Bu anayasal öneriler bildiklerimizden değil

Türkiye’nin gündemi bu değil diyeceksiniz ama bu ülkede çok az gündeme gelen, toprağı, ağacı, suyu, bitkiyi rant için sattırmak istemeyen yollara düşmüş insanlar var. Sesleri nerdeyse hiç duyulmayan, anayasa tartışmalarına farklı bir boyut getirebilir miyiz diye kafa yoran, ilk kez ekolojik anayasa talebini ortaya koyan insanlar var. Çoğunluk ise çılgın projeleri, üçüncü köprüyü, iki yeni İstanbul’u, nükleer enerji santrallerini, her vadiye bir HES’i, çevreyi, doğayı hatta insanı yok sayan dizginlerinden boşanmış kalkınma faaliyetlerini konuşmayı daha çok seviyor. Ben, sevilmeyenlerden bahsedeyim.
Doğaya egemen olma, onu sınırsız bir kaynak gibi kullanma yaklaşımı üzerine kurulan kalkınmanın bugün dünyayı getirdiği nokta ortada. Ekosistemlere verilen zararlar iklim değişikliğine neden oldu, insanlık kendi eliyle yaratılmış felaketlerle mücadele etmek zorunda. Bunun böyle devam etmemesi için farklı bir yaklaşıma ihtiyaç var. Toplumun farklı kesimlerinin nasıl bir anayasa talep ettiği, uzun zamandır ülke gündemine getirilmiş olsa da, şimdi bir grup insan Türkiye’de yapılacak yeni anayasa için ilk kez “ekolojik anayasa” talebini literatüre sokmaya çalışıyor.

Diğer anayasa yazım heyetleriyle paylaşım

Girişimin amacı, yeni anayasanın doğayı bir hak öznesi olarak tanımasını sağlamak. Ekolojik Anayasa Girişimi, Türkiye’deki Yeşiller Partisi’nin öncülüğünde başlatılan bir hareket. Yeni anayasanın doğanın haklarına ve ekolojik ilkelere vurgu yapan sivil ve demokratik bir anayasa olması için tartışma başlatmak amacıyla kurulan girişimin akademisyen, hukukçu, politikacı ve gazeteci gibi farklı meslek gruplarından 40 kişilik bir Çağrıcı Grubu var. Grup, biri şubatta, diğeri geçen hafta olmak üzere iki çalıştay düzenledi ve önerilerini ortaya koydu. Bundan sonraki hedef, diğer anayasa çalışması yapan gruplarla irtibata geçmek. Bir sonraki adımda 12 haziran seçimlerinin ardından siyasi partilere Ekolojik Anayasa Girişimi metninin sunulması var. Değişik illerde çalışmanın anlatılarak, daha geniş kitlelerde farkındalık yaratılması da hedeflerden biri.

Ekolojik vatandaşlık

Mutabakat sağlanan görüşlerden bazıları şöyle: Yeni anayasa insan merkezli değil ekoloji merkezli olmalı. Anayasada insan, çıkarları ve geleceği doğadan ayrı ve bağımsız bir varlık gibi tanımlanmamalı, anayasa insanı tabiatın bir parçası olarak görmeli. İnsana saygı, çevreyi metalaştırma hakkını vermez. Hayvan hakları anayasal güvence altına alınmalı, hayvanlara yönelik suçlar ceza yasası kapsamında değerlendirilmeli. Vatandaşlık, doğaya zarar vermemek ve gelecek kuşaklar adına onun emanetçisi olmak anlayışına uygun olarak ekolojik sorumluluk çerçevesinde tanımlanmalı. Özel mülkiyet, hakların korunması gözetilerek, kamu yararı yanı sıra çevrenin korunması amacıyla da kısıtlanabilir. Çevre sorunlarının ulusal sınırlarla sınırlandırılamayacağı, küresel bir anlayışın zorunlu olduğu kabul edilmeli.

Ekoloji merkezli kamu yararı

Ekolojik anayasanın mutabakat metninde kamu yönetimi ilkelerine de geniş yer verilmiş. Oradaki ilkeler ise şöyle sıralanıyor: Yeni anayasa, bireylerin ve sivil toplumun çevre konularında bilgi edinme, karar mekanizmalarına katılma ve yargıya erişim haklarını garanti altına almalı. Kamu yönetimi, çevrenin ve doğal varlıkların kullanımında, yönetiminde ve muhafazasında doğal dengenin gözetilmesinden yükümlü olmalı. Yeni anayasada kamu yararı ilkeleri ekoloji merkezli bir bakış açısıyla yeniden tanımlanmalı. Ekosisteme kalıcı olarak zarar vermiş uygulamaların oluşturduğu doğal ve sosyal tahribatın belgelenmesi ve tazmini için tedbirler bir kamu sorumluluğudur. İklim değişikliği, çevre kirliliği ve doğa korumayla ilgili tüm uluslararası anlaşmalara taraf olunmalı ve anlaşma hükümleri iç hukuka aktarılmalı.
Metinde yer alan en önemli maddelerden biri ise şöyle ifade edilmiş: Sürdürülebilir kalkınma ilkesinin doğa korumacıları değil, doğayı tahrip eden şirket ve yönetimlerin elinde her kapıyı açan sihirli bir anahtar haline geldiği ve uygulamada her zaman kalkınma lehine kullanıldığı, bu kavramın hukuksal değil, ideolojik bir kavram olduğu dikkate alınmalı. Bu nedenle sürdürülebilir kalkınma kavramının yeni anayasada yer almasının önüne geçilmesi gerekir.
Dünyada Bolivya, Kenya, Ekvator gibi ülkeler dışında ekolojik anayasa konseptiyle hazırlanarak yürürlüğe konmuş anayasa yok. Ancak, bu konuda kabul görmüş birçok uluslararası bildirge ve sözleşme var. Bunların kaynak olarak kullanılması da metinde önerilen konulardan biri.

Yunan tragedyasında yeni bölüm

Avrupa’nın uzun süredir izlediği Yunan tragedyası kötüleşerek sürüyor. Küresel kriz döneminde Avrupa’nın ilk kurtarılan ülkesi unvanına sahip Yunanistan’ın durumu yeniden tartışma konusu. Avrupa ve Birliği ve IMF’in çabalarıyla 110 milyar avro finansal yardım yapılan Yunanistan’ın yeniden kurtarılması tartışmaları geçen hafta gündemden düşmedi. Yunanistan’ın kurtarma paketinin koşullarını karşılayamadığı yönünde çok ciddi şüpheler var. Üstelik, Yunanistan’ın 2012’de kendi başına borcunu çeviremeyeceğine de kesin gözüyle bakılıyor. Borcun yeniden yapılandırılması, AB ve IMF’ten ek yeni yardım istemesi ya da borcunu ödemesi için daha fazla süre verilmesi tartışılan görüşler arasında. Ülkenin borcunun yeniden yapılandırılmasının hem Yunanistan’a hem diğer Avro ülkelerine zarar vereceği ise en güçlü öngörü olarak ortaya çıkıyor. Yapılan hesaplamalara göre, Yunanistan 2013’e kadar 60 milyar avroya yakın kaynak bulmak zorunda.
Yunanistan’a ara dönem ziyareti gerçekleştiren AB ve IMF yetkilileri, Atina’da karşılaştıkları durumdan pek memnun değiller. Borçları yeniden yapılandırmanın Yunanistan için mucize getirmeyeceğini belirten IMF, ülkenin istemesi halinde, ek destek vereceklerini kaydediyor. Yunan hükümetinin bütçe performansını ölçen heyetin ilk izlenimi sıkıntıların sürdüğü şeklinde. Bir IMF yetkilisinin yaptığı açıklamalar sıkıntıyı ortaya koyuyor: “Bütçe gelir hedeflerinin tutmayacağına ilişkin endişe var. Daha fazla kesinti istenebilir.”
Rapor, Yunanistan’ın kullandığı yardımın 12 milyar avroluk yeni diliminin serbest bırakılması için kritik. IMF, Atina’nın geri ödemelerinin 7,5 yıldan 10 yıla çıkarılmasını istiyor. Almanya ise, Yunanistan’a yeni bir destek sağlanmadan önce Atina hükümetinin ödevlerini yerine getirip getirmediğine bakacak. Kurtarma paketini aldıktan bir yıl sonra borcunun sürdürülebilirliği sorgulanır hale gelen Yunanistan, gözden geçirme ziyaretinde olumlu izlenim bırakırsa –ki zor görünüyor- AB’den ikinci kez yardım alabilir.

Özelleştirmeler birinci öncelik

Gelinen noktada, özelleştirmeler mevcut durumun en hassas noktasını oluşturuyor. Şu anda Yunanistan Başbakanı Yorgo Papandreu’nun ajandasının ilk maddelerinden birini özelleştirme programının oluşturduğu belirtiliyor. Papandreu, sağlam bir özelleştirme planı için hazır olduklarını, bunun da kamu kesimine fayda sağlayacağını söyleyerek, “Başlangıçta özelleştirmeler bir öncelik değildi. Ancak, şimdi özelleştirme planı ajandanın bir numarası. Gerçekleştireceğimiz kalkınma projeleriyle borcumuzu ödeyeceğimiz konusunda güçlü olduğumuz göstereceğiz” diyor.
Bu arada, Papandreu, kendileri için son derece hassas olan bir konuya da açıklık getiriyor: “Bize ada ya da anıtları kefalet olarak verip vermeyeceğimizi sormak, bizi bir nevi aşağılamaktır. Bizim verdiğimiz sözler ve yaptıklarımız yeterli garanti olacaktır.”
Son dönemde gelir hedeflerini yakalayamayan Yunanistan’ın piyasaya 2012’de de dönemeyeceği belirtiliyor. Yunanistan, ikinci bir paket üzerinde uzlaşırsa bunun şartlarının çok sert olacağı kaydediliyor. Avro Bölgesi yetkilileri gelecek hafta Yunanistan krizini görüşecek.

Yeni en zayıf halka Güney Kıbrıs

Yunanistan’ın ardından İspanya, Portekiz, İrlanda Avrupa’nın en zayıf halkaları olarak sıralandı. Gözden kaçan bir ülke var ki, o da Güney Kıbrıs. Çok ciddi ticari denge açığı yaşanan ülkede, hem ihracat hem de ithalat gerilemiş durumda. Güney Kıbrıs’ın bankacılık sistemini kurtaracak finansal kaynaklar bulamaması, Yunanistan’ın yardım yapamayacak durumda olması Güney Kıbrıs’taki ekonomik krizi tetikliyor. İşsizlik oranı yüzde 8, bütçe açığı 400 milyon avro civarında, 892 bin nüfuslu ülkede kamuda çalıştırılan personel sayısı 70 bin 429. Geçtiğimiz günlerde Güney Kıbrıs Merkez Bankası Başkanı Athanasios Orfanidis’in dayanamayıp, geçmişte Yunanistan’ın yaptığı gibi Güney Kıbrıs Maliyesi’nin de rakamlarda sahtekârlık yaparak AB’yi kandırmasını dile getirmesi, Merkez Bankası ile hükümeti karşı karşıya getirdi. İflas kapıda, iflas etmemesi için AB’nin diğerlerine yaptığı gibi Güney Kıbrıs’a da mali yardımda bulunması gerekiyor. Öte yandan, ülkenin devlet tahvillerinin de dünya piyasalarında hiç itibar görmediği de konuşulanlar arasında.

Türk ekonomisine güven, mutlak iktidara şüphe

Küresel krizin ardından gelişmiş ekonomilerin toparlanmadaki zorlukları, özellikle finansal sektörü yeniden ayağa kaldırmakta yaşadıkları sorunlar Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin’den oluşan BRIC ülkelerini göz bebeği yaptı. BRIC kelimesini dünya finans jargonuna 2001 yılında Goldman Sachs kazandırmıştı. BRIC ülkelerinin son 10 yılda gösterdikleri dinamik büyümenin ardından Türkiye’nin bu gruba dâhil edilip edilmeyeceği tartışılıyordu. Hatta kimileri, hiçbir farklı anlama gelmese de, TBRIC diye bir kısaltma bile uydurmuştu. Sonunda Türkiye BRIC’e değil misk kedisi anlamına gelen CIVET’e dâhil edildi. Güney Afrika da BRIC’i çoğul hale getirdi: BRICS! Geleneksel ekonomik güç merkezleri olan Avrupa ve ABD’den güç kayması devam ederken, BRICS ile birlikte gelecek 10 yıla CIVET ülkelerinin damga vuracağından bahsedilmeye başladı. CIVET, BRIC’e göre daha riskli ancak pazar dinamikleri açısından cazip.

Dünya ekonomisinin Misk kedileri

CIVET ülkeleri arasında Kolombiya, Endonezya, Vietnam, Mısır ve Türkiye yer alıyor. CIVET içinde yer almak için gerekli şartlar arasında, büyümeyi ve harcamayı destekleyecek (vasıflı!) genç nüfus, kredi kanallarının destekleyecek düşük borç yükü, istihdam imkânları ve uzun soluklu büyüme yaratacak çeşitlendirilmiş bir ekonomi, yüksek tasarrufları veya büyümeyi finanse edebilecek sermaye birikimi yer alıyor. Türkiye, bu kriterlerin büyük kısmını yerine getirebildiği için CIVET arasında sayılıyor. En önemli göstergelerden biri de, bu ülkelerin hepsinin yabancı yatırımcı çekme cazibesi. Gelişmekte olan ülkelerin bu yıl gelişmiş ülkelerden üç kat daha hızlı büyüyecekleri ve küresel toparlanmaya öncülük edecekleri de yine öngörüler arasında yer alıyor. Küresel ekonominin yeni gözdelerinden oluşan CIVET grubunun isim babası ise, dünyanın en büyük bankacılık gruplarından biri olan HSBC.

S&P’den CIVETS 60 Endeksi

Yapılan tahminlere göre, gelişmiş batılı ülkeler yavaş, BRICS ve CIVET ülkeleri daha hızlı büyüme gösterecek. Küresel büyümenin motoru, önce BRICS ardından CIVET ülkeleri olacak. Türkiye, genç nüfusu, düşük borçluluk oranı, çeşitlendirilmiş ekonomisi ve güçlü finansal sistemiyle grubun öne çıkan üyesi. Küresel ekonomik krize en iyi dayanan ve en az hasarla süreci yöneten bu ülkeler, geçen hafta ekonomi dünyasının iki önemli gazetesi hem Wall Street Journal hem de Financial Times’ın radarındaydı. Wall Street Journal, “Türkiye, yeni endeksin merkezi” derken, Financial Times, Standard&Poor’s’un geçen hafta açtığı CIVET 60 Endeksi’nin yüzde 21’ini oluşturarak kilit oyuncu olduğunu yazdı. Endeksin amacı, CIVET ekonomilerinin önemini uluslararası yatırımcılar için ne kadar arttığına dikkat çekmek. Ancak, ülkeler arasındaki siyasi farklılıklar göz ardı edilemeyecek düzeyde. Türkiye, grupta tek Avrupalı, AB ile üyelik müzakereleri sürdüren bir ülke iken, Vietnam otoriter bir rejimle yönetilen, Mısır ise halk ayaklanmaları sonrası reform aşamasında olup otoriterlikten kurtulmaya çalışan bir ülke.

Piyasaların Erdoğan endişesi

Ancak, Türk ekonomisine ilişkin tüm görüşler bu kadar olumlu değil. Türkiye ile ilgili bir analiz yayınlanan Economist dergisi, “Türkiye ekonomisi aşırı ısınıyor” derken, siyasi gelişmelere atıfta bulunarak, “Türkiye’de seçmenlerin bir kısmının hükümetin son dönemdeki baskıcı yöntemlerinden huzursuzluk duysa da, AKP’nin genel seçimlerde yine birinci parti olmasının beklendiğini” yazdı. Ekonomi, enflasyon ve cari açık rakamlarıyla uluslararası piyasalarda endişe uyandırırken, yaklaşan seçimlerin siyasi arenada yarattığı gerginlik de yakından takip ediliyor. Bu konuyla ilgili en çarpıcı, en değişik analizlerden birini geçtiğimiz günlerde Royal Bank of Scotland Group analisti Timothy Ash yaptı. Ash’in tespitleri şöyle: “Üçte iki çoğunluğu kazanmış bir AKP’nin tartışmalı bir Anayasa reformu dayatabileceğini, Türkiye’yi, bugünkünden de fazla gücü Başbakan, hatta “Başkan” Erdoğan’ın elinde toplayacak bir başkanlık sistemine doğru götürebilecek olduğunu gözlemleyen piyasalar genel itibariyle endişeli. Piyasaların tercihi statükonun muhafaza edilmesi yönünde.” Ekonomik göstergeler yıllardır AKP’nin güvendiği dağlar. 2007 seçimi gibi 2011 seçimini de ekonomik performansı sayesinde kazanacağı kabul görüyor. Bu performansın temellerinden birisi, dış piyasalarda Türkiye’nin itibarı. Ama yukarıdaki ihtiyatlı duruştan anlaşılıyor ki, dış piyasalar AKP garantisinin üstelik tek elde toplanacak daha fazla güç ve iktidar anlamına gelebilecek olmasına mesafeli. Bir nevi “AKP’ye evet, mutlakıyete hayır” demekteler.

Çılgın Proje’nin tarafları: AB ve Karadeniz’e kıyısı olan ülkeler

Türkiye’de son dönemde büyüme ve kalkınma odaklı ekonomi modelinin bir unsuru olarak yapılmak istenen HES’ler, nükleer enerji santralleri gibi projelerle çevre ve ekoloji ile ilgili konulardan çokça söz edilir oldu. Biz henüz ‘Çernobil’den ders çıkarmıyoruz bari Fukushima’dan korkun’ diyorduk ki, karşımızda Başbakan’ın ismiyle müsemma çılgın projesi denilen devasa bir Kanal İstanbul projesi bulduk. Karadeniz ile Marmara Denizi arasına kanal açma üzerine kurulu proje, şüphesiz pek çok tartışmayı da beraberinde getiriyor. Karadeniz ile Marmara arasına açılacak bu kanal ile Panama gibi gemilere alternatif geçiş sağlanacakmış.



Çevre Etki Değerlendirme! O da ne?

Tahmin edeceğiniz gibi projeye çevrecilerle birlikte bilimadamlarının pek çok noktada itirazı var. Karadeniz ile Marmara arasında Boğaz’daki akıntılardan oluşan su akımından farklı olarak doğal dengeyi bozacağı ve farklı sorunlar ortaya çıkaracağı yönünde görüşler var. Üstelik sadece sudaki değişime yönelik değil, tüm ekosistemi etkileyebilecek bir olumsuzluktan bahsediliyor. Kanalın yapılması halinde, tuzluluk açısından yatay denge bozulacak, Karadeniz’in tuzluluğu azalacak ve tatlı su gölü haline gelecek. Mevcut fauna ve flora yapısı yokolacak. Havzadan su çıkışı artacağı için havza kendisine su taşıyan nehirlerden daha fazla su isteyecek. Havzaya su taşıyan nehirlerin su seviyeleri azalacak, hatta kurumaları söz konusu olacak. Hacettepe Üniversitesi’nden Cemal Saydam hocanın görüşü konuyu gayet iyi özetliyor ve şöyle anlatıyor: “Süveyş Kanalı’nın iki tarafındaki denizdeki tuzluluk oranı birbirine yakın ve Süveyş Kanalı bu iki denizin tuzluluk oranlarını bozmaz. Korent ve Panama Kanalları doğu-batı istikametinde olduğu için her iki yakadaki deniz suyu tuzluluğu eşit ve bu kanallar tuzluluk açısından bu denizlere etki yapmaz. Karadeniz’in tuzluluk oranı yüzde 0,19 iken Marmara’nın tuzluluk oranı yüzde 0,38. İstanbul Boğazı’nın derinliği yeterli olduğu için üstten az tuzlu su güneye giderken, alttan çok tuzlu su kuzeye gidiyor ve denge bozulmuyor. 25 metre derinlikte bir kanal yapılacağı için üstten kuzey güney istikametinde az tuzlu su yine akacak ama alttan çok tuzlu su kuzeye akamayacak. Bu durumda havzadan net az tuzlu su çıkışı olacak. Net çok tuzlu su girişi de azalacağı gibi Karadeniz’in tuzluluk oranı uzun vadede gittikçe azalacak. Bu da suyun kaldırma gücünü olumsuz etkileyecek ve hatta 300 bin dwt’luk tankerler artık yeterli su kaldırma kuvveti olmayacağı için geçemeyecekler.” Saydam’ın konuyla ilgili açıklamalarını okuyunca, proje hazırlanırken bilimadamları bunları bilmiyor olabilir mi sorusu akla geliyor ki, bilmemeleri imkânsız.



Sınır aşırı ÇED raporu gerekli

Bunlar işin özetle çevreyle ilgili boyutu. Bir de Karadeniz’e kıyısı olan diğer ülkelerle ilgili boyutu var. Türkiye dışında, Bulgaristan, Romanya, Ukrayna, Rusya ve Gürcistan’ın da Karadeniz’e kıyısı var. Bu tip projeler sadece o projenin hayata geçtiği ülkeyi değil, Karadeniz’e kıyısı olan tüm ülkeleri ilgilendiriyor. Projeyle ilgili bir ÇED (Çevre Etki Değerlendirme) analizi yapılması halinde, projenin etkilerinin sadece kanalın gerçekleştirileceği Karadeniz ve Marmara kıyılarını değil, Karadeniz’e kıyısı olan tüm ülkeleri ilgilendirdiğini de hesaplamak lazım. Üstelik Karadeniz’e kıyısı olan bu ülkelerin ikisi Avrupa Birliği üyesi. Yani, Türkiye’nin “bu bizim iç işimiz, uluslararası boyutu yok, size mi soracağız” demek gibi bir durumu yok. Her ne kadar hükümet, 3’üncü köprü, Akkuyu ve Sinop Nükleer Santralleri, Ilısu Barajı gibi büyük projeleri ÇED’den muaf tutma uyanıklığını gösterse de, Kanal İstanbul gibi bir proje için sınır aşırı ÇED hazırlanması gerekiyor. Bağımsız uzmanlar tarafından hazırlanan raporların ortaya çıkması yıllarca sürerken, genel olarak ÇED raporunun finansmanını da projeyi yapmak isteyen ülke ödüyor.



Hesap verebilirlilik önemli

Böyle bir projeye hazırlanacak ÇED raporunun maliyetinin de milyon dolarlar mertebesinde olduğu belirtiliyor. Çok farklı parametre gözetileceği için raporun olumsuz çıkma olasılığı da hesaba katıldığında, bu maliyetli işe ödenecek paranın çöpe atılacağını söylemek yanlış olmaz. Kanal İstanbul için böyle bir raporun sonucunun ne olacağını kestirmek zor değil, birkaç gündür bu konuda uzmanların söyledikleri ortada. Böyle durumlarda Avrupa ne yapıyor diye bakıldığında, hem büyüklük, hem de birden fazla ülkeyi ilgilendirmesi sebebiyle Manş Tüneli’nin yapımı akla geliyor. İlginçtir, Manş Tüneli için hazırlanan ÇED raporu, proje sahiplerinin projenin çevre üzerindeki etkileri konusunda hesap verebilirliklerinin aracı haline getirilmiş. Yani ÇED bulguları, çevreye gelebilecek zararlar konusunda proje sahibini sorumlu tutmuş. Tünelin yapılacağı dönemde ÇED raporu çok önemli bir rol oynamış.

Manş Tüneli’ndeki etki analizi

Hatta Avrupa Komisyonu, ÇED raporlarında projenin vatandaşlar üzerinde direkt, ikincil veya kümülatif, kısa, orta ve uzun vadeli, kalıcı veya geçici, pozitif veya negatif sonuçlarının değerlendirilmesini istemiş. Bağımsız çevre uzmanları tarafından yapılan 46 tavsiyenin 42’si Manş Tüneli’nin kurucu anlaşmasına girmiş. Bunların arasında topografya, yeraltı suları, hidrojeoloji, toprak kalitesi ve tarım, karasal ekoloji, kıyısal hidrografi, deniz ekosistemi ve balıkçılık, arkeoloji, mimari miras, yerleşim, elektrik altyapısı ve telekomünikasyon, su ve gaz altyapısı, enerji tüketimi, dizayn ilkeleri ve görsel etki, ulaşım ağı, gürültü ve titreşim emisyon ve kalıntıları, hava, su ve atık emisyon ve kalıntıları başlıklarından oluşan 18 ayrı etki analizi yapılmış.
Çılgınların böyle “lüzumsuz” konularla işi olmaz ama bu defa kaçış yok.

Fosfat cennetine kim sahip olacak

Türkiye, fosfat kaynakları ve rezerv büyüklüğü açısından dünyada 12. sırada yer alıyor. Dünyada 16 milyar ton fosfat kayası rezervi var. Bunun yüzde 36’sı Fas ve Batı Sahra’da, yüzde 23’ü ise Çin’de. Dünya fosfat üretimi 1999’da 147 milyon tonken, 2009’da 178 milyon ton seviyesine yükselmiş. Tüketim de buna paralel bir seyir izliyor. Yıllık yüzde 3’lük artış öngörülüyor. Türkiye’deki rakamlara bakacak olursak şöyle: Fosfat rezervinin 500 milyon ton civarında olduğu belirtiliyor ve bu rezervin yüzde 80’lik kısmını sadece Mardin’in Mazıdağı İlçesi’ndeki yataklar kapsıyor.
Mazıdağı, hem kalitesi açısından yüksek bir değere sahip hem de Türkiye’nin en büyük fosfat kaynağı olma özelliğini taşıyor. Fosfat kayası, kimyevi gübre üretiminde en önemli hammadde. Mazıdağı Fosfat Tesisleri, Türkiye’deki en büyük fosfat hammadde kaynağına sahip olmasına rağmen üretim maliyetlerinin yüksek olması nedeniyle yıllardır verimli şekilde değerlendirilemiyor. Tesis, 1994’ten bu yana atıl durumda. Tesis, Özelleştirme İdaresi tarafından 2006 ve 2007’de iki kez ihaleye çıkarılmış ancak sonuç alınamamış.

Kapasiteye rağmen ithalat yapılıyor

2010 rakamlarına göre, Türkiye’nin yıllık fosfat kayası ihtiyacı 1,5 milyon ton. Ancak, Türkiye’nin fosfat ihtiyacının tamamı, daha ucuz olduğu için yıllardır ithal ediliyor. Yine 2010’da 180 milyon dolarlık fosfat ithalatı yapılmış. Gübre ve hammadde ithalatı için yapılan ithalat ise 1,5-2 milyar dolar seviyesinde. Son 10 yılda Türkiye’nin yıllık gübre tüketimi 5-5,5 milyon arasında. Diğer yandan, üretim kapasitesi ise 5,7 milyon ton. İhtiyaçtan fazla üretim kapasitesine sahip olmasına rağmen, ithalatın üretimden ucuz olmasının sağladığı avantajla üretimin neredeyse yarısı kullanılıyor, ayrıca ithalat önemli bir gelir kaybına neden oluyor.

Altı şirket ihalede teklif verdi

Tüm bu gelişmelerin ışığında Mazıdağı Fosfat Tesisleri’nin yeniden ekonomiye kazandırılması ve fosfat yataklarının değerlendirilmesi maksadıyla Özelleştirme İdaresi, mart ayında bir tesisin satışına yönelik bir ihale gerçekleştirdi. Dimin Madencilik San. ve Tic. AŞ, TMC Enerji Yatırımları San. ve Tic. AŞ, Konya Şeker San. ve Tic. AŞ, Eti Gümüş AŞ, Gemlik Gübre San. AŞ. ve GÜBRETAŞ olmak üzere altı şirket ihalede teklif verdi. Rekabet Kurulu da, ihaleye teklif veren altı firma ile ilgili değerlendirmesini yaparak 15 nisanda, bu şirketlerden herhangi birinin Mazıdağı Fosfat Tesisleri’ni devralmasının rekabet açısından sorun yaratmayacağını açıkladı.
Teklif sahiplerinden Tarım Kredi Kooperatifleri Merkez Birliği’nin çoğunluk hissesine sahip olduğu GÜBRETAŞ, birkaç yıl önce İran’ın en büyük petrokimya tesisi Razi Petrochemical şirketini satın almıştı. Fortune dergisinin geçen ekimde yayımladığı bir araştırmaya göre, “Türkiye’nin en hızlı büyüyen şirketi” olan GÜBRETAŞ’ın pazar payı yüzde 28,5. Bağlı olduğu Birlik, 1,3 milyon çiftçinin ortaklığı ile faaliyette.

DİKA’dan dört alternatif

Geçen yıl DİKA (Dicle Kalkınma Ajansı) tesislerin ekonomiye kazanımı için kapsamlı bir fizibilite çalışması yapmış. Rapora göre, fosfat kayalarının öğütülerek Doğu Karadeniz’deki asidik topraklarda doğrudan kullanımı, fosfatın kanatlı hayvan yemi olarak kullanımı, organik tarımda değerlendirilmesi ve fosforik asit üretimi ile gübre fabrikası kurulması olmak üzere dört alternatif öne çıkmış. Bu demek oluyor ki, Mazıdağı fosfatını hiçbir işleme tabi tutmadan tarımda kullanmak mümkün. Yine, bölgede bir gübre fabrikası kurulmasının da ekonomiye getireceği katkı ortada. Tesislerin bölgedeki tarım ve hayvancılıkla entegre edilmesi de önemli bir alternatif olarak ortaya çıkıyor. Dolayısıyla, tesislere sahip olacak taliplerden biri, Türkiye’nin en büyük fosfat rezervine de sahip olacak. Bir anlamda şirket sektördeki pozisyonu itibariyle ‘tekel’ konumuna gelecek. Hem tesis verimli şekilde bölge ekonomisine kazandırılmış olacak, hem de sermayenin yurtdışına çıkışı engellenecek. Çiftçi, ucuz hammadde kullanacak, tarım ürünlerinin fiyatları da makul seviyelere inebilecek. Sektöre hem stratejik hem de ticari olarak yeni bir vizyon kazandırması beklenen bu ihaleyle şüphesiz, bölgedeki istihdama sağlanacak katkı da en önemli kazanımlardan biri olacak.
Çernobil’in 25. yılında Nükleere Hayır Yürüyüşü
Çevre, doğal yaşam ve kültür, iktidarların ve şirketlerin saldırısı altında. İnsanın doymak bilmez hırsıyla, Anadolu’nun dereleri HES’lerle şirketlere satılıyor, ormanlar, tarım ve SİT alanları hoyratça kullanılıyor, Çernobil’in etkileri sürerken, Fukuşima ile sarsılırken nükleer inadı devam ediyor. Tüm bu olumsuzluklara rağmen Türkiye’de çevre bilincinin oluşması için çalışanların emeklerinin boşa gitmediğini ve yaygınlaştığını görmek gurur verici. Hükümet, nükleer santral konusunda tartışmaya bile gerek görmeden, yanı başından geçen Ecemiş Fay Hattı’na rağmen santralı yapmakta son derece kararlı. Japonya’daki felaketin boyutlarının dünyaya maliyetinin tam ne olacağını hâlâ kimse kestiremiyor. Greenpeace Akdeniz’in derlediği rakamlara göre, Japonya’daki nükleer kazanın TEPCO şirketine maliyeti 130 milyar dolar. Avrupa Radyasyon Risk Komitesi (ECCR) raporlarına göre, bölgede 200 bin kişi kanser riski altında. En az 25 ülke Japonya’dan ithal edilen zirai ve diğer gıda ürünlerine yasak getirdi. Bu karar, bölgedeki geçim kaynaklarını on yıllarca etkileyecek. Japon Nükleer Ajansı, 10 bin 500 ton radyoaktif suyun, Pasifik Denizi’ne boşaltıldığını doğruladı. Denizde yapılan ölçümlerde yasal sınırın 10 bin kat üzerinde radyoaktif iyot-131 tesbit edildi.

Nükleer karşıtları uyumayacak

17 nisanda Mersin’de Akkuyu’ya karşı insan zinciri ile başlayan çevre hareketleri, dün Ankara Kuğulu Park’ta nükleer karşıtı eylemle devam etti. Nükleer karşıtı eylem zinciri bugün İstanbul’da yapılacak, saat 12:00’de Kadıköy’de büyük bir miting düzenlenecek. Ardından, Çernobil’in 25. yıl anması için 26 nisanda İstanbul Galatasaray’da Greenpeace, Küresel Eylem Grubu ve Yeşiller olarak bir etkinlik gerçekleştirilecek. Bu arada, nükleer karşıtları nerede olurlarsa olsunlar Çernobil’in 25. yılı nedeniyle 25 nisan saat 09:00’dan 26 nisan saat 10:00’a kadar 25 saat uyumayacak. Nükleere karşı olmak için bir Çernobil yeter de artar, Fukuşima’ya gerek yoktu. Nükleer karşıtları yeni doğa ihanetleri olmasın diye uyumayacak.

Dünyanın gündemindeki kadın Arianna Huffington Türkiye’ye geliyor

Huffington Post, bilmeyenler için bu yılın şubat ayında AOL tarafından 315 milyon dolara satın alınmasıyla dikkat çekmiş bir internet sitesi. Ekonomi ve siyaset dünyasında ses getiren haberler yapan bu site, hızla ünlendi ve internet gazeteciliğinde yeni bir örnek oluşturdu. Time Warner’dan 2009’da ayrılan internet portalı AOL’in, Amerikan internet gazetesi Huffington Post birleşmesi, yeni medyanın kazandığı gücü açıkça ortaya koyuyor. AOL, küresel krizle birlikte 2010’da yüzde 26 oranında azalarak 2.4 milyar dolar olarak gerçekleşen cirosunu, bu yeni birleşmenin inşası ve yeniden yapılandırılması için kullanacak. Bu satın alma aynı zamanda, ABD’de bir internet blog sitesinin ne kadar büyük karlar sağlayabildiğini kanıtlayan ender girişimlerden biri. Huffington Post, ayda ortalama 25 milyon kullanıcı tarafından ziyaret ediliyor. ABD makamlarının bu satışa onay vermesinin ardından, yılın ikinci yarısında satışın resmileşmesi bekleniyor.

 

Bloggerlar dava açtı

Tüm bu başarının arkasında ise bir kadın var, Arianna Huffington. Huffington Post’un AOL ailesine katılmasıyla birlikte AOL Başkanı Tim Armstrong, bünyelerindeki yeni medya oluşumunun başına Arianna Huffington’ı getirdi. Satış bu kadar ses getirince, binlerce gönüllü yazarın içerik sağladığı sitenin hissedarlarları ve blogçuları, satıştan kendilerine pay verilmemesini “köleliğe” benzeterek, 105 milyon dolarlık tazminat davası açtı. Süreç nasıl işleyecek hep birlikte göreceğiz.

 

Ekimde İstanbul’a geliyor

Dünyanın en güçlü kadınları arasında gösterilen Arianna Huffington, kazandığı bu deneyimleri çeşitli platformlarda paylaşıyor. Bu etkinliklerden biri de yakında Türkiye’de yapılacak. Huffington, dijital pazarlama alanının uzmanlarını biraraya getirecek 13 ekimde Digital Age tarafından düzenlenen Digital Age Konferansı’nın konuğu olacak. Huffington’ın konuşmacı olarak gelmek için yüklü miktarda para istediği belirtiliyor. Huffinton’ı dinlemek için gelecek katılımcı sayısının yüksek olacağı kesin.

 

Siyasette başarısız olunca...

Peki kim bu Arianna Huffington? 61 yaşındaki Huffington, Atina doğumlu, İngiltere’de büyümüş. Daha sonra New York’a taşınmış, 80’li yıllarda Cumhuriyetçi Michael Huffington ile evlenmiş. Bu evlilik sayesinde ABD’nin siyasi ve zengin elit tabakası ile yakın ilişkiler kurmuş. Kitap yazmış, çeşitli televizyon programlarına yorumcu olarak katılmış, bir dönem gazetedeki köşesinde siyasi değerlendirmeleri ile önemli bir okur kitlesi kazanmış. İlerleyen zamanlarda kocasının aksine 2003’te California’da Demokrat Parti’den siyasete girme denemesinde bulunmuş. Seçimi Cumhuriyet Partili Arnold Schwarzenegger’e karşı kaybetmiş. Aslında, siyasette kaybetmiş olması Huffington’ın hayatının dönüm noktası olmuş. 2005’te girişimci ve gazeteci Kenneth Lerer ile birlikte 1 milyon dolar yatırımla Huffington Post adlı online haber sitesini kurdu. Site ilk dönemlerde diğer haber sitelerine link vererek ya da o haber sitelerini kaynak göstererek yayıncılık yapmış. Haberden ziyade yorumu, yazarın kişisel bakışını öne çıkarmış. Huffington, bu arada kişisel ilişkilerini de kullanarak, siyaset, ekonomi ve eğlence dünyasından pek çok ünlü ismi sitesinin yazarları arasına katıyor. Barack Obama, Hillary Clinton, Bill Gates, George Clooney, Madonna ve Donna Karan’ın da aralarında bulunduğu birbirinden ünlü isimler Huffington Post’ta yazmaya başladı. Hatta, birkaç yıllık bir genç bir site olmasına rağmen birçok büyük gazetenin köşe yazarını bünyesine katma başarısı gösterdi.

 

Farklı bir iş modeli yarattı

Ardından, binlerce blog yazarıyla içerik ortaklığı anlaşması yaptı. Arianna Huffington, bir zaman sonra “Blogger Queen” yani Blogger Kraliçesi olarak anılmaya başlandı. Son yıllarda haber merkezini güçlendirdi, çalışan sayısı 200’ü geçti. İçeriğini ücretsiz sunan Huffington Post, gelirini reklamlardan elde etti. Aylık 25 milyon ziyaretçi sayısı ile pek çok gazeteyi ve haber sitesini solladı. Bu rakamlar, okuyucu yorumlarının sayılarına yansıyor, bazı yazılara binlerce yorum yapılması dikkat çekiyor. Tabi, tüm bu avantajları ve girişimci yönü, büyük grupların ilgisini kısa sürede çekmesine yetti de arttı bile. Ardından AOL ile birleşme kaçınılmaz hale geldi, 315 milyon dolarlık satış rakamıyla internet sitesiyle nasıl para kazanılabileceğinin ve kadın girişimciliğinin en önemli örneklerinden biri oldu. 60’lı yaşlarının başında gelen bu şöhret ve büyük başarının sırrını, hem de bize yakın bir kültürden gelen Atinalı Arianna Huffington’dan dinlemek epeyce ilginç olsa gerek.

Sendikal Platform çöktü, KKTC’de partiler 24 Nisan’a hazırlanıyor

Kuzey Kıbrıs’ta Sendikal Platform, 28 Ocak ve 2 Mart’taki Toplumsal Varoluş mitinglerinin ardından geçen hafta da Cumhuriyet Meclisi’nin önünde bir miting yaptı. Mitingin Türk medyasına yansıyan kısmında mesele, katılımcıların Türkiye aleyhine açtığı pankartlar, pankartlara polisin müdahalesi ve çıkan arbede olarak yer aldı. Bu miting, daha önce yapılan iki mitingden bazı sebeplerle farklıydı. O ayrıntılar nedir diye bakarsak, durum şöyle izah edilebilir.
Daha önce yapılan mitinglerde KKTC’deki sendikalar ve siyasi partiler birlikte hareket etmiş, Türkiye’nin dayattığı ekonomik önlem paketini sorgusuz sualsiz uygulamaya koyulan UBP Hükümeti’ni protesto etmişti. Ancak, 2 Mart’ta yapılan mitingin ardından yaşanan süreçte aralarında CTP, TDP ve DP’nin bulunduğu siyasi partilerle sendikaların arası açıldı, bir manada Sendikal Platform çöktü.
Sebep, tamamen liderliği ve gücü kimin elinde tutacağı meselesi. Sendikalar, sürecin başını çekmek isterken, siyasi partiler bu süreci “Türkiye ile kavga etmeden” götürmek niyetinde.

 

Siyasi partiler eyleme katılmadı

Bu sebeplerden siyasi partiler 7 Nisan’da yapılan eyleme katılmayacaklarını açıkladı. 7 Nisan’daki eyleme sadece sendikalarla marjinal gruplar katıldı. Meclis önünde yapılan eyleme polis sert biçimde müdahale etti. Bu arada, sendikacılar CTP ve TDP yöneticilerine karşı sözlü ve fiili saldırıda bulundu. CTP Milletvekili Ömer Kalyoncu, bir grup eylemci tarafından tartaklandı ve hatta sözlü saldırıya maruz kaldı.

 

Ayrı düştükleri noktalar

Sendikal Platform’un tamamen Türkiye karşıtı bir dil kullanıyor olmasından ve sürecin bunun üzerine kurulmasından siyasi partiler rahatsız. Argümanları, “Türkiye, bu ekonomik önlem paketini dayatıyor ama UBP Hükümeti de bu paketi kabul etti. Dolayısıyla tavır, Türkiye’ye değil, KKTC Hükümeti’ne olmalı” şeklinde. Partiler, her durumda Türkiye ile çalışmak zorunda olduklarını bildiklerinden, süreci doğru yönetip bazı durumları ‘sineye çekme’ taraftarı.
Siyasi partilerin bugüne kadar tavrı, sürecin birlikte oluşturulacak bir platform tarafından ve somut çözüm önerilerinin de geliştirilerek yönetilmesinden yana oldu. Mesela, karşı çıkılan uygulamalarla ilgili alternatiflerin geliştirilmesine yönelik bir tür komisyon çalışması gerçekleştirilmesi önerisi getirdiler. Ada’daki kaynaklar, sendikaların son derece sabırsız ve sürecin öncülüğü konusunda ısrarcı davrandıkları şeklinde görüş bildiriyor. Ekonomik paketin derhal çekilmesi ve Türkiye’nin Ada’ya müdahalesine son verilmesi talepleri, sendikacılar tarafından ileri sürülüyor.

 

UBP odaklı muhalefet

Buna karşılık, siyasi partiler bu kadar sert bir çatışma yerine çözüm önerilerini de oluşturduktan sonra tepkilerin Türkiye odaklı değil, UBP Hükümeti odaklı geliştirilmesini öneriyor. İşte mesele tam da burada düğümleniyor. Sendikalarla siyasi partiler arasındaki bu söylem ve tavır farklılığının, süreci bundan sonra daha da sertleştireceği görüşü hakim. Sendikalarla siyasi partiler arasındaki bu derin görüş farklılığının UBP Hükümeti’nin elini güçlendireceği de güçlü bir olasılık. Öte yandan, 5 Haziran’da yapılacak Kurultay’a hazırlanan CTP de, pozisyon belirlemeye çalışıyor. Muhalefeti yönlendirmek ve UBP Hükümeti’nin icraatlarını hedef almak niyetinde.

 

CTP-TDP’den ortak etkinlik

Bu arada, CTP ile TDP, 24 Nisan’da ortak etkinlik düzenleme kararı aldı. Partiler, Federal Birleşik Kıbrıs’ın onaya sunulduğu ve Kıbrıs Türk halkının büyük oranda evet dediği 24 Nisan referandumu iradesine dikkat çekmek amacıyla 24 Nisan’da ortak etkinlik düzenleyecek. UBP Hükümeti’nin hiçbir konuda çare üretemediği ve halktan gelen tüm tepkilere kulak kapattığı tespitinde bulunan bu iki parti, etkinlikte ‘kendi kendilerini yönetmek isteğiyle kendi yurdunda söz sahibi olmak’ noktasına dikkat çekecek. Konuyla ilgili partiler pazartesi günü bir basın açıklaması yapacak. Çözüm iradesi yeniden yansıtılacak ve sendikalara ‘bizsiz bu süreç olmaz’ mesajı verilecek. Mitingin geniş katılımlı bir meydan mitingi olması planlanıyor. Tüm bu gelişmelerin ışığında Kuzey Kıbrıs’ta gündemin ve havaların eşzamanlı ısınacağı kesin.

Arnavutluk artık kapalı kutu değil

Geçen hafta, İstanbul Ticaret Odası’nın işadamlarına Balkanlar’daki yatırım ve işbirliği fırsatlarını tanıtmak amacıyla başlattığı girişimin Arnavutluk ayağına katıldım. 50 yıl komünist rejim, ardından baskıcı bir sistemle yönetilen ve dünyayla ilişkisi kesilen Arnavutluk, çok partili demokratik sisteme 20 yıl önce geçmiş bir ülke olarak ekonomik anlamda pek çok şeye ihtiyaç duyuyor. Son sayıma göre 4 milyon 100 binlik nüfusa sahip ülkenin yüzde 70’i, çoğu Bektaşi olmak üzere Müslüman ve yüzde 30’u Hristiyan (yüzde 20 Ortodoks-yüzde 10 Katolik). Avrupa Birliği’nde serbest dolaşım hakkına sahip. Akla gelebilecek her türlü sanayi yatırımına, altyapı projelerine, konut, alışveriş merkezi gibi müteahhitlik işlerine fazlasıyla ihtiyaç var. Ülkede kamu harcamalarının son altı yılda yüzde 70’i karayolları için harcanmış. Bu harcamalar daha dört yıl sürecek. Hem hükümet hem işadamları Türklerle iş yapma konusunda istekliler. Türkiye, bu yeni gelişen ülkeden çok yüksek pay alabilir. Komşusu Yunanistan, daha çok ülkedeki bankacılık ve telekom sektörünü elinde tuttuğundan diğer alanlarda açık var.

 

Vergi sıralamasında 3’üncü

Arnavutluk’ta hükümet, gelecek altı ayda ihale edilmek üzere gündemine çok önemli ve büyük özelleştirmeler almış. Özelleştirmelerle bu pazara girmiş ve hala faaliyetlerini sürdüren pek çok örnek mevcut. Çalık Grubu, özelleştirmeden aldığı Albtelekom’la şu anda Eagle Mobile adıyla ülkede hizmet veriyor. Dört GSM operatörü arasında 3’üncü sırada olan Eagle, en hızlı gelişimi gösteren operatör. Çalık Grubu’nun BKT adlı bir de bankası var. Yine Arnavutluk’un milli havayolu şirketi Albanian Air’i özelleştirmeden Türk Evsen Group satın aldı. Şu anda Arnavutluk’un en yüksek vergi verenler listesinde ilk iki sıradaki kamu şirketlerinin ardından 3’üncü sırada yer alan Kürüm Holding, özelleştirilen demir çelik fabrikalarını satın alarak bu ülkeye girmiş. Kürüm Holding’in Arnavutluk’taki Genel Koordinatörü Zeki Kaya, 160 milyon avro yatırım yaptıkları fabrikanın piyasa değerinin 800 milyon dolar olduğunu, teklifler geldiğini ancak satmadıklarını söylüyor. Şimdi, Çinlilerle krom ve metalürji işine girdiklerini anlatan Kaya, ülkedeki ikinci en büyük krom rezervine sahip olduklarına dikkat çekiyor. Ekin Madencilik’in de bakır madenleri, Altınbaş Holding’in de Alpet markalı benzin istasyonları mevcut.

 

Özelleştirme programı çok yüklü

Hükümetin programına aldığı şirketler arasında neler yok ki? Petrol şirketi AlPetrol, sigorta şirketi Insic, demiryolları, elektrik dağıtımı, madenler, limanlar sadece birkaçı. 2 milyar tonluk karasal petrol rezervine sahip Arnavutluk’ta bu alanla birlikte doğalgaz taşıma işine talip aranıyor. Seranda, Lora ve Şencin limanları özelleştirilecek. Dört adet HES’in özelleştirmesi uluslararası ihaleyle yapılacak. Ülkenin elektriğinin yüzde 98’i HES’lerden karşılanıyor. Ülkenin su kaynaklarının sadece yüzde 40’ı işletiliyor. Drin Irmağı üzerine kamu-özel sektör ortaklığıyla bir HES projesi yapılması planlanıyor. Tiran’daki Parlamento binası yeniden inşa edilecek. Ayrıca, atık toplama ve su arıtma gibi altyapı işleri için ihaleler açılacak.
Önemli bir gelişme de şu: Balkanlarda yatırımcının çekindiği sorunların başında, girişimcinin yatırım yaptığı arazinin, komünist rejim zamanında başkalarına ait olduğunun iddia edilmesi ve tapuyla ispatlanması halinde açılan davalarda, hükümetlerin birşey yapamaması geliyordu. Arnavutluk’ta hükümet bu sorunu da çözmüş.
Arnavutluk’un liman kenti Durres ile Kosova’yı birbirine bağlayan ve inşaatını ABD’li Bechtel ile Enka İnşaat’ın birlikte yaptığı otoyola gişe konacak. Bunun işletmesine de Türkler talip olabilir. Şimdi, 1 milyar avroya malolacak ve Durres kentini Makedonya’ya bağlayacak otoyolla tünel projesi yapılacak. Tiran Büyükelçisi Hasan Aşan, Durres Limanı’nın büyük önem taşıdığını, iş dünyasının Türkiye’den Durres’e Ro- Ro seferleri yapılmasını istediğini söylüyor.

 

Siyasi kriz büyüyecek mi?

Bu arada, 8 mayısta ülkede seçim var. 2009’da yapılan seçimlerde Demokrat Parti lideri ve halen Başbakan olan Sali Berişa, o dönem oy sandıklarında yolsuzluk yapmakla suçlanmıştı. Bu seçimlerde Avrupa’dan pek çok gözlemci gelecek. Buna karşılık muhalefetteki Sosyalist Parti, Meclis’i yasal bulmadığı gerekçesiyle Meclis’i sürekli boykot ediyor, Meclis’te karar alınamıyor. Sosyalist Parti Lideri Edi Rama, aynı zamanda Tiran Belediye Başkanı. İlginçtir, AB üyeliği yolunda mesafe katetmek hem Edi Rama’nın hem de Berişa’nın seçim vaadiymiş. Ama AB entegrasyonu için gereken reformlar Parlamento çokluğu olmadığı için sağlanamıyor. 8 mayıstaki seçim nasıl bir tablo ortaya koyacak ülkede merak konusu.

Batı petrol için savaşıyormuş!

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin kararından sonra ABD, İngiltere, Fransa ve Kanada gibi ülkelerin de aralarında bulunduğu koalisyon güçleri Libya’ya karşı fiilen savaş başlattı. Bu önemli kararın tartışılmaya başladığı ilk andan itibaren "Batılılar Libya'nın petrolünün peşinde" argümanını kullananların sayısı hiç az değil. Pek çok insan, Fransa, İngiltere ve ABD’nin Libya’nın petrol kaynaklarının peşinde olduğunu düşünüyor. Ancak, ülkenin ekonomisinin neredeyse tamamının petrol gelirlerine dayandığı Libya’da, Batılılar zaten petrol musluğunun başında. Bakalım petrol endüstrisinde kimler faal durumda?

 

35 şirketin 14’ü Avrupalı

Libya’nın petrol geliri ihracat gelirinin yüzde 98’ini, gayri safi yurtiçi hasılanın yüzde 25’ini oluşturuyor. Libya, tüm Afrika kıtasında ispatlanmış doğalgaz ve petrol rezervlerinin yüzde 45’ine yakın kısmına sahip. Yapılan hesaplamalara göre, Libya’nın 46 milyar varil petrol rezervi ve 1.5 trilyon metreküp doğalgazı var. Uluslararası Enerji Ajansı verilerine göre, Libya normal dönemde günde 1.6 milyon varil petrol üretiyor, ürettiği petrolün yüzde 85’ini Avrupa’ya olmak üzere 1.49 milyon varilini ihraç ediyordu. İç karışıklık nedeniyle günlük üretim seviyesi 400 bin varile geriledi.
İhalesi yapılmış, yapılmakta olan ve imtiyazı alınmış petrol sahalarının sayısının 201 adet olduğu belirtiliyor. 35 tane yabancı petrol ve doğalgaz şirketi ülkede aktif durumda. Bunların 14’ü Avrupalı, 11’i Asya Pasifikli, altısı Kuzey Amerikalı, ikisi Rus, biri Kuzey Afrikalı ve biri de Güney Amerikalı. Bunlara çokuluslu petrol şirketlerinin yanı sıra çeşitli ülkelerin sahip olduğu milli petrol şirketleri de dahil. Halihazırda, Libya’daki petrolün yüzde 52’sini çokuluslu petrol şirketleri, yüzde 31’ini yabancı ülkelerin sahip olduğu milli petrol şirkeleri, yüzde 17’sini de bu iki grupta yer alan şirketlerin aralarında kurduğu ortaklıklar çıkarıyor.

 

Aslan payını İtalyan ENI alıyor

Libya’da şu anda 11 tane milli petrol şirketi faaliyette. Brezilya’lı Petrobras, Çinli CNPC, Hindistanlı ONGC, Endonezyalı Pertamina’nın da aralarında olduğu altı şirket Asya Pasifik bölgesinden. İkisi Avrupalı, Polonyalı Polish Oil&Gas ve Türkiye’den TPAO. Bir tanesi de dünya devi Rus Gazprom. Çin’in devlet şirketi CNPC’nin Libya’daki petrolün yüzde 10’unu ülkesine götürdüğü kaydediliyor. Cezayir’in Sonatrach adlı devlet şirketinin de küçük de olsa Libya’da faaliyeti var. Çokuluslu şirketlere gelirsek...
En önemli çokuluslu şirketler ENI, OMV, Repsol- YPF, ConocoPhilips, Hess, Marathon, Occidental ve Suncor olarak sıralanıyor. Aslan payını İtalyan ENI alıyor dersek yeridir, ülkedeki petrolün yüzde 25’inin ihracatını tek başına yapıyor. Bu şirketlerin dışında Total, BP, Wintershall, Shell, Woodside Petroleum gibi daha pek çok şirket adı saymak mümkün.
1 milyon 759 bin 540 kilometrekarelik yüzölçümüyle Afrika’nın dördüncü büyük ülkesi Libya’nın topraklarının yüzde 95’i çöl veya kurak araziden oluşuyor. Kuzeyde Akdeniz ve güneyde Ekvator Afrikası arasında bir kum denizine benzeyen ve çok eskiden de deniz olan Büyük Sahra Çölü’nün, yaklaşık 1300 kilometre uzunluğundaki büyük bir bölümü, Libya topraklarının tamamına yakın kısmını oluşturuyor. Peki petrol havzaları nerede?
Özellikle Sirte Körfezi’nin altından başlayarak doğu kısma doğru genişleyen ve Rimal’i de içine alan bölge, işte 35 şirketin ilgi odağındaki yer. Kaddafi’nin merkezi olan Batı Libya’nın Gharyan şehrinin batısına doğru olan bölge de, yine önemli bir petrol alanı olarak ilgi çekiyor. Yine bir diğer bilgiye göre, Libya’nın bilinen petrol rezervlerinin yüzde 80’i Kaddafi’nin kenti olan Sirte havzasında. İmtiyazlı sahalara bakıldığında, petrol kenti Res Lanuf’ta en büyük alanlar Waha Oil Co. konsorsiyumuna ait. Konsorsiyum ConocoPhilips, Marathon ve Hess şirketlerinden oluşuyor. Merkezi Tripoli’de bulunan ENI’nin hatırı sayılır sahalarının yanı sıra, Alman RWE, ABD’li ExxonMobil, Sarir kentinde de rezervlere sahip Rus Gazprom faaliyette. Zuetina’da büyük bir alan İngiliz- Hollanda ortaklığı Royal Dutch ve Shell’e verilmiş.
Sözün özü, süregelen askeri müdahaleyi "Emperyalist Batı, Libya'nın petrolü için savaşıyor" klişesiyle kolayca açıklarken Batı’nın ve aslında Türkiye dahil bütün dünyanın Libya’nın petrolüne çoktandır sahip olduğunu hatırda tutmak gerekiyor.

Nükleerde ısrar, ıstırabı görmezden gelmektir

Türkiye’nin defalarca girişimde bulunduğu ve tam da Japonya’da yaşanan felaketle aynı döneme denk gelen nükleer santral kararlılığı, hem yurtiçinde hem uluslararası alanda büyük bir talihsizlik olarak görülüyor. Dünyanın gözü Japonya’daki Fukushima nükleer santraline çevrilmişken, Enerji Bakanı Taner Yıldız, “içimin rahat etmediği bir şeyin altına imza atmam” derken, Başbakan Erdoğan Mersin Akkuyu’da yapılacak nükleer santralden asla geri dönüş olmadığını ifade etti. Hatta, nükleer santral tehlikesine karşı “evde oturmak da riskli” dercesine, nükleer santral ile tüp karşılaştırması yaptı. Tartışmalara cuma günü Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de katıldı, Türkiye’nin birden nükleer enerjiden vazgeçmesinin doğru olmadığını hatta Türkiye’nin nükleer için geç kalmış bir ülke olduğunu söyledi. Bizdeki nükleer felaket böyle... Biraz dünyadan örneklere bakalım.

 

Çernobil’den bugüne 800 kaza

Nükleer felakette ortaya çıkan radyasyon ve radyoaktif maddeler sadece “düştüğü yeri” yakmıyor. Nükleer enerji kazalarının geçmişine bakıldığında genellikle iki kazadan bahsedilir: Çernobil ve TMI (Three Mile Island). Dünyanın en feci nükleer kazası olarak tarihe geçen Çernobil’den yayılan radyasyonun İskoçya’ya kadar etkisini gösterdiği biliniyor. Sadece Çernobil’den bu yana irili ufaklı 800 tane kaza olduğu kayıtlara geçmiş bir veri. Nükleer kaza ve nükleer yakıt çubuklarının neredeyse eridiği son anda kurtarmalar, hemen tüm santrallerde olagelen hadiseler. Çernobil’den bu yana sadece ABD’de 200 adet son anda kurtarma vakası yaşanmış. Yine 2006’da İsveç’te meydana gelen bir kazada altı nükleer reaktörden dördü devre dışı kalmış. 2007’de Japonya’da yaşanan bir deprem sonrası nükleer enerji santralinde yangın çıkmış ve tesisin yedi reaktörü kapatılmış. O dönem 1200 litre kirlenmiş suyun denize karıştığından kaç kişinin haberi var? Örnekler muhtelif.

 

Bu duyarsızlık Japonlara hakaret

Dünyanın bu sıcak gündemini Greenpeace Akdeniz Direktörü Uygar Özesmi ile konuştuk. Özesmi, Başbakan’ın ve hükümetin duyarsızlığının, neredeyse herkese olan güvenini kaybetmiş Japonlara hakaret etmek anlamına geldiğini dile getiriyor ve şöyle devam ediyor: “Nükleer enerjinin karşısında olan çevre hareketleri, Japonya’da olanlar karşısında dehşete ve hüzne kapıldı. Bir şey yapılması için harekete geçti. Bizdeki politikacılar, verilen mesajlarla oradaki insanların ıstırabını görmezden gelerek, hâlâ uygulanan yanlış enerji politikaları nedeniyle evlerde kullanılan tüpü de küçümseyerek, orada kaybolan yaşamları hiçe saydılar. İşin insani boyutunu görmezden geldiler.”

 

Diretme yolunu tercih ettiler

Japonya, nükleer felaketi hâlâ bertaraf edebilmiş değil. Pek çok gelişmiş ve gelişmekte olan ülke önlemler alıyor, yeni güvenlik planları hazırlıyor. Dün gelen haberler, Fukushima bölgesinde üretilen gıdaların üretiminin yasaklandığı, Tokyo ve yakınlarındaki şebeke suyunda radyoaktif madde izleri bulunduğu yönündeydi. Peki dünyada bunlar olurken, bizde bu inat niye? Özesmi, bunu da şöyle açıklıyor: “Türkiye’deki çevre hareketleri nedeniyle daha önce nükleer santral yapımı iptal edildi. Halkın bunu yine engelleyeceğini bildikleri için dayatmacı üslup uyguluyorlar. Nükleere karşı Meclis’e 170 bin imza taşındı, bu daha önce nerede görülmüş? Cuma günü Greenpeace olarak başlattığımız imza kampanyası, bir günde 20 binden fazla imza aldı. Bu bakış açısıyla halkı dinlerlerse, olmayacak. İnsan fikrine yönelik saygılarının bir göstergesi bu. Hükümetin bu yanlıştan hâlâ dönme şansı var. İnsana değer verdiklerini göstermek için askıya aldıklarını söyleyebilirler. Bu gidişle halkın desteğini bu dayatmacı üslupla kaybedecekler.”
Özesmi’ye göre, nükleere yapılan her yatırım yenilenebilir enerji ve enerji geleceğinden çalmak demek. Avrupalı ülkeler nükleer enerji programlarını revize ediyor. Hem güneş, rüzgâr, jeotermal gibi yenilenebilir enerjinin payını arttırmaya hem de verimliliği yükseltmeye çalışıyor. Özesmi, mücadelelerinin nükleer kararı tamamen iptal edilene kadar süreceğini söylüyor: “Tehlikeli bir malzemeyle tehlikeli süreçlerle tehlikeli atıklar ortaya çıkararak enerji üretiyorsunuz. Bu süreçler işin içine dahil edildiğinde nükleer ucuz değil pahalı bir enerji. Zehirlenmiş toprakların, radyasyona maruz kalmış insanların bedeli nerede, rüzgâr, güneş vs santralinin bedeli nerede? İnsanı ve doğayı bu tartışmanın odağına koymak gerekiyor.”
Geçen yıl Enerji Bakanı Yıldız ile biraraya gelmelerinin üzerinden bir gelişme olmadığını kaydeden Özesmi, şöyle devam ediyor: “Bir yıl önce Bakan nükleerle yaşamaya hazırız demişti. Aynı cevabı şimdi Fukushima’nın 20 kilometre ilerisinde oradaki insanların gözünün içine bakarak söyleyebilir mi? O görüşmede, 2050’ye kadar Türkiye’nin enerji yol haritası raporunu sunduk. Nükleerle ilgili fikir ayrılığımız olsa da sizinle aynı düşünüyoruz, nasıl hayata geçirebiliriz diye bir heyet oluşturalım dedi. Ama heyet kurulmadığı gibi nükleere karşı eylem yapan 58 kişi yargılanıyor.”
Yani politikacılar bize diyor ki, Hasankeyf’siz, Allianoi’suz, ağaçsız, susuz bir Türkiye olabilir ama nükleersiz bir Türkiye asla olamaz. Nasıl olsa kıyamete daha çok var

Nükleer herkese endişe bize cesaret verdi

Japonya’da deprem ve tsunami felaketi, nükleer ve radrasyon faciasına çoktan dönüştü bile. Japonya’daki Fukushima nükleer santralinde meydana gelen patlamayla radyasyon seviyesi 6’ya yükseldi ki, gelişmeler Çernobil’de de yaşanan seviye 7’nin çok uzak olmadığı yönünde. Radyasyon felaketinin yaşandığı Fukushima nükleer santraline söndürme ve soğutma için gönderilen helikopterlerin aşırı radyasyona maruz kalmaları nedeniyle geri çekilmesi aslında dünyanın yeni bir Çernobil’i olduğunun açık göstergesi.
İster enerjisinin büyük bölümünü nükleerden karşılayanlar olsun, ister nükleer santral yapmayı planlayanlar, pek çok ülke telaş içinde. Endişe normal, zira faal durumdaki 442 ticari nükleer santralın yüzde 20’si önemli derecede sismik faaliyetin bölgelerde inşa edilmiş durumda. Bu konuda ilk açıklamalar Almanya’da geldi. Pek çoklarına inandırıcı gelmese de, kamuoyunu rahatlatmaya yönelik yapılan açıklamalarda, 1980 öncesi inşa edilen nükleer santrallerin geçici olarak kapatılacağı belirtildi. İspanya Hükümeti de ülkedeki nükleer santrallerin olası bir deprem veya sel riskine karış güvenliğinin gözden geçirileceğini açıkladı. Sekiz nükleer santralın bulunduğu İspanya’da, 40 yıllık geçmişe sahip Garona nükleer santralinin durumu tartışmalı. İngiltere Başbakanı David Cameron da, dün yaptığı açıklamada, Japonya’dan alınması gereken dersler olduğunu belirterek, nükleer enerjinin, miks bir enerji sisteminin parçası olması gerektiğini söyledi. İsviçre’de güvenlik tartışması sonuçlanana kadar yeni reaktörler inşa etme planını askıya aldı.

 

Fransa G-20 bakanlarını toplayacak

Gelişmiş ve gelişmekte olan 20 ülkeden oluşan G-20 grubunun dönem başkanlığını yapan Fransa’nın Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, dün yaptığı kabine toplantısının ardından, Japonya’daki nükleer kriz sonrası enerji alanındaki seçenekleri değerlendirmek üzere G-20 ekonomi ve enerji bakanlarını biraraya getirmeyi planladıklarını açıkladı. Fransa, 58 nükleer santralle 104 santral sahibi birinci ABD’nin hemen ardından ikinci sırada geliyor. Fransa, dünyada nükleer enerjiden en fazla yararlanan ülke. Enerji ihtiyacının dörtte üçünü nükleer enerjiden elde ediyor. Sarkozy, Japonya’daki durumun nükleer enerji güvenliğini yeniden alevlendireceğini ve yeni nesil santrallerin gündeme geleceğini biliyor. Sarkozy, Japonya’daki nükleer krizin, nükleer santral inşasının güvenilirliği ve enerji seçenekleri konusunda dünya genelinde soru işaretleri oluşturduğunu söyledi ki, bu endişe rakamlara bakılınca çok normal görünüyor. Sarkozy’nin bu çağrısı, Avrupa Komisyonu Enerjiden Sorumlu Üye Guenther Oettinger’in açıklamasının hemen ardından geldi. Oettinger, sadece Avrupa Birliği’ne üye 27 ülkenin değil, Avrupa’ya komşu ülkelerdeki eski nükleer santrallerin de depreme dayanıklı olup olmadığının incelenmesi gerektiğine dikkat çekti. AB Komisyonu sözcülerinden Marlene Holzner, nükleer santrallere, “Bu önerinin değerlendirilmesi ve tartışılması gerekli” dedi.

 

Türkiye’nin cesareti şaşırtıyor

Durum, nükleerden yüksek oranda fayda sağlayan ülkeleri bile sorgulatıyorken, Türkiye’nin nükleer enerji konusunda yaptığı açıklamaları tüm dünya şaşkınlıkla izliyor. Hükümetin ve Başbakan Erdoğan’ın nükleer santral aşkına meydana gelen facialar, ülkelerin aldığı kararlar, dünyanın yaşadığı endişe engel olamıyor. Hele ki, radyasyon ve tüp patlaması kıyası ve ardından Rusya Devlet Başkanı Medvedev’den Akkuyu’da yapılacak nükleer santral için ek güvence istemesi, tam da Türkiye’nin neden nükleer santral kurmaması gerektiğinin cevabı niteliğindeydi. Başbakan Erdoğan’ın Rusya’da temaslarda bulunduğu saatlerde, Rusya Enerji Ajansı Rusatom’un Genel Müdürü Sergey Kiriyenko, nükleer krizin Rusya’yı çok kötü etkileyeceğini, en kötü senaryonun da Japonya’daki nükleer krizin gelişerek yayılması olduğunu söyledi. Yabancı ajanslar ise, Erdoğan’ın Japonya’da yaşanan felaketin nükleerle ilgili planlarını etkilemeyeceği haberleri geçti.

 

AB yakın takibe alacak

www.abhaber.com sitesinde yer alan bir haber AB’nin bu konuda Türkiye’deki gelişmelerin peşini bırakmayacağını gösteriyor. Haberde, “AB, Japonya’daki gelişmeler sonrası Romanya ve Bulgaristan’daki santrallerin durumundan kaygı duyarken, Türkiye’nin nükleer santral kuracak olması bu gelişmeler ışığı altında değerlendirme konusu olacak. Siteye konuşan AB Konseyi’nden bir yetkili, Japonya’daki nükleer kaza sonrası Türkiye’nin kurmayı planladığı santrallerde gelecek dönemde AB takibinin söz konusu olabileceğini söyledi. Yetkili, AB’nin bu konuda sadece üye ülkeler nezdinde değil aday ve komşu ülkelerdeki nükleer santralleri de çok yakın takibe alma arzusunda olduğunu, bu alanda tüm Avrupa kıtasında ortak bir güvenlik politikasına ihtiyaç bulunduğunu ifade etti” dendi.
Fukushima’dan ders alabilecek miyiz? Doğaya hükmetme fikrinden vazgeçebilecek miyiz? Sorunun cevabı yazıda gizli.

‘Japonya’daki olay nükleer enerjinin sonudur’

Japonya, yaşadığı deprem ve tsunami felaketinin yaralarını sarmaya çalışadursun, fekaletin hemen ardından nükleer santralların zarar görmesi ülkeyi alarma geçirdi. Ülke artçılarla ara ara sallanıyor ancak nükleer santrallerde yaşanacak yeni patlama korkusu, deprem ve tsunami korkusunun önüne geçmiş durumda. Nükleer enerjinin bundan sonraki geleceğini de Japonya’da bu konuda yaşananlar belirleyecek gibi görünüyor. Çünkü, Japonya’dakilerin depreme en dayanıklı ve felaketlere en hazır santrallar olduğu belirtiliyordu. Durumun kontrol altına alınamaması halinde dünya kamuoyunda nükleer enerjiye güvenin tamamen kaybolacağı konuşuluyor. Ancak, Japon Hükümeti’nin yaşanan sürece ilişkin şeffaflığını ve dünya kamuoyunu bilgilendirme şeklini de takdir etmek lazım.
Felaketin ardından nükleer reaktörlerden birinde patlamanın meydana geldiği Fukushima 1 santralında, soğutma sisteminin devre dışı kalması nedeniyle, son çare olarak deniz suyundan yararlanıldı. Soğutma sistemi devre dışı kalınca uranyum yakıt çubukları aşırı ısındı ve soğutma suyunun hidrojen ve oksijeni ayrıldı. Hidrojenin patlaması sonucu reaktörü çevreleyen duvarlar yıkıldı. Reaktördeki basıncını azaltmak için buharın dışarı verilmesi esnasında radyasyon seviyesi arttı. Ardından iki ve üç numaralı birimlerde patlama oldu. Durum son derece kritik.
Atom Enerjisi Kurumu’nun rakamlarına göre, dünya genelinde, faal durumdaki 442 ticari nükleer santralin yüzde 20’si önemli derecede sismik faaliyetin olduğu bölgelerde. Artan enerji ihtiyacını karşılamak için 20 yıl içinde 350 yeni santral inşa edilmesi planlanıyor ve bu durum, bir doğal felaket sonucu nükleer facia yaşanması riskinin artması anlamına geliyor.

Dünya ne konuşuyor, biz nereye?

Türkiye de, Mersin Akkuyu’da nükleer santral yapmayı planlıyor. Zira, Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın Japonya’daki santralların otomatik olarak kapadığını ve durumun kontrol altında olduğunu açıklaması, konu hakkında ne kadar erken açıklama yaptığını gösterdi. Dün de, bir TV programında Yıldız’ı, 3’üncü jenerasyona sahip santralların daha yüksek standartlara sahip olduğunu söylerken duydum.
Santralın yapılacağı bölgenin Ecemiş Fay Hattı’nın birkaç kilometre yakınında olması kimsenin pek umrunda olmasa gerek. Nükleer tehlikenin farkına varmak için daha ne olması gerekli, onu da sizlerin takdirine bırakıyorum.

‘Artık kimse nükleeri savunamaz’

Dünyada nükleerle ilgili en büyük felaketler 1979’da ABD’deki TMI ve 1986’da Rusya’da meydana gelen Çernobil kazaları. Çernobil’in yarattığı yıkım ve tahribatla başetmek yıllar aldı. Fukushima’da aynı acı son yaşanabilir. Bu konuda fikirlerini almak üzere Yeşiller Partisi Eş Sözcüsü Ümit Şahin ile konuştuk.
Şahin, Japonya’da meydana gelen olayın nükleer enerjinin sonu olduğunu belirtiyor ve şunları anlatıyor: “Bu kazalardan sonra nükleer alandaki yatırımlarda önemli bir duraklama oldu. Raporlar, nükleer enerjinin 20-30 yılda sonunun geleceğini ortaya koyuyor. En önemli sebeplerinden biri pahalı olması. Son yıllarda tekrar nükleeri diriltme yönünde girişimler oldu. ABD’de Bush döneminde nükleer santrallere Hazine garantisi verilmesi gündeme geldi ancak olmadı. Ancak, Obama inşa edilecek nükleer enerji santralleri için Hazine garantisini 30 milyar dolara çıkardı. Bu son olaylardan sonra kimsenin nükleerin güvenli olduğunu iddia edeceği bir durum yok artık.”
Peki, Türkiye’deki süreci nasıl etkiler diye soruyoruz, Şahin onu da şöyle yanıtlıyor: “Türkiye, nükleer enerji savunucularının çok kolay at oynattığı bir yer değil. Akkuyu’nun lisansının alınması 1976. Türkiye’de çok sağlam bir nükleer karşıtı kitle var. Şimdiye kadar birşey olmaz, ileri teknolojinin kalkınmaya faydası olur deniyordu. Japonya’daki olaydan sonra artık onlar bile bu şekilde savunamaz. Sistem kontrol altına alınamıyor, soğutmayı devreye sokamıyor, deniz suyu pompalıyor o da başka sorunlar yaratıyor. Tahmin edilemez sonuçları var. Deniz suyu pompalayınca hidrojen patlaması oluyor. Japonya’daki bu üç reaktör artık kullanılamaz halde. Avrupa’da, Kanada’da yıllarca açılamayan santraller var.”

Dünya nükleeri tartışıyor

Meydana gelen olumsuz gelişmeler, nükleer enerjiye bağımlılığı 58 nükleer enerji santralıyla yüzde 80’lere varan Fransa’da da nükleer enerji tartışmasının yeniden açıklmasına neden oldu. Nükleere karşı çıkan siyasetçiler eleştirilerini arttırdı. Ekoloji ve Yeşil Hareketi, 2012’deki cumhurbaşkanlığı seçimleri için yürütülecek kampanyada, bu konuyu ön plana çıkartacak. Avrupa Parlamentosu Yeşiller Grubu Eş Başkanı Daniel Cohn-Bendit, nükleer enerji santrallerinin inşası konusunda referandum düzenlenmesi gerektiğini söylüyor. Ama siyasiler inatçı. Başbakan Francois Fillon, eleştiriler karşısında nükleer enerji santrallerinin güvenli olduğunu, yatırımların durdurulmayacağını belirtti.
Nükleer tartışmanın yapıldığı bir diğer ülke Almanya. Nükleer santralların kapatılarak, yenilenebilir enerjiye yönelinmesi konusunda bir eğilim olduğunu belirten hükümet temsilcileri, bağımsız uzmanlardan oluşan bir komisyona risk analizi yaptırmayı planlıyor. Hindistan da, nükleer santrallerin güvenlik sistemlerini gözden geçirme kararı aldı. İngiltere ve İtalya’da hükümetlere ciddi baskılar uygulanırken, pek çok ülke nükleer planlarını yeniden gözden geçiriyor.
Nükleer santrallar, halihazırda içerdikleri yüksek riskler yüzünden sigorta şirketleri tarafından sigortalanmıyor. Böylece felaket ve kazalarda oluşan tüm ekonomik maliyet halka yüklenmiş oluyor. Türkiye’de de olası bir durumda ortaya çıkabilecek tehlikenin boyutunu, bizi nasıl bir felatket senaryosunun beklediğini Japonya’ya bakarak görebiliriz. Görmek isterseniz tabi...

Almanya santralleri kontrol edecek

Dünyanın pek çok yerinde nükleer santraller sorgulanırken, Alman Hükümeti, ülkedeki nükleer santrallerin kapatılma süresinin uzatılmasına ilişkin kararın üç ay ertelenmesine karar verdi. Bu sürede her bir nükleer santralin güvenlik standartları ayrı ayrı gözden geçirilecek. Almanya Başbakanı Angela Merkel, güvenliğin her şeyden önemli olduğunu, bu nedenle bir an önce nükleer enerjiden yenilenebilir enerji çağına geçilmesi gerektiğini kaydetti. Bu üç aylık süreçte bağımsız bir uzmanlar komisyonu oluşturularak, bu komisyonun kararına göre gelecekte ne yapılacağına karar verilecek. Her bir nükleer santralda inceleme yapılarak, Japonya’da soğutma sistemlerinde meydana gelen arızalar nedeniyle Almanya’daki nükleer santrallarda da özellikle soğutma sistemleri kontrol edilecek.

Makinecilerin gözü Nimet Çubukçu’da

Türkiye’nin biri enerji diğeri yatırım malı olmak üzere iki büyük ihracat açığı kalemi var. Türkiye ithalatının yüzde 70’ten fazlasını ara malı ithalatı oluşturuyor, ara malı ithalatı bu yılın ocak ayında bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 42,8 artışla, 12,5 milyar doları buldu. Yine bu yılın ocak ayında yatırım malları ithalatı yüzde 45,1 artışla 2 milyar 265 milyon 252 bin dolara çıktı. Ocak ayında en yüksek ithalat içinde petrolün de bulunduğu mineral yakıtlar ve yağlarda görülürken, bu rakam 3,7 milyar dolar olarak gerçekleşti. Aynı dönemde doğalgaz ve mamul gaz ithalatında ödenen fatura ise yüzde 33,5 artışla 1 milyar 664,8 milyon dolar seviyesine yükseldi. Şimdi bu sıkıcı rakamlardan sonra nereye geliyoruz? Türkiye, cari açığını kapatma işini hep borçlanarak yaptı, sattığını satın aldığından daha fazla hale getiremedi. Geçen hafta bir grup gazeteciyle biraraya gelen Orta Anadolu İhracatçı Birlikleri (OAİB) Başkanı Adnan Dalgakıran, hem projeleri hakkında bilgi verdi hem de Türkiye’nin uzun yıllar alışkanlık haline getirdiği cari açıkla yaşama tehlikesine yönelik kurtuluş reçetesini anlattı.


Ar-Ge’ye eleman yetiştirilecek

Dalgakıran’a göre, kurtuluş reçetesi makine sektöründe: “Cari açığın sebeplerinden biri enerji, diğeri yatırım malı. Ya petrol ya da doğalgaz bulacaksınız ya da yatırım araçlarını burada üreteceksiniz. Petrol bulamadığımıza dua edelim. Yoksa hiçbir zaman teknoloji bazlı, katma değerli üretim yapamayız. Türkiye, emek yoğun sektörlerde bir büyüklük yarattı, nitelikli işgücüne yönelik alanlarda da başarı sağlamalı. Bu da Sanayi Strateji Belgesi’ne dayalı. Bazı sanayi dallarının Türkiye’nin yeni lokomotifleri olması sağlanabilir.”
Makine sektörünün şimdi bir hayali var. Görüşmeler olumlu tamamlanırsa, hemen harekete geçilecek ve sanayicilerin bir hayali gerçek olacak. Birliğin, Milli Eğitim Bakanlığı ile Sanayi ve Ticaret Bakanlığı arasında yaptığı görüşmeler neticesinde, ilk olarak Gebze’de bir Anadolu Teknoloji Lisesi kurulacak ve bu okul Türkiye’de ilk kez devlete devredilmeyerek, tamamen OAİB’in kontrolünde eğitim vererek, ağırlıklı olarak Ar-Ge personeli yetiştirecek.


Bütçesi üç milyon dolar olacak

Bu okulların İstanbul’dan sonra Bursa, Konya, İzmit gibi illerde de kurulması planlanıyor. Bütçesi ilk etapta üç milyon dolar olan bu proje başarılı olduğunda, başka sektörlere de rol model olacak ve hükümet sözkonusu projeyi, diğer iş kolları için de destekleyecek. Bütçe, Makine Tanıtım Grubu bütçesinden sağlanacak, işadamlarından da destek alınacak. Sanayici, kendi ihtiyacına yönelik okullara destek vermiş olacak. Makine sektörünün Cumhuriyet’in kuruluşunun 100. yılı olan 2023’te 100 milyar dolar hedefle, tüm sektörlerin lokomotifi olma yolunda hızla ilerlediğini hatırlatan Dalgakıran, “Biz, diğer sektörlerin de rekabet gücünü arttırdığımız için, tüm dünyada artık inanılmış bir iş koluyuz” diyor.


1,5 ay önce Çubukçu’ya anlattı

Makinenin dünyayla rekabet edebilmesi için eğitim sisteminde mutlaka köklü değişikliklere gidilmesi gerektiğini vurgulayan Dalgakıran, bu nedenle 1,5 ay önce Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu ile bir görüşme yaptıklarını ve Bakan’a projenin detaylarını aktardıklarını söylüyor. Proje için ayrıca, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı ile de olumlu temaslar gerçekleştirmişler. Şu anda tüm bu bakanlıklarla görüş birliği içinde olduklarını belirten Dalgakıran, okulla ilgili ayrıntıları ise şöyle aktardı: “Mesleki yeteneklere sahip insan gücünün yetişmesi için olmazsa olmaz şart, meslek liseleri. Biz hem meslek liselerinin oranının yükseltilmesi hem de önereceğimiz prototipte bir mesleki eğitim modeli üzerinde çalıştık. Buna göre sanayi bölgeleri içinde yer alacak Anadolu Teknoloji Liseleri kurulacak. Mesleki derslerin formasyonu tarafımızdan hazırlanacak olan bu okullarda hangi branşta eğitim verilecekse, o işle meşgul sanayicilerden bir mütevelli heyeti oluşturulacak. Okullar ayrıca, yerel yönetimler, Milli Eğitim Bakanlığı ve Sanayi Bakanlığı tarafından da temsil edilecek. Bölge sanayiinde çalışan en iyi mühendisler bu okullarda gelip ders verecek. Okulların makine, teçhizat gibi ihtiyaçları o bölgenin ilgili sanayi kolu tarafından karşılanacak.”


Hannover’e çıkarma yapacaklar

OAİB olarak yeni bir öneri üzerinde çalıştıklarını kaydeden Dalgakıran, artık sadece ihracat rakamlarının değil, ‘yerli katma değer’ yaratma rakamlarının da açıklanmasını talep edeceklerini söylüyor. Dalgakıran, “Yani, ihracat rakamları artık sağladığı yerli katmavdeğer üzerinden açıklanmalı. Bu hepimiz için çok önemli bir veri oluşturacak. Eğer 95 liralık ithalatla 100 liralık ihracat yapıyorsan, bu mutlaka bilinmeli” diyor. Küresel krizle birlikte Avrupa’da 70 bin işletmenin kapandığını ya da iflas ettiğini belirten Dalgakıran, “Avrupa artık zor işlerle uğraşmak istemiyor, tembelleştiler. 10-20 milyon dolarlık işletmeleri alıp, markalaşmak mümkün. Bu şirketleri takibe alıyoruz. Nisanda Hannover’de yapılacak fuara makineciler olarak büyük bir çıkarma yapacağız. Hannover’de yüz yüze görüşme dönemi başlatıyoruz” diyor. Bunun dışında sektörün, makinelerin ruhsatlandırılması konusunda da bazı çalışmaları var. Onu da Dalgakıran şöyle anlatıyor: “Yılda 40-50 milyar dolarlık makine alımı var. Tıpkı otomotiv gibi makineler de ruhsatlandırılınca, hem kredi hem de takipte büyük kolaylıklar sağlanacak. Bu sağlanabilirse, o zaman ülkede 500 milyar dolarlık teminat verilebilir yeni bir alan oluşacak.”

Mikrokredi uygulamasının makro sorunları

Prof. Muhammed Yunus’un hikâyesini bilmeyen yoktur. Son dönemde giderek daha fazla sorgulanan yoksullara küçük miktarlarda kredi sağlayarak iş sahibi olmalarına imkân veren sistemin kurucusudur. Yunus, şu günlerde çok farklı şekilde gündemde. Prof. Yunus, bir dönem AKP Diyarbakır Milletvekili Aziz Akgül’ün girişimiyle Türkiye’ye de gelmiş, Diyarbakır, Şanlıurfa gibi şehirlerde başlayıp diğer illerde de bu uygulamanın hayata geçirilmesine öncülük etmişti. Mikrokredinin fikir babası, Nobel Barış Ödülü sahibi Muhammed Yunus, yoksullara mikrofinans sağlayan Grameen Bankası’nın Genel Müdürlüğü’nden, Bangladeş Merkez Bankası tarafından azledildi.
Karara yaş haddi gerekçe gösterilerek, Yunus’un 70 yaşında olduğu dolayısıyla bu görevi daha fazla yapamayacağı belirtildi. Oysa, Yunus 10 yıldan fazla süredir bu görevde bulunuyor, neden daha önce değil de şimdi bu karar alındı? Halihazırda Bangladeş Merkez Bankası ise, 1983’te kurulan Grameen Bankası’nın yüzde 25 hissesine sahip. Grameen Bankası, Bangladeş Merkez Bankası’nın kararına karşı çıkarak, Yunus’un görevinde kalacağı açıklamasıında bulundu. Ardından, Yunus da Merkez Bankası’nın kararına karşı Yüksek Mahkeme nezdinde temyiz davası açtı ve yürütmeyi durdurma talep etti. Mahkeme, bu talebi kabul etti.
Grameen Bank, bugüne kadar 8 milyondan fazla köylüye mikrokredi vermiş. Banka, gelişip serpildikten sonra çeşitli iş sahalarına da girdi. Ülkenin en büyük mobil telefon şirketi Telenor Group ile joint venture yaptı, Fransız Danone Group ile yoğurt üretmeye başladı.


Siyasetçilerin sevmediğim adam

Yunus, Bangladeş’te son derece popüler bir isim. Hükümete yönelik eleştirileriyle dikkat çeken Yunus, görevden alınma kararının politik gerekçeleri olduğunu söylüyor. Zira, görevden azil mektubu Yunus’a, büyük baskılar altında olduğu bir dönemde gönderilmiş. Bangladeş Başbakanı Şeyh Hasina’nın, “ülkedeki siyasi elitlerin hırs ve yolsuzluk batağına saplandığını” söyleyen Yunus’tan bir an önce kurtulmanın yollarını aradığı da yazılıp çizilenler arasında. 2007-2008 döneminde Yunus, siyasi bir parti kurarak Şeyh Hasina’ya ciiddi bir rakip oldu ancak daha sonra bundan vazgeçti. Fakat, hala daha Yunus siyasetçiler tarafından sevilmeyen bir kişi. Siyaset sahnesinde yer alması halinde arkasına alacağı köylü desteğinden endişe ediliyor. Yunus, Öte yandan, bir dönem vergi kaçırdığı gerekçesiyle de hükümetin şimşeklerini üzerine çekmişti. Geçtiğimiz günlerde, Şeyh Hasina, Yunus’u fakirleri borçlandıran bir “kan emici” olarak nitelendirmişti.


Mikrokredinin diğer yüzü, intihar

Mikrokredi uygulaması sanıldığı kadar masum bir iş değil. 175 ülkede uygulanan mikrokredi projelerinde yaşanan sıkıntılar, artık kredi kullanan yoksulları intihara sürüklüyor. Daha birkaç ay önce, Hindistan’ın Andhra Pradesh eyaletinde 56 kişinin mikrokredi borçlarını ödeyemedikleri için intihar ettiği haberleri gelmişti. Hindistan’daki tüm mikrokredilerin üçte biri 75 milyon nüfuslu bu eyalette verilmiş. İntiharların nedeni, kredi taksitlerini ödeyemeyen yoksullara evlerine gelerek baskı uygulayan mikrokredi kuruluşlarının görevlileri. Eyalet yönetimi bu intihar patlaması karşısında, bu görevlilerin borçluların evlerine gitmesini yasaklamış. Ama ortak kefalet sistemine dayandığı için mikrokredi intiharlarının devam etmesinden korkuluyor.
Eyalette faiz oranlarının düşürülmesi ve borç ödemelerinin kolaylaştırılması talebiyle mikro kredi karşıtı bir hareket başlamış durumda. Birçok köyde insanlar borçlarını ödemeyeceklerini ilan ettiler. Mikro finans şirketlerine yönelik suçlamalar çok ciddi. Alacaklarını sigorta şirketlerinden tahsil edebilmek için borçluları intihara ittikleri, alacaklılarına insanlık dışı uygulamalarda bulundukları belirtiliyor. Grameen Bank gibi kuruluşların köylüleri, düzenli olarak ziyaret adı altında kontrol ettikleri, borcunu ödeyemeyecek gibi olanlara da çeşitli baskılar yapıldığı anlatılıyor.
2008’de patlak veren küresel mail krizle birlikte spekülatif yatırım araçlarını devre dışı kalmasıyla mikrofinans sektörü dikkat çekti. Tahminlere göre, mikrofinans sektörünün büyüklüğü 60 milyar dolar civarında. Prof. Dr. Ahmet İnsel, bu konudaki bir yazısında bu konuyu şöyle özetliyordu: “Mikrokredi patlamasının nedeni, bu tür kredi peşinde koşan yoksulların sayısının artması değil, yüksek karlı yatırım alanı arayan finans kuruluşlarının ellerindeki likiditeleri buraya yatırmaları. Neredeyse zorla mikrokredi satmaları ve geleneksel tarım kredisi alanından kamu bankalarının çekilmeleri için siyasal baskı uygulamaları. Hindistan’da 2004’ten 2009’a mikrokredi stoku yılda ortalama yüzde 105 arttı. Mikrokredi kuruluşlarının kar oranları ise yüzde 5’ten yüzde 18’e çıktı. SKS gibi sektörün lider kuruluşlarının uyguladıkları faiz oranları yüzde 30’dan düşük değil.”
Dolayısıyla mikrokredi fikri ve uygulaması, köylüyü iş sahibi yapma fikrini çoktan geçmişte bırakmış, kapitalizm çarkının bir dişlisi haline gelmiş durumda. Mikrofinans şu anki yapısı itibariyle kar getiren bir yatırım aracı haline dönüşmüş. Mikrokredi alanlar ise yoksulluktan kurtulamazken şimdi bir de borçlarla boğuşuyor. Mikrokredi sistemi tasfiye olursa, kimse üzülmeyecek. Şu anki manzarada sadece intihar vakaları, mikrokredi karşıtı hareketler ve borçlarını ödeyemeyenlerin yokolan hayalleri var.

Eczacıbaşı’ndan işe alımda kadına pozitif ayrımcılık

Son yıllarda sıkça duyduğumuz kadına pozitif ayrımcılık, artık sadece metinlerde bir ibare olarak kalmıyor, uygulama anlamında şirketlerin iş süreçlerinin bir parçası haline geliyor. Eczacıbaşı Holding, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü itibariyle start alacak bir uygulama başlatıyor. Bu uygulamayı Eczacıbaşı Holding CEO’su Erdal Karamercan, kadın yazarlara Zekeriyaköy’de yapımına yeni başlanan Ormanada projesinin tanıtım ofisinde anlattı. Karamercan yeni uygulamayı anlatırken, bizlere Eczacıbaşı Spor Kulübü Kadın Voleybol Takımı’nın oyuncuları da eşlik etti. Kadınların fırsat bulamadıkları için ya da fırsatları olmadığı için ortaya çıkaramadıkları potansiyellerini kullanılabilir kılacak bu uygulama ile, işe alım süreçlerinde bir pozisyon için başvuran eşit durumdaki kadın ve erkekten kadın işe alınacak.


Sürdürülebilir kalkınmayı benimsedi

Fırsat eşitliği sunulduğu takdirde kadının hemen öne geçtiğini söyleyen Karamercan, Eczacıbaşı olarak sürdürülebilir kalkınma modelini kendilerine önemli bir referans noktası olarak belirlendiklerini anlattı. Yeni ve değişen dünyanın kodlarına göre belirledikleri yeni iş modellerini ise şöyle aktardı: “Dünya Sürdürülebilir Kalkınma İş Konseyi’ne üye 260 kuruluş var, Türkiye’den buraya katılan ilk kuruluş olduk. Bu çevresel, toplumsal ve ekonomik olmak üzere üç boyutlu bir alan. Biz, ilk kez yıllık raporlara sürdürülebilir kalkınma raporu da koyan grup olduk. Ne kadar enerji, su kullandık, karbon salımını ne kadar azalttık, tüm iş sonuçlarıyla birlikte her yıl artık bunları da paylaşacağız. Sürdürülebilir kalkınma hep ön planda olacak. Davos’ta krizle birlikte hırs ve kâr odaklı büyümenin insanlar üzerindeki olumsuz etkilerinden çokça bahsedildi. Bundan sonra CEO’lar, şirketlerin kâr ve büyümeleriyle övünmemeli. Kurumların insanlara nasıl dokunduğu, dünya için neler yaptıkları önem kazanıyor. Toplumsal olarak fırsat eşitliği, sosyal sorumluluk, iş güvenliği, çalışan sağlığı çalışmalarımız var. Bunun için CEO’ya bağlı bir Sürdürülebilir Kalkınma Koordinatörü bulunuyor.”


‘Kadın toplumun merkezinde’

Tüm bu yapılanma içinde Eczacıbaşı Holding, sadece kadın erkek eşitliği demekle bir şey olmayacağını görerek, bugün itibariyle işe alımlarda kadına pozitif ayrımcılık başlatıyor. Karamercan’ın verdiği rakamlara göre, Türkiye’de kadının işgücüne katılım oranı yüzde 22. Bu oranda yüzde 5’lik bir artış yoksulluğu yüzde 15 azaltıyor. Örneğin erkeğin işgücüne katılımının yüzde 5 artışı, yoksulluğu yüzde 5 azaltıyor. Bu anlamda kadının işgücüne katılımının ekonomiye katkısı erkeğe oranla üç kat fazla. Karamercan, “Bugünden itibaren işe alımlarda eşit kalitede başvuru varsa, kadın işe alınacak. Eczacıbaşı Holding’te 40 kadar şirket var. İşe alım endekslerinde kadını ön plana çıkaran kuruluşlarımızı ödüllendirirken, bunu üst yöneticilerin performanslarının içine katacağız” diyor.


Şu anda Eczacıbaşı Holding’de beyaz yakalıların yüzde 33’ü kadın. 4500’e yakın beyaz yakalı çalışanın yaklaşık 1500’ü kadın. Eczacıbaşı, bundan sonra sürdürülebilir kalkınma raporunda, kadın istihdamında nereden nereye geldiklerine de yer verecek. Her yıl 500 ile 1000 kişi arasında yeni istihdam yarattıklarını dile getiren Karamercan, “Geçen yıl sağladığımız beyaz yakalı istihdamının yüzde 40’ı kadındı. Ki, biz bu kuralı getirmeden oran buydu. Müdür ve üstü pozisyonlarda kadın oranı yüzde 30. Müdürlüğe hazırlık niteliğindeki yönetici geliştirme programındakilerin yüzde 47’si kadın. Kadını toplumun merkezinde görüyoruz” diyor.


Yönetim kurulunda kadın yok

İşe alım konusunda pozitif ayrımcılık başlatan Eczacıbaşı Holding’in henüz yönetim kurullarında kadın yok. Karamercan, alt kadrolara 300 kadını işe almayıp sadece yönetim kurullarına kadın koymanın anlamı olmadığını düşünüyor. Grup içinde yönetime terfi için herkesin geçmesi gereken bir program var, onu başaranlar gelecekte yönetim kurulunda da yer alabilecek. Tepeden inme değil, alttan yukarıya doğru bir uygulama benimseniyor. Güzel ve desteklenmesi gereken bir girişim. Tabii, Türkiye’nin diğer büyük kuruluşlarına da örnek olması temennisiyle tüm kadınların 8 Mart Kadınlar Günü kutlu olsun.

***



Kadın rekabeti kötü bir şey değildir

Haftasonu Bolu’da düzenlenen “Medyada Kadın Algısı-İstihdam ve İstismar” başlıklı çalıştaya katıldım. Medialog Platformu’nun düzenlediği ve cumartesi tüm gün süren çalıştaya, Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf da katıldı, oturumlar bitene kadar da ekibiyle birlikte tüm çalıştayı izledi. Ne yalan söyleyeyim, eşcinsellere yönelik yaptığı açılmalar sonrası tepki duyduğum Kavaf’ın bu katılımını takdir ettim. Toplantıda, kimi zaman konu medyada kadın algısından kayarak, medyada çalışan kadın/medyada çalışan erkek sarmalında dönse de, “medyada kadın” algısını tartışmaya açması açısından önemliydi. Medyada kadınla ilgili haberlerin yapılma sürecinde kadının eksik temsilinden, medyada cinsiyetçi kalıpların ve yargıların varlığına kadar pek çok şey ele alındı. Konu bir ara, o meşhur klişeye, “Kadın kadının kurdudur”a geldi ki, doğrusu Thomas Hobbes’a ait “İnsan insanın kurdudur” deyişidir. Kavaf, bu noktada söz alarak şunları söyledi: “Siyasete girdikten sonra daha iyi gördüm. Erkekler her konuda birbirleriyle rekabet edebiliyor. Ama kadınlar sözkonusu olunca kadın kadın kurdudur demek cinsiyetçi bir ayrımcılıktır. Kadınlar rekabet edemez mi?
Geleneksel rollerde görmeye alışılan kadınlar, farklı alanlarda görev alınca farklı değerlendiriliyor. Bu algının zamanla kırılması da ancak çalışma hayatında kadının daha fazla görünür olmasıyla mümkün. Medyada çalışanların yüzde 21’i kadın. Ancak, karar verici konumdaki kadın sayısı çok düşük. Bu durum, ister istemez kadınla ilgili haberlerdeki dili de etkiliyor. Kadınlar birinci sayfalarda bedenleriyle, üçüncü sayfalarda kurban olarak yer alıyor. Hatta nefret söyleminin bir parçasına dönüşen üsluplar da sözkonusu. Medyada Kadın Algısı Çalıştayı’nın birkaç önerisi ise şöyle: Toplumda farklılıkların temsilini sağlayan yeni bir medya yapılanmasının sağlanması, Meclis’teki Kadın-Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu’nın bir benzerini medya gruplarında kurmak, kadınların dinî, kültürel, geleneksel yaşam tarzları veya cinsel yönelimleri nedeniyle istihdamda ayrımcılığın engellenmesi. Cinsiyete dayalı ayrımcılıkla ilgili kampanyalar düzenlenmesi.

Hükümete bir ‘Kıbrıslı Türk Açılımı’ gerekli

Kuzey Kıbrıs’ta Sendikal Platform tarafından düzenlenen, ilki 28 ocakta gerçekleştirilen Toplumsal Varoluş Mitingi’nin ikincisi çok daha güçlü şekilde yaklaşık 60 bin kişinin katılımıyla 2 martta yapıldı. Mitinge katılanların gözlemlerine göre, çarşamba günü İnönü Meydanı’ndaki kalabalık, 2004’te Annan Planı referandumu sırasında biraraya gelenlerden çok daha fazlaydı. Artık bu mitinglerin ne için yapıldığını anlatmaya gerek var mı bilmiyorum ama Kuzey Kıbrıs derslerine yeni giriş yapanlar için şöyle özetlenebilir: Türkiye tarafından KKTC hükümetine dayatılan ekonomik tedbir paketi protesto edildi. Ağır izolasyonlara, küresel ekonomik kriz ve Türkiye’nin dayattığı kemer sıkma önlemleri de eklenince hayat Kıbrıslı için dayanılmaz bir hâl aldı. Aylarca süren grev dalgalarından sonra miting kararı alındı. Sonrası zaten malum, mitingde açılan pankartlara yönelik Erdoğan’ın sert üslubunun Ada’da yarattığı gerginlik, karşılıklı atışmalar, gerçeği yansıtmayan KKTC’deki memur maaşı polemikleri ve Ada halkının “persona non grata” ilan ettiği KKTC’deki TC Yardım Heyeti Başkanı Halil İbrahim Akça’nın ani bir kararla Lefkoşa Büyükelçiliği’ne önce vekâleten sonra asaleten atanması.


Sebep ekonomik mi, kimlik mi?

Ancak, her iki mitingde de açılan pankartlarda ekonomik sebeplerden şikâyet değil de kimliğe yönelik unsurlar ağır basıyor. Pankartlar arasında, “Bu Memleket Bizim, Biz Yöneteceğiz”, “Biz Kıbrıslı Türk’üz, Siz Kimsiniz”, “Kimliğe Saygı”, “Yokoluşa Hayır”, “Asimilasyona Karşı Direniş” en dikkat çekenleriydi. Demek ki, iş sadece ekonomik sebeplerle ya da dayatmalarla açıklanabilecek bir durum değil. Ada’da son yıllarda meydana gelen bütçe açıklarının en büyük sebeplerinden bir tanesi Ada nüfusunun bilinmiyor oluşu. Çünkü sürekli yeni yapılan okul, hastane, yol ve altyapı hizmetlerine kaynak aktarılıyor. Annan Planı sonrası 250 bin olarak sayılan nüfusun şimdilerde 600 binlere ulaştığını, başta KKTC Başbakanı İrsen Küçük olmak üzere söyleyenler var. Mevcut okul, hastane gibi kamu hizmetleri yetmiyor, çünkü Ada’da herşey 200-250 bin nüfusa göre dizayn edilmiş. Ada’da nüfus neden artıyor diyecek olursanız, bunun sebebi de, AKP iktidarı döneminde Ada’da gerçekleştirilen Türkiyelileştirme faaliyeti.


Yeni eylemler Meclis önünde

Mitinglere katılanların orada olma sebebi her ne olursa olsun, Kıbrıslı Türkler bir memnuniyetsizliği dile getirdi, hem UBP hükümetine hem AKP hükümetine bir mesaj verdi. Bu mesaj da çok açıktı: Bu memleketi biz yönetmek istiyoruz, nüfusumuzu bilmek istiyoruz, buradaki hükümetin çalışmalarına Türkiye’nin müdahale etmesini istemiyoruz. Peki, şimdi ne olacak? Bu eylemlerin ardından ne gelecek? Kıbrıs’taki kaynaklar, yeni eylemlerin ve grevlerin devam edeceğini söylüyor. Sendikal Platform, 25 marta kadar süre verdi, “25 marta kadar ya dayatılan paket geri çekilecek ya da istifa edip çekilecekler” diyor. Aksi halde, İnönü Meydanı’ndaki eylem ve mitingler artık bundan sonra Meclis önüne taşınacak. Siyasi partiler tarafında sağda ve solda bu gelişmelerin bir “bütünleşme” yarattığından bahsediliyor. Bu noktada partilere büyük iş düşüyor zira ortak söyleme ve ortak bir programa ihtiyaç var. Hiçbir siyasi partinin adamakıllı bir programı yok, karşı söylemi yok. Bu süreçte, ortak bir platform ve program üzerinde neler yapabilirizi görüşecekler. Erken seçim ihtimali de yine konuşulanlar arasında, olası tarih ise ekim ayı gibi.

AKP ve KKTC’nin kısa hikâyesi
Hatırlanacağı gibi, Kıbrıs’ta çözüm ve Türkiye’nin AB üyeliği hedefi, AKP hükümeti ile Kıbrıs’ta çözüm güçlerini 2002 seçimlerinin ardından biraraya getirdi. O dönemde, AKP henüz herkes için muamma iken, Ocak 2004’te alınan Kıbrıs inisiyatifi ve Nisan 2004’te Annan Planı referandumunda Kuzey Kıbrıslıların yüzde 65’inin evet demesi ile AKP’nin eli her anlamda dünya arenasında güçlenmişti. Unutmamak gerekir ki, şimdilerde çok yavaşlamış hatta durma noktasına gelmiş dahi olsa, Türkiye’nin AB’den tam üyelik için müzakerelere başlama kararının alınması biraz da bu sürecin sonucudur. AB tam üyelik hedefi yoluna giren Türkiye, istikrarlı ekonomiden bu sayede bahsetmeye başladı, bölgede stratejik güç olma sıfatlarını bu sayede adının önüne koydurdu, bu sayede dünyaya uzaktan bakan değil, karar alma süreçlerinin parçası olan ülke konumunda değerlendirildi.
Dolayısıyla, Başbakan Erdoğan’ın ve AKP iktidarının herşey bir yana, sırf bu sebeple Kuzey Kıbrıs halkına minnet duyması, daha yapıcı ve çözüme odaklı bir üsluba hızla geçiş yapması gerekiyor. Görüyoruz ki, hakaretlerle, karşılıklı kalp kırmalarla bir yere gidilemiyor, iş daha da geriliyor, muhalefet cephesini genişletiyor. Başbakan Erdoğan’a yakışan, bu mitingler niye yapıldı, bundan sonra ne olacak bunlarla ilgili bilgi alması, belki tüm tarafları biraraya getirip Dolmabahçe buluşmalarından birini Kıbrıs meselesi için yapması. Özetle, AKP hükümeti, yeni bir açılımı gündemine almalı adına da “Kıbrıslı Türk açılımı” demeli.


***


Ban Ki moon’un raporu 15 martta açıklanıyor
Bu arada, BM Genel Sekreteri Ban Ki moon, Kıbrıs konusunda hazırladığı raporu Güvenlik Konseyi’ne 15 martta sunacak. Ban Ki moon’un Kıbrıs Özel Danışmanı Alexander Downer’in, 15 marttan birkaç gün önce New York’a giderek bu tarihte Güvenlik Konseyi’ni bilgilendirmesi bekleniyor. Fileleftheros gazetesi, Birleşmiş Milletler’in, Kıbrıs sorununun çözümü müzakerelerinde ilerleme sağlanabilmesi için raporun sunulmasını bilinçli olarak geciktirdiğini yazdı. Raporun, Ban’ın bir önceki raporda ortaya koyduğu önerini yineleyeceği de belirtilenler arasında. Habere göre, Ban, liderlere üçlü bir görüşme daha yapma niyetini ortaya koyacak ancak kesin bir tarih vermeyecek. Ama en önemlisi BM bundan böyle ucu açık, ilânihaye bir müzakerede olmayacağını söylüyor.

Erbakan’ın cenazesi Erdoğan’ın CeBIT programını değiştirdi

Bu yıl Türkiye’nin partner ülke olduğu ve Türk şirketleriyle İTO’nun katılım için 3,5 milyon avro harcadığı dünyanın en büyük bilişim fuarı CeBIT 2011 dün kapılarını ziyaretçilere açtı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile Almanya Başbakanı Angela Merkel’in açmasının planlandığı fuar programı, Saadet Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan’ın vefatının ardından dün yapılan cenaze töreni nedeniyle değişti. Erdoğan, önceki akşam gala yemeğine katıldıktan sonra Türkiye’ye dönerken, Merkel programını değiştirmedi ve Türkiye standının açılışına katıldı. Merkel, açılışı Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım ve Sanayi Bakanı Nihat Ergün ile birlikte yaptı.


Turkcell’le konuşacak

Kırmızı kadife ceketiyle dikkat çeken Merkel, bakanlarla birlikte fuardaki Türk standının ana sponsoru Turkcell’in yanı sıra Türk Telekom ile Aselsan’ın standlarını gezdi. Turkcell Genel Müdürü Süreyya Ciliv’in, mayıs ayında hizmete başlayacak olan Turkcell Europe (Almanya) operasyonunu simgeleyen altın SIM kart hediye ederken Merkel’in “Türkiye’ye geldiğimde Turkcell ile konuşacağım” sözleri dikkat çekti. Açılış töreninde kısa bir konuşma yapan Merkel, “Türkiye ile Almanya arasında bilişim köprüsü kurulmasından büyük mutluluk duyuyorum” dedi. Angela Merkel, Turkcell Europe ile Almanya’da mayıs ayında faaliyetlerine başlayacak olan Turkcell’in standını gezerken Süreyya Ciliv’e, “Almanya’ya rakip olarak geliyorsunuz” dedi. Ciliv ise Merkel’e, “Hayır rakip olarak değil, işbirliği yapmak için geliyoruz” yanıtını verdi.
Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım da, Başbakan Erdoğan’ın, Saadet Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan’ın cenaze törenine katıldığı için maalesef açılış törenine katılamadığını belirterek, “Törene Türkiye Cumhuriyeti adına katılmaktan onur duyuyoruz. Merkel, dünkü konuşmasında 2014’e kadar evlerin yüzde 75’ine 50 mbps geniş bant internet erişimi sunacaklarını açıkladı. Biz de 2023’e kadar evlerin tümüne 80 mbps genişbant erişim sunacağız. Bilgi toplumu stratejisinin bir parçası olacak” dedi.
İstanbul Ticaret Odası Başkanı Murat Yalçıntaş da, “CeBIT Fuarı, Türk bilişim sektörü için yeni bir yol açacak ve bu yoldan yürüyen Türk işadamları da büyük gelişme ve kazanç elde edecekler. Bilişim teknolojileri, sadece fütüristlerin ve bilim adamlarının değil, sektörün içindeki aktörlerin de tahminlerinin çok ötesinde bir gelişme gösterdi. Bilişim sektörü, 10 yıl önceki hayallerimizi, bugünün gerçekleri haline getirdi. Cep telefonunun, internetin, sosyal ağların olmadığı günleri düşünün... Bunların bazıları, mesela sosyal ağlar (facebook, twitter gibi) son beş yılda hayatımıza girmişti. Bugün, sosyal ağlar olmadan ne yaparım diyen 100 milyonlarca insan var yeryüzünde” dedi.



ODTÜ ile SAP anlaştı

İş dünyası mobil çözümleri daha yoğun kullanmaya başladı. Sadece akıllı telefonlar değil, tabletler bile mağazalarda kasa olarak kullanılıyor. Özellikle çok katlı mağazalarda kuyrukları azaltmak için kullanılan mobil kasa uygulamaları kredi kartı ödemeleri ile uyumlu hale getirilerek kullanılıyor. Üniversite-sanayi işbirliğine yönelik anlaşmalar da CeBIT Fuarı’nda gerçekleşti. Almanya’nın en büyük yazılım şirketi SAP, ODTÜ ile yaptığı anlaşma ile yazılım destek sözleşmesi imzalamış oldu. TÜBİSAD gibi sivil örgütler de Alman örgütlerle anlaştı.


Akıllı telefon ve sağlıklı yaşam

Avrupa yaşlanan nüfusa spor yaptırmanın yolunu akıllı cep telefonlarında buldu. Akıllı cep telefonlarının HD video oynatma özelliği ve geniş ekranları sağlıklı yaşam için fiziksel aktivitelerin ekran üzerinden takip edilmesini kolaylaştırıyor. CeBIT 2011 Fuarı’nda üniversitelerin araştırma projelerinden biri de akıllı telefonları bu şekilde eğitim aracına dönüştürmekti. Artık geleneksel yöntemler yerine, yeni gelişen cihazları da eğitim araçları içerisine katmak eğitim çalışmalarının yaygınlaşmasını sağlıyor.


Bilgi güvenliği cepte kaybettiriyor

Cep telefonunda taşınan bilgilerin önemi her geçen gün artıyor. Her gün kritik bir başka bilgi de yetenekli telefonlar sayesinde mobil ortama taşınıyor. Kişisel bilgiler, ajanda, kimlik bilgileri, e-posta bilgileri ve şifresi, özel yazışmalar güvenli olmaktan çıkıyor. İş dünyası her gün mobil ortama biraz daha taşınırken, güvenlik riskleri de artıyor. Bu yüzden mobil ortam için geliştirilen güvenlik yazılımlarını cep telefonunda da kullanmak şart. Bilgisayardan bile daha kritik bilgiye sahip telefonları risk ortamından uzaklaştırmak için kullanılacak yazılımlar CeBIT Fuarı’nda iş dünyasından gelen ziyaretçilere tanıtılıyor.


Büyükelçiliklerden e-Devlet Kapısı şifresi

CeBIT Fuarı’na katılan Türksat, yurtdışında yaşayan Türkiye kökenli vatandaşların, e-Devlet Kapısı şifre zarfını büyükelçiliklerden alabileceklerini açıkladı. Türkiye’de e-Devlet Kapısı’nın teknik altyapısını Ulaştırma Bakanlığı adına hazırlayan ve işletmesini yürüten şirket, Dışişleri Bakanlığı ile yapılan anlaşma kapsamında Türksat standını ziyaret eden vatandaşlara e-Devlet Kapısı şifre zarfları dağıtımına başlanacağı kaydedildi. Stantta ayrıca 4,2 milyon kullanıcısı bulunan e-Devlet Kapısı Projesi başta olmak üzere, Tapu ve Kadastro Bilgi Sistemi gibi projelerin de ziyaretçilere tanıtılacağı belirtildi. Türksat, ilk defa hizmete alacağı bir başka projenin duyurusunu da yaptı. “e-Devlet Kiosk Projesi” ile vatandaşların alışveriş merkezleri ve PTT şubelerine konulacak kiosklar ile her yerden e-Devlet Kapısı hizmetlerine erişebilecekleri kaydedildi. Türksat’ın, e-Devlet Kapısı, TAKBİS, e-Devlet Kiosk gibi projelerini başka ülkelere de ihraç etmeyi planladığı için CeBIT Fuarı’nda çeşitli ülkelerden gelen sektör temsilcilerine bu projeleri tanıtmak için çeşitli etkinlikler yürüteceği belirtildi.


Savuma Bakanı’nın istifasını CeBIT’in açılışında öğrendi

Almanya Başbakanı Angela Merkel, doktora tezinde intihal yaptığı suçlamasıyla baskı altında bulunan Savunma Bakanı Karl-Theodor Freiherr zu Guttenberg’in istifa edeceği haberini CeBIT Fuarı’ndaki Türk standında öğrendi. Angela Merkel, CeBIT Fuarı’nda Türkiye’nin ortak ülke olması münasebetiyle düzenlenen törene, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım ve Sanayi Bakanı Nihat Ergün ile birlikte katıldı. İstanbul Ticaret Odası Başkanı Murat Yalçıntaş’ın konuşma yaptığı sırada Merkel’in telefonuna mesaj geldi. Merkel, mesajı yanında bulunan Eğitim Bakanı Annete Schavan’a gösterdikten sonra memnuniyetini gizlemedi. Bakan Schavan, doktorasında intihal yaptığı ortaya çıkan zu Guttenberg’i eleştirmesiyle gündeme gelmişti. Mesajı okuyan Merkel ardından cep telefonundan bir cevap yazdı. Daha sonra zu Guttenberg’in istifa edeceğine dair haberler medyada yer almaya başladı.


Türkiye 92 şirketle katıldı


»
68 ülkeden 4200 şirketin katıldığı CeBIT’e 81’i İTO bünyesinde, 11’i bağımsız olmak üzere 92 Türk şirketi katıldı. Türk şirketleriyle İTO Fuar’a katılım için 3,5 milyon avro harcadı.


» Turkcell, Türk Telekom, Aselsan, Türksat, Koç Sistem, Vestel, Karel, Vodafone Türkiye fuara katılan şirketler arasında.


» Türk şirketleri 4600 metrekare alana yayılırken, dört ayrı salonda ürün ve hizmetlerini sergilediler.


» 20 ayrı salonda kurulan stantları politika ve iş dünyasından 100’ün üzerinde delegasyon ziyaret edecek.


» CeBIT 2011 Fuarı’nda üniversitelerin, akıllı telefonları eğitim araçlarına dönüştürme projeleri dikkat çekiyor.


» Mobil telefonları risk ortamından uzaklaştırmak için kullanılacak yazılımlar da CeBIT Fuarı’nda tanıtılıyor.