilere göre, özellikle markalı turizm tesisleri çok iyi bir sezon geçirdi, Türkiye’nin fiyatta hak ettiği yerde olmasıyla, hem Türkiye’nin değerini arttırdılar hem de marka değerlerini yükseltiler. Şüphesiz, bu gelişmede havaların etkisi büyük. Daha önceleri üç ay olarak bilinen yüksek sezon havaların sıcak gitmesiyle birlikte dört beş aya çıktı. Sezon uzayınca verilen fiyatlar da ona yüksek seyrediyor.
Bu yıl Türkiye turizmde rakiplerini de epeyce kıskandırmış. İngiliz Poundu ile avro yıl içinde bir dönem neredeyse eşitlenince, İngiltere’den gelen turist sayısında patlama yaşanmış. Daha önce 200-250 binlerde seyreden Antalya’ya gelen İngiliz turist sayısı bu yıl 400-450 bin civarında olmuş. Genel olarak bakarsak, bu yıl Türkiye’ye gelen turist sayısı beklentisi 26,5-27 milyon civarında. Bu rakam geçen yıl 24 milyon olarak gerçekleşmişti. Bu yıl Türkiye’ye gelen turistin 10 milyonu Antalya’ya gelmiş. 2011’de bu rakamın 11-12 milyona ulaşması bekleniyor. Türkiye genelinde turist sayısı artışı yüzde 6 iken Antalya’da artış yüzde 16. Türkiye’yi en çok ziyaret edenler sıralamasında ilk üçte İngilizler, Ruslar ve Almanlar var.

Artış gelirlere yansımıyor
Turist sayısındaki rakamlar iyi ancak bu gelirlere aynı oranda yansımıyor. Bu yıl hedef olarak konan 30 milyar dolarlık turizm gelirine ulaşılamayacak, tahminler 22,5 milyar dolarda kalacak şeklinde. Geçen yıl turistin kişi başına harcaması 700 dolarken bu rakam bu yıl 560 dolara düşmüş. Oysa, Türkler yurtdışında kişi başına 1200-1300 dolar harcıyor. Cornelia Diamond Genel Müdürü Zafer Alkaya ve Cornelia De Luxe Resort Genel Müdürü Hakan Duran, bu kriz ortamında aslında Türkiye’yi son yıllarda çokça tartışılan all inclusive (her şey dâhil) sisteminin kurtardığını söylüyor. Türkiye’nin kişi sayısındaki artış bu sayede gerçekleşirken, bu uygulamayı bırakan İspanya, Yunanistan gibi rakiplerin kaybı olmuş.

Yunanistan’a Avrupa’dan manevi destek
Öte yandan, Türkiye’nin en büyük rakiplerinden Yunanistan’a ise Avrupa ülkelerinden pozitif ayrımcılık var. Geçenlerde Londra’da yapılan ve turizmin Oscarları olarak nitelendirilen World Travel Awards’te bu yıl önemli ödüllerin çoğu motivasyon olsun diye Yunanistan’a verilmiş. Bu arada, Cornelia De Luxe Resort ve Cornelia Diamond Golf Resort&Spa Londra’dan toplam beş ödülle dönmüş.

Talep var uçak yok
Öte yandan, Avrupa’dan Antalya’ya yapılan direkt uçuş sayısındaki yetersizlik Türkiye’ye turist kaybettiriyor. Fransa, İngiltere, Almanya gibi merkezlerden Antalya’ya direkt uçuşların olmayışı özellikle golf turizmi için Türkiye’yi tercih etmek isteyenlerin kararlarını olumsuz etkiliyor. Hakan Duran’ın verdiği bilgilere göre, eylül ayının ortasından mayıs ortasına kadar golf turisti geliyor. Türkiye’ye gelen golf turisti 120 bin civarında. İngiltere’deki üç milyon golfçu yılda en az üç kez yurtdışına golf oynamaya gidiyor. British Airways’in daha önce Antalya’ya direkt uçuşu olduğunu ancak ekim ayında son verdiğini dile getiren Duran, diğer charter yapan havayollarının golf malzemelerinin ağırlığı nedeniyle golfçulara en fazla 30 koltuk verebildiğini söylüyor. THY’ye birkaç kez Antalya-Londra uçuşu konması için talepte bulunulmuş ancak henüz bir sonuç yok. Paris ve Düsseldorf’tan yapılan uçuşlar da durdurulmuş. Duran, uçak sıkıntısının Türkiye’ye turist kaybettirdiğini, bunu da THY’ye her toplantıda anlattıklarını dile getiriyor. Golf turizmi operatörleri bu konuyu Pegasus ile de görüşmüş ancak sonuç alınamamış. Cornelia, bu amaçla gelecek hafta sekiz tane golf turizmi yapan tur operatörü ile bir havayolu şirketini biraraya getirerek Antalya’da bir work shop yapacak. Gelecek yıl kasım ayında Antalya’da Dünya Golf Turizmi Operatörleri toplantısı yapılacak, 1000-1500 civarında kişi gelecek. Buradaki tesislerinin tanıtımı açısından bu toplantı önemli. Belek’teki 14 golf sahasının yüksek doluluk oranlarıyla işletilebilmesi ve dünya golfçularına pazarlanabilmesi için havayolu şirketlerinin de elini taşın altına koyması gerekiyor.

* * * * * * * * * *

WikiLeaks belgeleri ve suç imparatorlukları

WikiLeaks, dünya medyasında yer almayan fakat kapalı kapılar arkasındaki niyetlerin neler olduğunu açığa çıkarması açısından ilginç ve dikkate değer. Dünyada pek çok alanda özellikle uluslararası diplomaside bundan sonra WikiLeaks’in belgeleri sızdırmasından önce ve sonra diye bir zaman tanımlaması olacak. Belki de pek çok ekonomik ve siyasi ilişki buna göre düzenlenecek. Her ne kadar ABD başta olmak üzere siyasiler dış ilişkilerinin değişmeyeceğini söylese de, artık diplomaside kullanılan dilin değiştirilme gerekliliği bir kez daha ortaya çıkıyor. Belgeler aynı zamanda hemen her ülkede bürokraside, siyasette ve ekonomik faaliyetlerde nasıl yasadışılığa, yolsuzluğa bulaşıldığını da gözler önüne seriyor.

Film senaryosu gibi
Örneğin, belgelerden biri Afganistan’da seçkinlerin karıştığı yolsuzluklardan bahsediyor. Devlet Başkanı Hamit Karzai’nin yardımcısı Ahmet Zia Massoud’un Dubai’ye giderken 52 milyar dolar nakitle yakalanmasının ardından, Massoud’un durumu inkâr ederek görevinde kalmaya devam ettiği belirtiliyor. Ülkeye haftalık, aylık ve yıllık periyotlarda yüklü miktarlarda para girişi yapıldığının düşünüldüğü kriptolarda, 20 Ağustos 2009’da yapılan başkanlık seçimleri öncesi bankacılık sisteminden 600 milyon dolar çekildiği ve son aylarda da 200 milyon doların daha çekildiği belirtiliyor. Ya da Rusya’da siyasilerle arası iyi olan işadamları ve organize suç örgütlerinin bir mafya devleti yaratmak için nasıl birlikte hareket ettiklerini gözler önüne seriyor. Rusya Başbakanı Vladimir Putin’in ne kadar büyük ve gizli bir serveti olduğu iddia edilirken, suç dünyasının derinliklerine iniliyor. Örneğin belgelerden bir tanesinde, Rusya’da nasıl kaçak ağaç kesimi yapılıp yasadışı yollarla nasıl Çin’e satıldığı anlatılıyor. Bu işin için kurulmuş suç şebekelerinin Krasnoyarsk Bölgesi’nden her yıl yüzde 20-50 oranında ağacı keserek illegal yollarla Çin’ gönderdiği belirtiliyor.
Diğer bir dosyada ise Moskova Belediye Başkanı Yuriy Luzhkov’un bulaştığı suç dünyası en ince ayrıntısına kadar ele alınmış. Rusya’da kabul edilen bir kanun gereği 2004’ten bu yana Moskova Belediye Başkanı halkoyuyla seçilmiyor, bizzat devlet başkanı tarafından atanıyor. 18 yıl Moskova Belediye Başkanlığı yaptıktan sonra ekim ayında hakkındaki yolsuzluk iddiaları ayyuka çıkan Luzhkov, Rusya Devlet Başkanı Medvedev tarafından görevden alınmıştı.
Uzun yıllar Rusya’da pek çok projeye imza atmış olan Enka Holding’in patronu Şarık Tara’nın da Luzhkov ile olan dostlukları zaman zaman medyada gündeme gelmişti. Belgelerde, Luzhkov’un Moskova’da kurulmuş suç dünyasının en tepesinde olduğu hatta karısı Yelena Baturina’nın da çeşitli suç gruplarıyla bağlantılarının bulunduğuna dikkat çekiliyor. Moskovalıların Luzhkov’un iş yapma biçimini giderek daha fazla sorguladığı dile getirilen kriptolarda, hukuk dışı suç ortamının iş dünyasının rüşvetle çalışan bir koruma olmadan iş yapmasını engeller nitelikte olduğu ifade ediliyor. Adına “krysha” denen bu sistemin resmî ve gayrı resmî temsilcileri bulunuyor.
Uluslararası Şeffaflık Örgütü hesaplamalarına göre, Rusya’da yılda dağıtılan rüşvetin miktarı 300 milyar dolar ya da başka bir deyişle milli gelirin yüzde 18’i. Enerji şirketleriyle ilgili de pek çok iddia mevcut. İsviçre merkezli Gunvor adlı şirketin Putin’in sakladığı iddia edilen servetinin kaynağı olarak gösteriliyor. Gunvor’un Macaristan’a sattığı yakıttan varil başına normal şartlarda beş cent komisyon alması gerekirken bir dolar gibi fahiş bir komisyon aldığı öne sürülüyor ve bu komisyonun Putin’e gittiği ima ediliyor. Gunvor, önceki gün yaptığı açıklamada, Putin ile bağlantıları olduğu yönündeki iddiaları yalanladı. Belgelerde, İtalya Başbakanı Berlusconi’nin de enerji odaklı işlerde payı olduğuna dair imalar yer alıyor. Bunlar iddiaların çok az bir bölümü. Gelecek günlerde belgelerdeki iddiaların dünyanın siyasi ve iktisadi hayatına nasıl yansıyacağını hep birlikte göreceğiz.




Kıbrıslı işadamının en büyük rakibi Türk işadamı

Kıbrıs’ta çözüm için artık sabırlar tükeniyor, ya çözüm olacak ya da ilelebet bir çözümsüzlük hali. BM’nin kolaylaştırıcılığında yapılan şimdiki görüşmeler için de “son fırsat” deniyor. KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ve Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Dimitris Hristofyas ile geçtiğimiz günlerde New York’ta biraraya gelen BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon, son duruma ilişkin raporunu yayımladı. 30 kasımda BM Güvenlik Konseyi’ne sunacağı raporunda Ban Ki-moon, iki yılı aşkın süredir yılan hikâyesine dönen müzakere sürecinde bir uzlaşma sağlanamaması halinde, müzakerelerin ölümcül şekilde başarısız olması yönünde ciddi risk bulunduğu uyarısı yaptı.
Bu açıklama, BM’nin çözüm için somut adımlar beklediğine yönelik önemli bir işaret olarak değerlendirilebilir. Taraflar için 2011’in ocak ayında yine BM ile birlikte yapılacak Cenevre görüşmesi kritik, önemli bir dönüm noktası olacak.
Bu uyarının hemen ardından bir açıklama yapan Almanya Başbakanı Angela Merkel, Kıbrıs sorunu nedeniyle 2011’de Türkiye’nin AB ile müzakerelerde zor bir döneme gireceğini belirterek, arabuluculuk önerdi. Bu amaçla Merkel, yılbaşında Güney Kıbrıs’a gitmeyi planlıyor. Görünen o ki, Avrupa da artık Kıbrıs meselesindeki çözümsüzlüğün kimseye fayda getirmediğinin farkında...


Bir cepten alıp diğer cebe koymak

Siyasi cephede durum böyleyken, Kuzey Kıbrıs’ta ekonomik alandaki gidişat hiç parlak değil. İronik olan Türkiye ekonomisinin rekorlar kırdığı bir dönemde Kuzey Kıbrıs’ın bu halde olması. Türkiye’nin Ada’ya yılda 600 milyon dolar seviyesinde kaynak aktardığı biliniyor. Kuzey Kıbrıs’ta bütçe dengelerinin bozulmuş olmasından dolayı bir dizi kemer sıkma önlemi alınıyor. İzolasyonlar nedeniyle ekonomik krizden çok etkilenmediği söylenen Kuzey Kıbrıs, son dönemde aslında en çok Türkiye ile rekabet ediyor. Anlatılanlara göre, en büyük rakip Türk işadamları olunca, ekonomik daralma da daha fazla hissedilir olmuş.
Yol, elektrik santrali gibi altyapı ihaleleri Türkiye’de açılıyor, Kıbrıslı işadamları bu ihalelere giremiyor, ihale şartnameleri Kıbrıslı şirketlerin ihaleye girmesine olanak sağlamıyor. İhaleye başvuru tarihleri sürekli değiştiriliyor ya da ertelemeler oluyor. Türkiye’den işadamlarının Kıbrıs’ta kurduğu şirketler ihalelere giriyor.
Kıbrıslı işadamlarına “daha rekabetçi fiyat verin” deniyor veya kendilerinde daha fazla deneyim aranıyor. Ancak, yerli işadamlarına fırsat eşitliği sunulmadığı için geri planda kalıyorlar ve rekabetçi fiyat vermekte zorlanıyorlar.
Türkiye’den yatırım gelse bile, ekonomiye çok fazla ivme kazandıran bir yönü yok, çünkü ekipman, eleman gibi gereksinimlerin hepsi Türkiye’den getiriliyor. Kıbrıs’taki araziler Türk işadamlarına projesi bile sunulmadan tahsis edilirken, yatırım taahhüdünü yerine getirmeyenlere ise ciddi bir yaptırım uygulanmıyor.


Havayolu meselesinde belirsizlik sürüyor

Kuzey Kıbrıs bu yıl turizmde de beklediğini bulamadı, hatta Kurban Bayramı döneminde otellerin doluluk oranı yüzde 40’lar seviyesinde kaldı. Ada’nın lokomotif sektörlerinden biri olmasına rağmen, hâlâ turizmde planlı, programlı bir politika uygulanmıyor. Diğer bir sorun da daha önce seyahat şirketleri için fiyat politikası belirleyemeyen iflas eden/ettirilen Kıbrıs Türk Hava Yolları’nın artık olmayışı. Bu nedenle bilet fiyatlarında kontrolsüz bir artış var. KKTC Başbakanı İrsen Küçük, Mart 2011’de bir Kuzey Kıbrıs Türk Hava Yolları kurulacağını açıklamıştı. Şirketin bir kısmı özel sektöre açılacak, devletin payı da yüzde 51’in altında tutulacaktı. Ancak, turizmciler bu şirketten pek ümitli değil, hatta bu şirketin kurulabileceğine bile inanmıyor. Bu arada, Türkiye’ye Avrupa’dan en fazla turist getiren Onur Air ve Sky Havayolları pazara girmek için başvurularına olumlu yanıt almayı bekliyor.


Kontrolsüz nüfus artışının dezavantajları

Öte yandan, Ada’da kontrolsüz bir nüfus artışı var. Bu da en büyük ekonomik ve sosyal sorun olarak ortaya çıkıyor. Kuzey Kıbrıs’ın nüfusu çeşitli hesaplamalara göre 500-550 bin civarında, bunun sadece 170 bini Kıbrıslı Türk. Bu durum başta eğitim ve sağlık olmak üzere, temel hizmetlerin verilmesinde büyük zorluk yaratıyor. Mevcut hizmet kapasitesi artmazken, hizmet alan sayısında büyük bir artış yaşanıyor. Bu nedenle Kıbrıslı Türkler sağlık hizmetini giderek artan şekilde Güney Kıbrıs’tan alıyor, çocuklarını oradaki okullara gönderiyor.
İşsizlik tüm dünyada olduğu gibi burada da büyük sorun teşkil ediyor, işsiz sayısı 15 bin civarında. Şu anda Güney Kıbrıs’tan işsizlik ödeneği alan Kıbrıslı Türk sayısı bu yılın ilk sekiz aylık rakamlarına göre 500 civarında. New York’ta yapılan üçlü zirve öncesinde Rum tarafı, KKTC’de bir nüfus sayımı yapılmasını talep etmişti. Ada’da çalışma hayatının yeniden düzenlenmesi bakımından nüfus sayımının yapılması elzem.
Yol ayrımının bu kadar keskinleştiği bir dönemde, Kıbrıs’a iyi şanslar dilemekten başka bir şey elden gelmiyor. Ya toprağın bir bölümü iade edilerek, Rumlarla siyasi eşitliğe dayalı bir gelecek kurulacak, ya da Türkiye’nin Kıbrıs’a reva gördüğü 82’nci vilayet uygulaması devam edecek.

Başörtüsü üzerine siyasetin toplumda karşılığı yok

TİKAD (Türkiye İş Kadınları Derneği) Türkiye’nin siyasi zemindeki kırmızıçizgilerinden biri olan başörtüsüyle ilgili bir kamuoyu araştırması yaptı. Araştırmanın amacı, başörtüsü meselesinin çözümü için toplumsal uzlaşının olup olmadığını ortaya koymaktı. Siyaset arenasında başörtüsü üzerinden laik-modernler ve dindar ya da gelenekçiler arasında bir iktidar mücadelesi var. Ancak, bu araştırmaya göre siyasal alandaki bu tartışmanın toplum katında karşılığı yok. Yani, toplum başörtülü kadınları ötekileştirmemiş. Bu tesbit toplumsal barış açısından değerli. Ancak iş, eğitim ve çalışma hayatına gelince durum değişiyor. Başörtülü kadınlar ekonomik hayatta rol almak isteyince, yasak duvarına çarpıyor ve haksızlığa uğradıklarını düşünüyor. Yasaklananın kendisinin değil, inançları olduğunu ifade ediyor.


Kadının işgücüne katılımını sınırlıyor

Türkiye, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında kadının işgücüne katılımı bakımından yüzde 26 ile en alt sıralarda yer alıyor. Kabul edilemez ölçüde düşük olan bu rakamın AB ortalaması ise yüzde 64 seviyesinde. Araştırma, iş hayatında başörtüsünün serbest olması halinde kadının işgücüne katılım oranının da artacağını ortaya koyuyor.
Araştırma, başörtüsü sorununun ve bunun iş hayatına yansımalarıyla ilgili 26 ilde 3052 kişiyle yapılmış. Başını örten ve başı açık kadınların yanı sıra eşinin başı örtülü ve eşinin başı açık erkeklere de sorular yöneltilmiş. Araştırmaya göre, kadınların yüzde 93’ü başörtüsünü inancı gereği takıyor, bunu bir dinî simge olarak takanların oranı sadece binde bir. Başörtüsü takanların yüzde 77’si buna kendi isteğiyle karar vermiş, “başörtüsünü taktığınız zamana geri dönseniz yine takar mısınız” sorusuna yüzde 96’sı evet demiş. Dolayısıyla, bu herkesin görmesi gereken bir gerçek, moda ya da trend değil.


Erkekler esnek düşünüyor

Araştırmayı gerçekleştiren ekipten Prof. Dr. İhsan Dağı’nın anlatımlarına göre, başörtüsü takanların yüzde 23’ü bu durumun kendilerini kısıtladığını düşünüyor. Bu oran, eğitim ve ekonomik seviye yükseldikçe yüzde 50-60’lar seviyesine çıkıyor. Yani kentli, eğitimli, orta ve üst gelir sahibi ve mesleği olan kadınlar en çok kısıtlanmış ve haksızlığa uğramış olanlar. Başörtüsüyle mesleğini ya da eğitim alması tercih etmek durumunda kalanlar. Toplumda üniversitelere giremeyen kızların sorunu olarak algılanan durum, başörtülü kadınların istihdama yeterince dâhil edilememesi olarak da karşımıza çıkıyor. Başörtülü kadınların yüzde 87’si iş hayatına girmek ve çalışmak istiyor. Buna erkeklerin de desteği var. Başörtülülerin eşlerinin yüzde 53’ü “eşimin başını açarak çalışmasına izin veririm” diyor. “Eğitim almasına izin veririm” yüzde 60’lara kadar çıkıyor. Başı açık kadınların büyük çoğunluğu başörtüsü nedeniyle kadınların eğitiminin yarım kalmasına üzülüyor. Yüzde 87’si “başörtülülerin kariyer sahibi olmasından rahatsız olmam” diyor, hemcinslerinin iş hayatında olmasını istiyor.


Özel sektörde türban yasağı

Toplumun geneli özel sektörde başörtüsü yasağını doğru bulmuyor. Yüzde 92’si özel sektörde başörtülülerin çalışmasından rahatsız olmayacağını söylerken, “kamu kurumlarında başörtülü kadınlar başını örtebilir” diyenlerin oranı yüzde 77. Yüzde 72 oranında katılımcı ise, bu yasakların kalkması halinde iş hayatında kadın istihdamının artacağını belirtiyor. Yüzde 78 üniversitelerde başörtüsü serbest olmalı derken, yüzde 62’si üniversitede başörtüsü serbestîsinin bir yasayla güvence altına alınması gerektiğini düşünüyor. Araştırma, birlikte yaşama iradesini ortaya koyuyor. Önemli olan siyasetin samimiyetsiz tartışmaları bırakıp bunun önünü açabilmesi ve yapılması gereken başörtülüler eğitim ve çalışma hakkına nasıl sahip olacak buna çözüm bulmaları.

Rumlar da Maraş’taki mülkün değerini belirleyecek

Kuzey Kıbrıs, dokuz günlük Kurban Bayramı tatilinin hafif gündeminde birkaç kez yer buldu. Geçen hafta KKTC’nin 27’nci kuruluş yıldönümü vesilesiyle Kuzey Kıbrıs’a giden Devlet Bakanı Cemil Çiçek, KKTC hükümetinin Türkiye ile birlikte oluşturduğu ekonomik yapılanma programı nedeniyle sendikalar tarafından protesto edildi. Bu tür eylemler yeni değil, KKTC hükümetinin kemer sıkma önlemleri bir süreden beri ülkede protestolara ve grevlere neden oluyor. Protestolardan sonra akıllarda kalan sadece Cemil Çiçek’in Güney Kıbrıslı Rumları kastederek söylediği “Protestocular Güney’dekilere çok benziyor” sözü oldu. Bu sözler, Kuzey’de çok tepki aldı. Kıbrıs’ın muhalif gazetelerinin sayfaları bir haftadır neredeyse sadece bu sözlere odaklanmış durumda. Bu gelişmelerin hemen ardından iki yıldır devam eden çözüm müzakerelerine ivme kazandırmak isteyen Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-moon öncülüğünde KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ve Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Dmitris Hristofyas New York’ta biraraya geldi. Üçlünün Ocak 2011’de tekrar Cenevre’de biraraya gelmesine karar verildi.


Türkiye “Kıbrıs TOKİ” önermişti

Mülkiyet ve toprak meseleleri Kıbrıs’ın en hassas, en karmaşık ve belki de çözülmesi en imkânsız görülen konusu. Bu konuda yakın zamanda Türkiye, TOKİ üzerinden bir çözüm arayışına girdi. Türkiye, Rum ve Türk mülkleri arasında takas yapılabilmesi için “Kıbrıs TOKİ” kurulmasını önermiş ve maddeler halinde sürecin nasıl işleyebileceğiyle ilgili bir formül ortaya atmıştı.
Bu formüle göre, “Property Development Corporation” yani Gayrımenkul Geliştirme Kurumu kurulacak, yönetim kurulunda Türk ve Rumlar eşit sayıda temsil edilecek, güneyde mülk bırakmış Türkler, hayalet şehir Maraş’ta 1974 öncesi yaşayan ve tazminat ya da iade ile mülkiyet sorununu çözememiş Rumlar tapularını bu şirkete devredecek. Şirket, geliştirme projesi başlatarak tapularını aldığı Rum ve Türk arazileri üzerine inşaatlar yapacak, sorunlu mülkleri takasa uygun hale getirecek. Şirket atıl durumdaki mülkleri kiraya vererek ya da geliştirerek satıp gelecekteki inşaat operasyonların finansmanında kullanacak.


Maraş’ın değerini RICS belirleyecek

Şimdi çözüm arayışına Rumlar da katılmış durumda. Rumlar, Maraş’ın değerini belirlemek üzere bir çalışma başlatmaya hazırlanıyor. Mağusa Bölgesi Ticaret ve Sanayi Odası, Maraş’taki taşınmaz malların bütünlüklü değerinin belirlenmesi için dünya çapında geçerliliği olan toprak değeri belirleme enstitüsü Royal Institution Of Chartered Surveyors (RICS) ile işbirliğine gidecek. Amaç, Maraş’taki taşınmazların bütünlüklü değerinin ve şehrin (kullanım kaybı koşulları göz önünde bulundurularak) yıllardır tecrit altında olmasının gerektirdiği maliyetin kayda geçirilmesi olarak belirtiliyor.
Rum basınında yer alan haberlere göre, bu araştırmanın sonuçları ayrıca müzakereler çerçevesinde de, Mülkiyet ve Toprak fasıllarında kullanılabilecek, ayrıca kullanım kaybına yönelik tazminatlar için KKTC Mal Tazmin Komisyonu’na yönelenlere de faydalı olacağı söyleniyor. Mağusa Bölgesi Tapu Dairesi’nin arşivlerinden bu maliyetin hesaplanmasının mümkün olduğu, ancak arşivlerin 1974’ten beri Kuzey Kıbrıs makamlarının elinde bulunması nedeniyle bunun hesaplanamadığı savunuluyor. Bu hafta salı günü Mağusa Bölgesi Ticaret ve Sanayi Odası ile RICS’in bir toplantı düzenleyerek, araştırmanın start almasını duyuracağı kaydediliyor.


Özince, Kıbrıs Komisyonu kuracak

Kasım başında Çankaya’da yapılan Kıbrıs Zirvesi’nde de bu konuya yönelik önemli kararlar alınmıştı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Kıbrıs’tan Sorumlu Devlet Bakanı Cemil Çiçek, Başmüzakereci Egemen Bağış ve KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu’nun katıldığı ilk oturumun ardından ikinci oturumda, KKTC’li bakanlarla Bankalar Birliği Başkanı ve İş Bankası Genel Müdürü Ersin Özince yer almıştı. Gül, bu toplantının ardından Rum mülkleriyle ilgili takas, tazminat ve iade yöntemleriyle çözüm bulan ve AİHM’in 5 Mart 2010’da yasal hale getirdiği Mal Tazmin Komisyonu’nun büyük mücadeleler sonucunda elde edilmiş bir kazanım olduğunu kaydetmişti. Ardından da, Gül, Ersin Özince’ye Bankalar Birliği Başkanı olarak özel bir Kıbrıs Komisyonu kurması konusunda talimat verdi. Zirvede, Mal Tazmin Komisyonu’nun uluslararası hukukta aklanmış mülkiyetin, Bankalar Birliği desteğiyle kurulacak komisyon aracılığıyla kredilendirilmesi ve uluslararası düzeyde değerlendirilmesi kararı alınmıştı. 1974 Kıbrıs Harekâtı’nın ardından ikiye bölünen 3355 kilometrekarelik Ada’nın yaklaşık yüzde 80’i, bu tarihten önce Rumlara aitti. AİHM’in tavsiyesiyle 2005’te kurulan Mal Tazmin Komisyonu, 1974 öncesinde Rumların KKTC’de bıraktığı mülklerle ilgili takas, iade ve tazminat esaslarına dayanarak kararlar üretiyor. AİHM’in 5 Mart 2010’da yasallaştırarak Türkiye’nin bir iç hukuk yolu olarak kabul ettiği Komisyon’a bugüne kadar 739 Rum başvurdu, başvuruların 131’i sonuçlandırıldı.
Görünen o ki, çözüm için herkes fikir üretiyor, birtakım çalışmalar yapıyor. Gelecek dönemde Kıbrıs’ın kaderini farklı yönde değiştirecek bir Maraş ağırlıklı ara çözüm arayışının olduğu sinyalleri geliyor.

Türkiye’deki doğa tahribatı AP gündeminde

Türkiye’nin su politikası Avrupa gündemine taşınıyor. Avrupa Parlamentosu parlamenterlerinin organize ettiği Brüksel’deki panelde bugün, Türkiye’de çeşitli bölgelerde baraj ve HES’lere karşı doğa savunucularıyla yerel halkın gerçekleştirdiği su mücadelesi tartışılacak. Bilindiği gibi, son dönemde Türkiye’de doğa ile ilgili kamu vicdanını sızlatan gelişmeler ayyuka çıktı. Yerel halkların ve çevre gönüllülerinin son derece kıt mali imkânlarla verdiği hukuksal mücadeleler sonrasında bazı vadilerde HES santrallerinin yapımı durduruldu ve SİT alanı kararları verildi. Ardından, SİT alanı tanımını baştan aşağı değiştirecek ve bu alanları kullanıma açacak olan Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu Tasarısı Meclis’e getirildi. Doğa korumacıları tarafından büyük tepkiyle karşılanan kanun tasarısı Avrupa Birliği’nin de gözünden kaçmadı, Tasarı geçen hafta açıklanan Türkiye 2010 İlerleme Raporu’nda “endişe verici bir gelişme” olarak nitelendirildi.


Çevre savunucuları davet edildi

Türkiye’nin pek çok noktasında sürdürülen çevre koruma mücadelesi Avrupa Parlamentosu’nun da dikkatini çekti, Türkiye’de su politikaları konulu bir panel düzenlemeye karar verdi ve HES’lere karşı mücadele veren Doğa Derneği, Su Meclisi, Derelerin Kardeşliği Platformu, Loç Vadisi Koruma Platformu gibi çevreci kuruluşların temsilcileri davet edildi. Panele, Alakır, Allianoi, Çoruh, Loç, Hasankeyf, Munzur, Toroslar ve Yuvarlakçay’dan temsilciler katılıyor. İlk kez yurtdışından davet almalarına rağmen bir de gidemeyenler var. Çevre mücadelesini tamamen kendi imkânlarıyla devam ettiren bu gruplar, pek çok kez bazı bakanlar tarafından çeşitli lobilerden ya da bazı ülkelerden para yardımı aldıkları şeklinde itham edilmişti. Brüksel’deki bu çalışmaya davet edilenlerin ulaşım ve konaklama masrafları karşılanıyor olmasına rağmen yine de bu toplantıya pek çoğu gidemeyecek. Zaten, toplantıya davet edilenlerin hiçbir lobiyle ilişkileri olmadığı, bağış ya da yardım almadıkları için yol ve konaklama masrafları ödeniyor. Bu arada, hazırlanan raporlar ve sunum dosyaları, gidecek olanlara teslim edildi, onlar da orada son durumu aktaracak, talepleri dile getirecek.


Bu mücadele enerji karşıtlığı değil

Doğal yaşam alanlarının korunmasıyla ilgili mücadelenin enerji karşıtlığı gibi sunulmasından rahatsız olduklarını dile getiren Derelerin Kardeşliği Platformu (DEKAP) Dönem Sözcüsü Ömer Şan, durumu şöyle özetliyor: “İktidar temsilcileri, bakanlar, kurum ve kuruluşların temsilcileri, anlatmak istediklerimizi ya kasıtlı olarak algılamak istemiyor ya da kasıtlı olarak çarpıtıyor. Halkın gücünü yok sayarak, yargı kararlarını çiğneyerek, yasa ve yönetmenlikleri görmezden gelerek hâlâ bu projelerde diretilmesi ve koruma altına alınması gereken SİT özelliğindeki vadilerin bu özelliklerini ortadan kaldıracak çeşitli yasa tasarılarının hazırlanması çok anlamsızdır. Avrupa Birliği de korunması gereken vadilerin bu şekilde yağmalanmasına karşı endişelerini dile getirdi.”


Türkiye’den HES manzaraları

Bu arada, Rize İkizdere için verilen SİT kararının ardından, bölgenin alt kesimlerinde inşaat çalışmaları devam eden HES’ler daha hızlı bir çalışma temposuna girmiş. SİT kararı henüz netleşmediği için ve sınırları da bilinmediği için herhangi bir müdahale sözkonusu olamıyor, şirketler de çalışmalarını sürdürüyor. Salarha Vadisi Andon Bölgesi’nde yapımı planlanan ve daha önce Çevre Bakanlığı’nın “ÇED gerekli değildir” kararına karşı açılan yürütmeyi durdurma ve iptal davası için bilirkişi incelemesi yapılmış. Ancak, dava süreci devam ederken firma değişikliğine gidilmiş. Daha önce Redaş isimli firmanın yürüttüğü Ambarlık HES projesi için bu kez çoğunluğu İspanyolların olan Ambarlık Elektrik isimli yeni bir firma kurulmuş. Bu firma, yeniden EPDK’dan üretim lisansını devralarak, Su Kullanım Anlaşması imzalamış. İşin ilginç tarafı, Çevre Bakanlığı, hukuksal süreç devam ederken aynı proje için bu kez “ÇED gerekli” kararı vermiş ve ÇED süreci başlatmış. Başbakan Erdoğan’ın “baba ocağım” dediği Güneysu Vadisi’nde de, daha önce yürütmeyi durdurma kararı alınan iki ayrı proje için bilirkişi heyeti belirlemesi yapılmış.

* * *
Osmanlı mutfağı dünya mirası olur mu?

UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası Listesi’nin yanı sıra bir de Dünya Gayrımaddi Kültürel Mirası Listesi var. Beş yıldır açıklanan liste giderek genişliyor. En son toplantısını Kenya’da yapan Hükümetlerarası Komite, dünyanın küreselleşme tehdidi altında görülen geleneksel değerlerini korumak için listeye 29 ülkeden 46 unsur ekledi. Bu program sayesinde bir yandan UNESCO somut olmayan kültürel mirasın korunması ve gelecek kuşaklara aktarılmasında deneyim kazanırken, bir yandan da insanlığın soyut kültürel mirasın korunmasında duyarlılık kazanmasının yolunu açıyor. Türkiye’den listeye Kırkpınar Yağlı Güreş Festivali, Alevi-Bektaşi Semahı ile sohbet toplantıları geleneği girdi. Miras kapsamında listeye giren diğer kültürel değerler arasında, Azerbaycan halıları, Moğol dansları, Hırvat dantelleri, İspanyol flamenkosu, Kolombiya’nın marimba çalgısı var. İlginçtir, bu yıl gastronomi ilk kez listeye dâhil oldu. Fransız mutfağı, geleneksel Meksika yemekleri ile İspanya, Yunanistan, İtalya ve Fas’ı kapsayan Akdeniz yemek kültürü listeye girdi. Yemeğin küreselleşmesiyle mutfak kültürü dünyanın neredeyse her yerinde benzeşmeye başlamış durumda. Demek ki, artık Türkiye’nin farklı kültürlerin mirasını yansıtan Osmanlı mutfağını aday gösterme zamanı çoktan gelmiş.

Hani o fakir Polonyalı muslukçu vardı ya

2005 başında Avrupa Anayasası’nın Fransa’daki referandum kampanyası sırasında ‘Polonyalı musluk tamircisi figürü’, halkın Doğu Avrupa’dan gelecek göçmen işçi korkusunu sembolize ediyordu. Fransızlar, yeni üye olmuş Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinden gelecek işçiler nedeniyle işverenlerin fiyat kıracağından ve Fransız işçisinin refah seviyesinin düşeceğinden endişe duyuyordu. Bu söylem ve kafa karışıklığı o dönemlerde öyle ciddi boyutlara ulaştı ki, Avrupa Anayasası’nın reddedilmesine sebep oldu. Oysaki rakamlar, göçmen işçilerin Fransa’dan daha çok İngiltere’yi tercih ettiğini ortaya koyuyordu. İngiltere’nin Doğu Avrupa ülkelerinden 2004’ten bu yana 500 binden fazla işçi aldığı belirtiliyor. Bu durum Fransa’nın yabancı işçi akınına İngiltere kadar uğramadığını, bu söylemin sadece siyaset arenasındaki korku argümanlarından biri olduğunu da gözler önüne seriyor. Son rakamlara göre, İngiltere’ye giden göçmen işçiler global kriz başladığında tekrar ülkelerine geri dönmüş.  


15 yılda komünizmden AB’ye geçti

Geçen hafta Tesco Türkiye’nin, Türk lezzetlerine Avrupa Birliği kapılarını açan aktivitesi vesilesiyle bulunduğumuz Varşova’da, Polonya ekonomisine ilişkin ilginç bilgilere sahip oldum. Çok uzak değil bu yılın nisan ayında Polonya Cumhurbaşkanı Lech Kacinski’nin uçağı düştü, kazada beraberindeki devlet erkânından 97 kişi hayatını kaybetti. Ancak, ülke kaza travmasını hızlı atlatmışa benziyor. Mayıs 2004’te AB üyesi olan Polonya 40 milyona yaklaşan nüfusu ile Almanya, Fransa, İngiltere, İspanya ve İtalya’dan sonra AB ülkeleri arasında en fazla nüfusa sahip altıncı ülke. Doğal olarak AB içersinde diğer büyük ülkeler gibi muamele görmek istiyor. AB’ye üye olduğu 2004 yılında kişi başına 5000 dolar milli gelire sahip olan Polonya’da bu rakam şu anda 19 bin dolar. Fransa’nın o yıllarda siyasi propaganda malzemesi yaptığı Polonya ekonomisi, AB’ye giriş süreciyle birlikte hızlı bir yükseliş göstermiş. AB’nin yapısal fonlarından 2007-2013 dönemi için alacağı miktar 67 milyar avro.
Varşova’daki saray, müze ve tarihî eserlerin yenilenmesi, yolların modernize edilmesi, içme suyu arıtma tesisi yapılması ve meşhur “Varşova Gettosu” Yahudi Mahallesi’nin yeniden inşası gibi çalışmaların hepsi AB fonlarından gelen kaynaklarla gerçekleştiriliyor. Ukrayna ile birlikte 2012’de Avrupa Futbol Şampiyonası’na ev sahipliği yapacak Polonya’ya AB kaynakları altyapı çalışmaları açısından pek yararlı oluyormuş.


Avroya geçiş tartışması ve bankacılık

Doğu Avrupa’nın krizden en sağlam çıkan ülkesi Polonya, henüz Avro Bölgesi’ne dâhil değil. Şu sıralar ülkedeki en hararetli tartışma konulardan biri de bu. Ancak, krizdeki durumu gördükten sonra geçmeme eğilimi ağır basmış. Ekonomik kriz AB üyelerini ciddi oranda etkilerken, avroya geçmemiş olan Polonya’nın büyüme hızı yıllık yüzde 1,5 civarında.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından 1989’a kadar Polonya Komünist Partisi tarafından yönetilen Polonya, o yılın sonlarında kurulan yeni hükümetle birlikte post-komünizm dönemine geçti. Serbest piyasa ekonomisine nispeten kolay uyum sağlayan Polonya, bankacılık sistemini de hızla Batılı standartlara ulaştırdı. Varşova’nın hemen her yerinde Avrupalı ve uluslararası bankaların binalarını görmek mümkün. İlginçtir; eskiden Komünist Parti Genel Merkezi olarak kullanılan bina şu anda Varşova Borsası olarak kullanılıyor.


Bankacıların dikkatini çekiyor

Hatırlamak gerekirse geçenlerde, İspanyol Bankası Santander Polonyalı BZ Bankası’nı 4,24 milyar avroya satın aldı. Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Moody’s, Polonya bankacılık sisteminin görünümünü negatiften durağana yükselterek, ülkedeki bankacılığın daha öngörülebilir ve daha sürdürülebilir faaliyet ortamına girdiğini açıkladı. Yeni kısa süre önce Unicredit CEO’su Doğu Avrupa’da Türkiye, Polonya ve Rusya’ya odaklanacaklarını söyledi. ABD Merkez Bankası Fed’in tahvil alımına gideceğini açıklamasının ardından gelecek yeni sıcak para dalgasının yönüyle de ilgili çeşitli rivayetler var. Türkiye’de cari açığın finansman kaynaklarından biri olan bu yeni sıcak para dalgasında uzmanlara göre Türkiye’nin iki rakibi var, biri Polonya diğeri de Brezilya.
1990’ların başından bu yana istikrarlı bir ekonomik liberalizasyon politikası izleyen Polonya, geçiş süreci ekonomileri arasında bir başarı hikâyesi olarak değerlendirilebilir. Polonyalılar, Avrupa’nın serbest dolaşımla gelip her yeri istila edeceği endişesini haksız çıkardı. Avrupa’da hâlâ Türkiye için aynı endişelerin devam ettiğini biliyoruz. Ancak Polonya örneğinden de görüleceği gibi ekonomik ve siyasi istikrar olunca, kimse ülkesini terk edip gitmek istemiyor.

Zeki Sayın’dan Yalçıntaş’a ‘Yukarıya giden yol buradan geçiyor’ esprisi

Yargıda rüşvet soruşturması kapsamında Ankara’da Sincan F Tipi Cezaevi’nde tutuklu bulunan İstanbul Ticaret Odası (İTO) Başkanı Murat Yalçıntaş’ın, cezaevi günlerinden detaylar gelmeye başladı. En son olarak salı ve çarşamba günleri İTO Yönetim Kurulu üyeleri ve Meclis üyelerinden birer grup savcılıktan aldıkları özel izinle Yalçıntaş’ı cezaevinde ziyaret etti. Salı günü ziyaret edenler arasında yer alan Emlak Bankası Yönetim Kurulu Başkanı ve İTO Meclis Üyesi Zeki Sayın, ziyaretin detaylarını anlattı. Ziyarette dair en dikkat çekici diyalog ise Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın hapishane günlerinin ardından siyasette yükselmesine yapılan gönderme oldu. Sayın, Yalçıntaş’a, “Sayın Başkan yukarılara giden yol hep buralardan geçiyor” dedi. Bunun üzerine Yalçıntaş, Sayın ile birlikte gülmeye başladı.
İki ayrı retina taramasından geçilerek girilen cam bölmeden telefonla yapılan görüşme öncesinde Yalçıntaş’a bir kutu çikolata götürdüğünü anlatan Sayın, “Ancak kalem, kitap ve kâğıt dışında bir şey götürmeye izin vermiyorlarmış” dedi. Görüşmenin saat 15:00 gibi başladığını ve yarım saat ile 40 dakika arasında sürdüğünü anlatan Sayın, “Görüşe pantolon gömlekli spor kıyafetle geldi. Biraz duygulandım. Bana, ‘Abi sana ne oluyor ya’ dedi. ‘Dostlarımı mahcup edecek hiçbir şey yapmadım. Yargı sürecine güveniyorum. Burada çok şey öğrendim, tecrübe sahibi oldum’ diye anlattı” sözleriyle Yalçıntaş’ın düşüncelerini aktardı.


Koğuşu kalabalık değil

Yalçıntaş, görüşmede İstanbul Ticaret Üniversitesi Mütevelli Heyeti Üyesi olan Sayın’a üniversiteye yeni kampus alanları bulma çalışmalarının nasıl gittiğini sordu. Sayın, “Kendisine bulduğumuz yeni kiralık alanlar hakkında bilgi verdim” dedi. Bu arada Yalçıntaş’ın tutukluluk koşulları ile ilgili kendisine soru sormadığını anlatan Sayın, “Oradaki görevlilere geçtiğimiz yerde kalıp kalmadığını ve oranın kaç kişilik olduğunu sordum. Onlar da ‘Koğuşlar 20 kişilik ama burada kalmıyor. Kaldığı yer üç-beş kişilik” yanıtı verdiler” diye konuştu.


İkinci itiraz gündemde

Normal zamanlara göre kısa sürdüğü dikkat çeken İTO Meclis toplantısında bir konuşma yapan Meclis Başkanı İbrahim Çağlar, üyelere “Başkanımıza mektup yazın. O da sevinir. İnanıyorum ki size yanıt yazar” dedi. Bazı Meclis üyelerinin sorusu üzerine Yalçıntaş’ın cezaevi adresi Meclis üyelerine SMS olarak gönderildi. İTO Başkan Yardımcısı Şekip Avdagiç ise konuşmasında, “Zor zamanlardan geçiyoruz. Çünkü başkanımız yanımızda değil. Bizim onun yanında olmamız ve onun da bunu bilmesinin bize verdiği bir tesellisi olsa da, bu zor zamanlar yüreğimizi ağırlaştırıyor. Onun için zorlanıyoruz. Onun için sabır ve sükûnetle hareket etmeye çalışıyoruz. Onun için duygularımızın esiri olmamaya çalışıyoruz, aklımızın yol göstericiliğinde hareket etmenin gayreti içindeyiz” şeklinde konuştu. Yalçıntaş’ın avukatlık ücretlerinin İTO tarafından karşılanacağını açıklayan Avdagiç, “Geçtiğimiz hafta tutukluğa itirazımız reddedildi. Gelecek hafta ikinci itiraz gündemde” dedi.

Hani Tabiat Kanunu’nu AB istiyordu

AB, Türkiye 2010 İlerleme Raporu’yla birlikte Çevre Bakanlığı’nın çevre ve doğa tahribatına yol açacak niyetlerinin ipliğini pazara çıkardı. Cuma günü basına sızan Avrupa Birliği’nin İlerleme Raporu özetlerinde gündeme gelmeyen Türkiye’nin çevre ve doğayla ilgili gerçekleştirdiği olumsuz uygulamalar, raporun tamamı açıklanınca gözler önüne serildi. Avrupa Birliği, doğa koruma konusunda Türkiye’nin hiçbir ilerleme kaydetmediğini gayet açık ve net bir dille ifade ederken, TBMM’ye gönderilen Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu tasarısının birilerinin iddia ettiği gibi AB uyum yasalarıyla bir alakası olmadığını belirtti.


SİT alanları tehlikede

Ekim sonunda Meclis’e yollanan ve Anadolu’nun dört bir yanındaki doğa korumacılar tarafından büyük tepkiyle karşılanan kanun tasarısı, raporda “endişe verici bir gelişme” olarak nitelendirildi. Rize İkizdere’de yapılmak istenen HES’lere karşı başlatılan mücadelenin ardından HES’lerin inşasını engelleyecek bir karar çıkmış ve İkizdere Vadisi SİT alanı ilan edilmişti. Ancak, bu kararın hemen ardından hükümet de boş durmayarak, SİT alanı tanımını baştan aşağı değiştirecek Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu tasarısını el çabukluğuyla Meclis’e getirivermişti. Tasarının kabul edilmesi halinde, doğal SİT alanı ve tabiat varlığı olarak tescillenmiş alanların bu statülerini sona erdireceği gibi, aynı zamanda SİT alanları HES’lere, imara ve talana açılmış olacak.


AB’den çevrecilere bayram şekeri

Şimdi, çevre ve doğa savunucularının haklı olarak Çevre Bakanı’na ve hükümete soruları olacak. Kanunun Meclis’e gönderilmesinin ardından Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu, bu çalışmanın AB uyum yasaları çerçevesinde hazırlandığını ve HES’lerle bir ilişkisi olmadığı yönünde açıklamalarda bulunmuştu. Tabii, tüm bu gelişmeler AB’nin gözünden kaçmadı. Türkiye’nin İlerleme Raporu’nda, kanun tasarısının Türkiye’deki koruma alanları ağını zayıflatacağının ve pek çok canlının neslini tehlikeye sokacağının altı çizildi. AB’nin hazırladığı raporda Türkiye’nin doğa koruma uyum yasaları ile ilgili hiçbir ilerleme kaydedemediği vurgulandı. AB aynı zamanda ilk defa HES projelerinin doğa üzerindeki olumsuz etkilerini kastederek, bu bölgelerde yaşayan halkların tepkilerine de atıfta bulundu. Raporda, ayrıca doğa koruma ile ilgili sorumlu bir kurumun olmadığına işaret edildi.


“Yasa tasarısı endişe konusudur”

Türkiye İlerleme Raporu’nun 90’ıncı sayfasında ve Çevre başlığı kısmında, doğa korumayla ilgili herhangi bir ilerleme kaydedilmediğine ilişkin parafın tercümesi aynen şöyle: TBMM’ye sevkedilmiş bulunan Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanun Tasarısı, özellikle Türkiye Natura 2000 ağına yararlı katkı sağlayacak olan birçok SİT alanının şimdiki koruma altındaki statülerini ortadan kaldıracak olmasından ötürü endişe konusudur. Çevre ile ilgili faslın sonuç bölümünde ise şu ifadelere yer verildi: Türkiye iklim değişikliği ile mücadele konusunda çok sınırlı ilerleme kaydetmiş ve doğa koruma konusunda hiç ilerleme kaydetmemiştir.


Yeni bir yasa hazırlanmalı

Türkiye genelindeki 46 sivil toplum kuruluşunun oluşturduğu Tabiat Kanunu İzleme Girişimi, dün yaptığı açıklama ile raporda yer alan bu ifadelerin, aslında iddia edildiği gibi kanun tasarısının AB’ye uyum süreci kapsamında hazırlandığı ve AB standartlarını karşıladığı söylemlerini ortadan kaldırdığını belirtti. İlerleme Raporu’nda işaret edilen doğrultuda Tabiat Kanunu İzleme Girişimi, doğal yaşama sahip çıkılması için bu yasa taslağının geri çekilmesi ve yeni bir yasa hazırlığının başlatılmasını, hazırlık sürecinde doğa haklarının ve uluslararası taahhütlerin dikkate alınmasını, gerek hazırlık ve gerekse uygulama sürecinde sivil toplum kuruluşlarıyla birlikte hazırlanmasını, bu sürecin hayata geçirilmesinde tüm milletvekillerinin ve yetkililerin aktif sorumluluk almasını talep ediyor.


Hem diplomatik hem sert bir dil

Çevre ve doğa konusunda mücadele verenler için İlerleme Raporu’nda yer alan ifadeler biraz olsun umut verdi. İlerleme Raporu’yla ilgili düşüncelerini sorduğumuz Doğa Derneği Başkanı Güven Eken, AB’nin ilk kez bu kadar net ve sert bir şekilde çevre konusunda bir ilerleme olmadığını söylediğini belirtiyor. Eken, şöyle devam ediyor: “Raporda, HES’ler kastedilerek uluslararası sözleşmelerin ihlal edildiğinden, doğal alanların yok edildiğinden bahsedilerek, alınan kararların AB’ye uyumla bir ilgisinin olmadığı çok diplomatik bir dille anlatılıyor. AB, Türkiye’nin bu alandaki uygulamalarının standardın çok altında olduğunu Avrupalı diplomatlar kanalıyla ifade ediyor. Biz, bu topraklarda yaşayan insanlar, AB istediği için değil, kendi köklerimiz olan doğa ve uygarlık mirasımızı korumak için harekete geçmeliyiz. Türkiye’nin doğası üzerinde yürütülen yıkım politikası, AB standartlarından evvel Anadolu insanının kamu vicdanını ihlal ediyor.”
Artık, sığınılacak bir “AB istiyor” bahanesi de kalmadığına göre vicdanları rahatlatacak bir gelişme bekliyoruz...

Polonya’da yeni trend Türk simidi

Tesco Kipa, birincisi yapılan Türk Haftası etkinliği kapsamında Türk lezzet ve ürünlerini Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Slovakya’da 800’e yakın mağazada gerçekleşen etkinlikle tanıttı. Uygulama kapsamında simit, helva, lokum, taze balık, fındık, kuru kayısı ve turşu gibi 30’dan fazla ürün satılıyor. İki hafta boyunca sürecek aktiviteden üç milyon liranın üzerinde gelir sağlanması bekleniyor. Üç ülke için ayrılan tanıtım bütçesi 700 bin avroyu bulan etkinliğin açılışını Dış Ticaretten Sorumlu Devlet Bakanı Zafer Çağlayan gerçekleştirdi. Şu anda Tesco’nun global olarak gıda dışı ürünlerde Türkiye’den 150 milyon poundluk bir alımı var. Yapılan bu aktiviteyle birlikte Tesco’nun Türkiye’den beş yılda 200-250 milyon lira civarında gıda alımı yapması planlanıyor.


Türk simidi oldu Türk pretzeli

Varşova’daki Tesco mağazalarından birine yaptığımız ziyarette helva satışlarının çok iyi olduğunu öğrendik. Helvanın yanı sıra simit satışları çok iyi gidiyormuş. Hatta Tesco Kipa Türkiye’den Polonya’ya sadece bu etkinlik için bir simit ustası göndermiş ve orada üç gün boyunca eğitim vermiş. Polonya’da sadece bir mağazada bir günde 600 adet simit satılmış. Ancak, Türk simidi başka bir kişi tarafından tescil edildiğinden Türk simidi ismi kullanılamamış onun yerine Türk pretzeli adıyla satış yapılıyor. Ayrıca, Türkiye’den gelen balık ürünlerine de yoğun ilgi gösteriliyor. Bu ürünler dışında hedef, Türk kahvesiyle ilgili de bir çalışma yapmak yönünde. Tesco, Türk lezzetlerini Polonya’da tanıtmak için billboardlar ve dergi tanıtımları yapmış, evlere beş milyon adet broşür dağıtmış.


Türk ürünlerine ilgi büyük

Aktivite hakkında bilgi veren Tesco Kipa Türkiye Ticaret Direktörü Murat Sağlık, Türk lezzet ürünlerini Avrupa’ya alıştırmaya yönelik bu etkinlikle Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Slovakya’da 10 milyon tüketiciye ulaşmayı hedeflediklerini söyleyerek, “Şu anda sadece Polonya’da 250 bin kişiye ulaştık. Türk ürünlerine oldukça büyük ilgi var” dedi. Avrupa Tesco’nun başına gelen yeni CEO ile Türk yerel ürünlerini Avrupa’ya tanıtma kararı aldıklarını ifade eden Sağlık, “Şu anda Tesco, Türkiye’de gıda hariç 150 milyon poundluk tekstil ve elektronik alımı yapıyor. Dünya genelinde yaptığı alım ise 100 milyar dolar. Şimdi buna Türk gıda ürünlerini de ekliyoruz. Böylece hem Avrupalıların Türk lezzetlerini keşfetmelerini hem de Türk tedarikçilerin Avrupa’ya açılmasını sağlamış oluyoruz” dedi.


Hedef rakıyı da Avrupa’ya getirmek

Bu etkinlikte doğrudan satılacak ürünleri belirlemek için 3 eylülde İstanbul’da İhracatçı Birlikleri Genel Sekreterliği ev sahipliğinde road-show yapılmış. Böylece, 15-20 tedarikçiyle doğrudan çalışılmaya başlanmış. Eğer bu uygulama başarılı sonuçlanırsa, bu sayının 100’e çıkarılması hedefleniyor. Amaçlarının Türklerin dışındakilere Türk lezzetlerini sevdirmek olduğunu dile getiren Sağlık, “Örneğin Türk kahvesini sevdirmek için burada sürekli tadım yaptırıyoruz. Bu etkinlik çok yeni bir başlangıç. Eğer başarılı olursa önce İngiltere’de daha sonra ise Asya ülkelerinde yaygınlaştırmak istiyoruz. Bu ülkelerde şarapla ilgili fırsatlar da var. Bir sonraki basamakta şarap, hatta rakıyı da Avrupa’ya getirmeyi planlıyoruz” dedi.


İnternetten tıklayana tatil var

Aktiviteye ilginin internet üzerinden devam ettiğini dile getiren Murat Sağlık, etkinliğin sadece Polonya’da beş günde 140 bin kişi tarafından tıklandığını belirterek, “Etkinlik kapsamında 10 çifte her şey dâhil Türkiye’de bir haftalık tatil vereceğiz. Bunun dışında 100 kişi de çeşitli miktarlarda para ödülü kazanacak” dedi.


40 yıl sonra süper güç

Tesco’da Türk lezzetlerini yerinde test eden Devlet Bakanı Zafer Çağlayan, Türkiye’nin Polonya’ya kurutulmuş gıda ve yaş sebze meyve ihracatının yılın ilk dokuz ayında 72 milyon dolar olarak gerçekleştiğini belirterek, “Sadece bu bölgede Tesco vasıtasıyla gelecek beş yıl içinde 100 milyon avroluk bir hedef belirledik” dedi. Türkiye’nin ticaretine katkı sağlamak için son dönemde oldukça yoğun dış gezilere katıldığını ifade eden Çağlayan, 18 ay içinde 68 ülkeye gittiğini belirterek, geçen hafta gerçekleştirdiği Hong Kong, Çin ve Japonya seyahatinin verimli geçtiğini; özellikle Japonya’da Türkiye’ye yapılacak yatırımlar konusunda çok büyük şirketlerin temsilcileriyle biraraya geldiklerini söyledi. Japonya’nın Türkiye ile ciddi ortaklıklar yapmak istediğini ifade eden Çağlayan, “Bu ülkenin ticaret bakanı ile görüşürken, önünde bir kitap vardı bana onu gösterdi. ‘2050’nin dünyanın üç süper ülkesi Japonya, Türkiye ve Polonya olacaktır’ dedi. Ben de ‘2050 yılını beklemeye gerek yok biz bunu bir an önce bitirelim dedim” dedi. Çağlayan, 2000’de Türkiye ile Polonya arasında 350 milyon dolar olan ticaret hacminin bugün 3,5 milyar dolara ulaştığını aktararak şöyle dedi: “Tesco Kipa bu çalışmasıyla ihracatımıza olumlu katkı sağlayacak. Bu proje aynı zamanda KOBİ’lerin uluslararası tedarik ve dağıtım zincirleri bütünleşmelerini sağlayacak. Bu projede dergi, afiş, gazete ilanı gibi maliyetleri de Tesco ile ortaklaşa karşılayacağız.”

Türkiye’nin SİT alanları HES olmasın

AKP’nin kültür ve doğa varlıklarının korunması mevzubahis olduğunda ne denli hoyrat olabildiğini son dönemde sıklıkla izliyoruz. Geçtiğimiz günlerde, bölgede yaşayanların yoğun mücadelesi sonucu Rize İkizdere Vadisi’nin SİT alanı ilan edilmesi üzerine, vadideki doğal yaşamı etkileyecek olan HES projelerinin durdurulması gündeme geldi. Ancak, İkizderelilerin sevinci uzun sürmedi diyebiliriz. Hükümet, bu karara neredeyse nispet yaparcasına, SİT alanlarının tanımını baştan aşağı değiştirebilecek olan Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu tasarısını Meclise getiriverdi. Tasarı kabul edilirse, doğal SİT alanı ve tabiat varlığı olarak tescillenmiş alanların bu statüleri sona erdirilebilecek.


Bu kurulda çatlak sese yer yok

Yasa tasarısına göre, oluşturulacak Ulusal Biyolojik Çeşitlilik Kurulu, mevcut SİT alanlarını yeniden değerlendirecek ve SİT alanı belirleme yetkisi de bu kurula verilecek. Çevre ve Orman Bakanlığı müsteşarının başkanı olacağı kurulda 14 bürokrat, Bakanlığın belirleyeceği iki sivil toplum kuruluşu temsilcisi ve dört akademisyen bulunacak. Buradan, bu kurullara atanacak olanların bağımsız isimler olmayacaklarını tahmin etmek hiç zor değil. Üstelik kurul salt çoğunlukla toplanacak. Öncelik olarak ortaya konan da amaçlanan da, doğal varlıkları korumak değil kullanmak. Koruma, insanın fayda elde etmesinin devamlılığını sağlamak içindir, ama buradaki niyet daha çok rant ve talan yönünde. “Öyle bir yer yok” diyerek Allianoi’nin üzerini kumlayarak koruma yöntemi uygulamak isteyen bu Çevre Bakanlığı değil miydi? Su akan her yere yapılan HES’lerin bu yasayla birlikte çığ gibi artacağına kuşku yok.


2023’te akan su kalmayacak

Anadolu’ya can veren ve sayısı 2000’i bulan dere, Çevre Bakanlığı tarafından enerji üretimi için su kullanım hakkı adı altında 49 yıllığına şirketlere satıldı. Binlerce yıldır insanların Anadolu’daki varlık nedeni olan derelerin yeni sahipleri artık şirketler. Ama dev iş makineleriyle doğa harikası vadilere girerek hoyratça doğayı yok eden şirketlerin işi giderek zorlaşıyor. Çünkü yerli halk artık her yerde isyanda.
Doğa Derneği’nin hesaplamalarına göre, Türkiye’nin tüm projeksiyonlarını ayarladığı Cumhuriyet’in 100’üncü yılı olan 2023’te HES’ler Türkiye enerjisinin sadece yüzde 5’lik kısmını karşılayacaklar. Buna karşılık bu derelerin suyu kullanılarak yapılan tarım ve bazı vadilerdeki turizm faaliyetleri suyun neredeyse tamamına yakını enerji üretiminde kullanılacağı için son bulacak.
Örneğin, HES yapılması planlanan Yuvarlakçay’ın şimdi akan suyu ile gerçekleştirilen tarımın ülke ekonomisine yıllık katkısı 100 milyon dolar. Yuvarlakçay’a HES yapılması halinde tarım arazileri sulanamayacağından bu gelir de ortadan kalkacak. Bununla birlikte üretim yapamayan yerli halk şehirlere göç etmek zorunda kalacak.


Tabiat Kanunu İzleme Girişimi

Ancak, Taksim bombacısıyla bir tutulan çevre ve doğa hakları savunucularıyla yerel halk daha çok birbirine kenetleniyor. Doğaya bir an önce sahip çıkılması ve korunması için çalışan Anadolu’nun her yerinden 46 sivil toplum kuruluşu Tabiat Kanunu İzleme Girişimi adı altında birleşti. Girişimin geçen hafta İstanbul’da Mimarlar Odası’nda yapılan toplantısına katıldım. Türkiye’nin her yerinden üşenmeden kalkıp gelen insanlar, doğal yaşama sahip çıkılması için tasarının geri çekilmesini, yeni bir yasa tasarısı hazırlığının başlatılmasını, bu yeni süreçte doğa haklarının ve uluslararası taahhütlerin dikkate alınmasını talep ediyor. Doğal olarak uygulama ve hazırlık sürecinde sivil toplum kuruluşlarının daha fazla işin içine dahil edilmesini talep ediyor. Girişim, daha sistematik mücadele için yapılacak eylemlerin arttırılmasının yanında yoğun bir hukuk mücadelesi de başlatmak niyetinde.
Tabi, çevre savunucularına yapılan saldırılar da işin başka bir boyutu. Loç Vadisi’ni Koruma Platformu üyelerine ve bölge halkına HES inşaatını yapan şirketin yetkilileri saldırırken, Jandarma, “Ne haliniz varsa görün” diyerek olanlara seyirci kaldı.
Toplantıya katılan bir kişi, bölgedeki tecavüzün daha da arttığını ve daha fazla eylem gerektiğini dile getirdi. Ancak, şu sözleri durumun vahametini ortaya koyuyor: “Loçluların ne ekonomik ne de psikolojik olarak hali kalmamış. Halk tamamen çökmüş durumda. HES’lerin birilerine peşkeş çekilmesini acıyla izliyoruz. Buralara daha fazla gitmek lazım.”


İlerleme Raporu’na girer mi?

Malum Çevre Faslı müzakereye açıldı. Doğa korumaya yasayla darbe vurmaya niyetli AKP’nin kılıfı da hazır: AB müktesebatı öyle istiyor! Cuma günü basına sızan Türkiye 2010 İlerleme Raporu’nun son hali 9 Kasım’da açıklanacak. AKP’nin çevre ve doğayla ilgili olumsuz uygulamaları İlerleme Raporu’nun basına sızan haline yetişmemiş. Ama çevre savunucularının işin peşini bırakmayacağı kesin. “AB öyle istiyor” kılıfıyla yapılmak istenenler, AB’den her durumda gelmeye başlayacak uyarılarla her an ters tepebilir.