Her kar yağdığında bir asparagas yeter

Geçen hafta Türk medyasının “amiral gemisi” Hürriyet, “Mini Buzul Çağı Geliyor” manşetiyle kendi öznel tarihinin sayfalarına içi epeyce boş bir iklim asparagası yerleştirmiş oldu. Haber, spottan şöyle anonslanıyordu: “İngiltere’de yapılan iklim araştırmasından şok sonuçlar çıktı: Dünyada 1997’den beri hava sıcaklıkları yükselmiyor. Küresel ısınma devri bitti, mini buzul çağı başlıyor.”
Bu haberin manşetten verilmesiyle, hiç sorgulamadan, acaba denmeden internet sitelerinde dalga dalga yayılması da bir o kadar hızlı oldu. Tamam, Türkiye’de insanlar okumaya, araştırmaya meyilli değil, duyduğuna, gördüğüne inanıyor da o kadar uzun boylu değil. Mevsim normali olan bir kar yağışına ilişkin tepkiler, “hani küresel ısınma vardı” algısından öteye gitmiyorsa, demek ki çevre, doğa, iklim değişikliği bilincinde alfabenin hâlâ ilk harfinde duruyoruz. 
Hürriyet’in haberinde bakıyorsunuz, kimmiş bu araştırmayı yapan, hangi bilimsel verilere dayanmış, nerede yayınlanmış, yayınlandığında üzerine nasıl bir tartışma yapılmış, tabii bu soruların cevabını bulamıyorsunuz. Çünkü, haber başta aşağı karların kapattığı yollardan, İstanbul’da yaşanan aksaklıklardan, meteorolojik verilerden oluşuyor. Haber metninde büyüteçle arayıp da bulacağınız manşetteki iddianın kaynağının ise İngiltere’deki Met Office ve East Anglia Üniversitesi olduğunu görüyorsunuz ki, konuyla ilgili detay hak getire. Hürriyet’in çok beğenip üzerine atladığı asparagasın ilk yayın sahibinin, İngilizlerin en büyük bulvar gazetelerinden Daily Mail olduğu ortaya çıkıyor. David Rose imzalı haberin başlığı ise Forget Global Warming (Küresel Isınmayı Unutun) olarak atılmış. 

Adı Rosegate olarak anılır olmuş

Gelelim zurnanın zırt dediği yere. Ömer Madra ve Ümit Şahin’in Açık Radyo’da yaptıkları program, işin sahteliğini tüm açıklığıyla ortaya döktü. Hürriyet’in Daily Mail’den aparttığı habere İngiltere’nin resmî meteoroloji kuruluşu Met Office’ten yalanlama geldi. Met Office yetkilileri, haberi yapan David Rose’un kendisine anlatılanları çarpıttığını açıkladı. Haberin pek çok hata içerdiği, üstelik yaptıkları bilimsel çalışmaların da yanlış yansıtıldığı ifade edildi. Met Office yetkililerine göre, David Rose, Met Office’in sorulara verdiği cevapların hepsini kullanmamış hatta son 15 yıldır “küresel ısınma olmadı” şeklinde bir yorum yaparak gerçekleri çarpıtmış. 
Met Office, David Rose’e gönderdiği yanıtta, “2000-2009 arasında ısınma trendinin devam ettiği açıktır ve ölçümlerin yapıldığı 1850′den bu yana en sıcak 10 yıldır. 2010 tüm zamanların en sıcak yılıdır” ifadelerinin bulunduğunu da açıklamasına eklemiş. Bu arada, şimdilerde David Rose’tan çarpıtarak yazdıkları sebebiyle olacak ki, “Rosegate” diye söz ediliyormuş. 
Bu tip haberleri Avrupa ve ABD’de yazanlar yeni değil, iklim değişikliği inkârcıları olarak tanımlanabilecek bu ekip, bu inkârı daha ideolojik bir yerden savunuyor. Son dönem yazılıp çizilenler de sistematik kampanyalarının yeni bir aşamasını oluşturuyor. Kış aylarında havaların soğuduğu, hele karın yağdığı dönemlerde, inkârcıların “buzul çağı geliyor” temcit pilavını ısıtmaları yeni değil. Dünyanın önde gelen iklim bilimcilerinin çalışmalarına göre, yeryüzünden insan tamamen ortadan kalkmadığı sürece, bir daha dünya üzerinde buzul çağı yaşanması imkânsız. 
Daily Mail’in ardından daha sözünü güvenilir bulduğumuz Rupert Murdoch’un gazetesi Wall Street Journal’da da bu inkârcılar ekibi işbaşındaydı. “No Need to Panic About Global Warming” (Küresel ısınmayla ilgili paniğe gerek yok) başlığıyla verilen haberde 16 bilim insanının imzaladığı bir metin yayımlandı. Özetle, “endişeye gerek yok, karbon salımlarına, kirletmeye devam” minvalindeki metni imzalayanlar arasında mühendisler, fizikçiler var, bir tek iklimbilimci yok.

Northern Rock’tan inkârcılığına

Wall Street Journal’ın esas itibariyle kıdemli inkârcılarının başını Matt Ridley çekiyor. Ocak ayı içinde yaklaşan! buzul çağı ile ilgili bir yazısı var. Ridley, kariyeri son derece ilginç biri. Kendisine sorulan “En tehlikeli fikrin nedir” sorusuna, “Devlet, çözüm değil sorundur” diye cevap veriyor. Ridley’in neo liberal bakış açısıyla yansıttığı devlet karşıtlığının altında özellikle her türlü düzenleyici ve denetleyici sisteme karşı olmak yatıyor ki, bu da “küresel ısınma bir balondur, bırakın bu karbon salımı işlerini filan, istediğimiz gibi doğayı kirletelim”e çıkıyor. Bugün hükümetler pek yanaşmak istemese de, şirketlere çevreyle ilgili yeni vergiler, yeni regülasyonlar getirme peşinde. Ridley, tüm bunlara karşı. Ancak, kariyerinin yakın döneminde batan İngiliz Northern Rock’ın CEO’luğu da var. Her konuda regülasyon düşmanı olan Ridley, 2007’de iflasın eşiğine getirdiği bankanın devlet eliyle kurtarılmasına elbette karşı çıkmamış.
Mini buzul çağından sonra dinozorlar da geri döner belki, yalandan kim ölmüş.

Kentsel dönüşümün bitirdiği kentler

İstanbul’da kentsel dönüşüm adı altında ilginç, ilginç olduğu kadar da vatandaşı nasıl memnun edeceği belli olmayan birtakım faaliyetler var. Bu faaliyetlerin hukuki altyapısı eli kulağında, çıkmak üzere. Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, Kentsel Dönüşüm Yasa Tasarısı’nın Bakanlar Kurulu’nun imzasından çıktığını, tasarının gelecek haftalarda Meclis’e geleceğini belirtmişti. Kültürel ve tarihî mirasın yerine asla yenisini koyamıyorsunuz. Korumanın ilk ve en önemli şartı ise “yaşatmaktan” geçiyor, yıkıp yerine yenisini yapmaktan değil. Ama yıkım kentsel dönüşümün vazgeçilmezi olmuş durumda. Bayraktar da, geçenlerde Kentsel Dönüşüm Yasası’nın olmazsa olmazlarından birisinin yıkım olduğunu söylememiş miydi?
Tarihî kent merkezleri, rantın iştahıyla dönüştürülmek için sırasını bekliyor. İstanbul’un yeni şantiyeleri, TOKİ’vari betonlaşmaları artık buralardan göğe yükselecek. Bunlardan biri de İstanbul’un en eski, en farklı mimarisine sahip, farklı etnik ve azınlık grupların yaşadığı Tarlabaşı’nda gerçekleşiyor. Sırada, Fener ve Balat var. Bundan önce aynı filmi Sulukule’de seyretmiştik. Film Sulukule’de şöyle başlıyordu; belediye ilk önce mülk sahibine gidiyor, iki seçenek sunuyor, ya evini değerinden çok ucuza satarak hak sahibi olmaktan çıkacak ya da projede kalmak için arsasının üçte birine razı olacak. Şimdi Tarlabaşı’nda hummalı bir kamulaştırma, binaları ele geçirme ve dolayısıyla insansızlaştırma operasyonu yürütülüyor. Kentsel dönüşüm faaliyeti, tamamen kamu otoritesinin kararıyla, hiçbir yarışmaya ya da tartışmaya mahal vermeden bir gayrımenkul yatırım şirketine veriliyor.
Şu âna kadar çok güvenilir rakamsal veri olmasa da, 61 bin metrekarelik bir alanda aşağı yukarı 1000 civarında yaşam birimi yıkılmış, yine güvenilir olmamakla birlikte 5000’e yakın insan yerinden edilmiş, evlerinden çıkmaya zorlananlar şehrin uzak yerlerinde yaşamaya zorlanmış durumda. Tarlabaşı’nın göbeğindeki 20 bin metrekarelik alan, kentsel dönüşüm projesinin ilk etabı kapsamında boşaltılıyor. 2014’te bitecek proje 278 binayı kapsıyor.
Tarlabaşı’ndaki kentsel dönüşüm işini üstlenen şirket Çalık Gayrimenkul ile GAP İnşaat. Geçenlerde şirket yetkilileri düzenledikleri basın toplantısında Tarlabaşı’nın örnek bir proje olacağından dem vurmuş. 220 dönüm arazide 280 binanın 400 hak sahibiyle görüşmeler tamamlanmış. Hak sahiplerinin yüzde 75’i ile anlaşmalar sağlanmış, yüzde 25’i için de kamulaştırma yapılmış. “Tarihî alanda dönüşüm yapmak çok zormuş, birçok kurumdan onay almak gerekiyormuş, tarihî vasfa sahip parçalar saklanıp yeni yapılacak binalarda kullanılıyormuş.” Böyle binbir zahmet çekerek yapılıyor intibası verilmeye çalışılan faaliyetler zaten standart, restorasyonların olmazsa olmazı.
Bu arada, kentsel dönüşümde halkın sürece katılımı, bilgilendirilmesi ve şeffaflık esası hak getire. Projenin açıklanmasının üzerinden yıllar geçmiş olmasına rağmen, henüz Beyoğlu Belediyesi ile GAP İnşaat arasında nasıl bir sözleşme imzalandığını, hak sahiplerinin kaçının şirkete ne kadar bir bedel üzerinden mülklerini devrettiği bilinmiyor. Projelerin tasarım ekibi kimlerden oluşuyor, bugün yapılacak projeler nasıl bir süreçten geçirildi, hangi fikirler tartışmaya açıldı, bunlar da bilinmezlerden bazıları. 
Diğer yandan, Uluslararası Af Örgütü, geçen temmuz ayında Tarlabaşı tahliyeleri için acil eylem çağrısında bulunmuştu. Yine UNESCO da, geçen yıl 5366 sayılı yasanın “tarihî mirası olumsuz etkileyeceğinden” endişelendiğini açıklamıştı. Projenin iptali için bireysel olarak takipte olanlar var, iç hukukta sonuç alınamaması halinde işin AİHM’e kadar götürülmesi gündemde. 
Böyle zamana yayarak, kentin tarihî alanlarına sızarak kentin sosyal, kültürel ve mimari dokusuyla oynayarak, estetikten tamamen yoksun, kitch ötesi, ruhsuz semtler peydahlanıyor. Bugün saat 11:00’de yokedilme sırasına girmiş olan Taksim Gezi Parkı’nda vatandaşlar bu dehşetengiz gidişata dur diyecek. Farklı görüşlerden çeşitli örgütler, platformlar, eylemciler, sanatçılar, akademisyenler, milletvekilleri ve çeşitli meslek grupları, kamu yararına olduğu iddia edilen ancak, kültürel ve tarihî miras olma özelliği hiçe sayılan kentsel dönüşüm projesini protesto edecek. Aslında sadece kentsel dönüşüm projeleri değil, üçüncü köprü, Marmaray, Avrasya Tüneli ve Kanal İstanbul gibi kâbus projeler başta olmak üzere, rant kaygısı ile yapılan bir dizi kentsel dönüşüm ve yenileme projesi de protestonun kapsamı içinde. 
Hükümetin dönüşüm adı altında başta İstanbul olmak üzere Türkiye’nin kentleri ve kentlileriyle hesaplaşma inadının daha başındayız.

Müteahhitlere hakediş müjdesi

Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan, beraberindeki işadamı heyetiyle Arap Baharı’nın yaşandığı ülkelerden Tunus ve Libya’ya gerçekleştirdiği ziyarette yatırım ve işbirliği imkânlarını değerlendirdi. Arap Baharı’nın üzerinden bir yıl geçti, Tunus devrim sonrası ülkenin yeniden inşası için uğraşıyor, Libya da ise taşlar tam anlamıyla oturmuş değil. Alınması gereken çok yok var, ülkedeki iç çatışmalar devam ediyor, ancak Ulusal Geçiş Konseyi yarım kalan ve yeni planlanan projelerin hayata geçirilmesi konusunda kararlı bir görüntü sergiliyor. 
Zira, Çağlayan, Türk müteahhitlerinin bin bir emekle var olmaya çalıştıkları Libya’dan sevindirici bir haberde döndü. Müjdeyi de uçakta gazetecilere verdi, Libya Başbakan Yardımcısı ile yaptıkları görüşmeye istinaden Çağlayan, “İlk etapta Rekabe’den (Libya Sayıştayı) geçmiş olan ve Rekabe’de bekleyen 400 milyon dolarlık hakediş ödemesi yapılacak. Bu sevindirici bir haber. Bölgedeki tüm Türk firmalarının hak ve hukuku sonuna kadar korunacak” açıklamasında bulundu. Şu âna kadar Rekabe’den 215 milyon dolarlık hakediş ödemesi geçmiş, yine Rekabe’de incelemede olan 185 milyon dolarlık yani toplamda 400 milyon dolarlık hakediş ödemeleri yapılmaya başlanacakmış. 
Çağlayan, şubatın ikinci haftası Ankara’da Libya Başbakan Yardımcısı ile biraraya geleceklerini, Türk firmalarının tüm hak ve hukukunun güvence olduğunu söyleyen söylüyor. Şu âna kadar Türk firmalarının yaptığı tüm işler incelemeye alınacak. Bunların öncelik sıraları belirlenecek. Eğer öncelik sıralamasında bir işin yapılması onların bütçelerine ve ödemelerine elverişli değilse, o firmaya onun karşılığında bir başka proje verilerek geçiş sağlayacaklar. Bu arada, aralarında müteahhitlerin de bulunduğu bir ekip, Libya’daki Türk firmalarının bugüne kadar uğradığı zararın tesbitini yapacak, rapor tutulacak. 

Arap Türk Bankası’nın işlevi artacak

Bu arada, Çağlayan, Arap-Türk Bankası’nın sermaye arttırımı konusunda Libyalıların istekli olduğunu belirtti. Sermaye arttırımının yarı yarıya karşılanması konusundaki görüşleri Libyalı muhataplarına ilettiğini ifade eden Çağlayan, Ziraat Bankası ve İş Bankası’nın, Arap-Türk Bankası’nın yaklaşık yüzde 35 hissesine sahip olduğunu, bankadaki hâkim hissedarın ise Libya tarafı olduğunu söyledi. Bankanın Genel Müdürlüğü Türkiye’de, Yönetim Kurulu Başkanlığı ise Libya tarafında. Banka geçen yıl 48 milyon lira kâr etmiş. Arap-Türk Bankası’nın, teminat mektuplarında ve kredi işlemlerinde Libya ile olan ilişkilerde önemli bir ivme kazandırması bekleniyor. Bankanın 240 milyon lira ödenmiş sermayesi var. Kaddafi döneminde Başbakan Erdoğan’ın ziyareti sırasında ödenmiş sermayenin eşit şekilde bir milyar dolara çıkarılması gündeme gelmiş. Şimdi Arap-Türk Bankası’nın mevcut yönetimi, ödenmiş sermayenin 690 milyon liraya çıkarılması konusunda karar almış durumda. Çağlayan, bu bankanın en iyi şekilde çalıştırılmasının önemli olduğunu çünkü Libya ile olan ticaretin, yatırımların ve Eximbank kredilerinin artacağını söylüyor.

Geri kalmış yöreler zıplayacak

Şubatın ikinci haftası yeni teşvik sistemi açıklanacak. Bu konuda son noktaya gelindiğini ve şubatın ikinci haftası kamuoyuna duyurusunun yapılacağını söyleyen Çağlayan, yeni teşvik sistemiyle ilgili şu ipuçlarını verdi: “Bilhassa bölgesel teşvikler anlamında geri kalmış yörelerimizi zıplatacak bir anlayış, düşünce ve hazırlık içindeyiz. Buralarda işgücü maliyetlerinin ciddi anlamda düşebileceği hazırlıklar yapıyoruz. Gerek vergi gerek sosyal güvenlikle ilgili çalışmalar yapıyoruz. İşgücü maliyetlerinin ciddi anlamda düşebileceği hazırlıklar yapıldı. Bu, cari açığın kulağını bükecek ve cari açığın panzehiri olacak bir teşvik sistemi olacak. Bu konuda sivil toplum kuruluşlarından gelen tüm talepler tek tek incelendi. Çalışmalar tamamlandıktan sonra konu Başbakan Erdoğan’a arz edilecek. Başbakan’ın görüş ve önerileri alındıktan sonra, şubat ayının en geç ikinci haftası Başbakan tarafından yeni teşvik sistemi kamuoyuna açıklanacak. Her bölgenin avantajlı sektörleri tesbit edildi, her ile her konuda teşvik vermeyeceğiz.” 

İstihdama da teşvik mekanizması geliyor

Teşvik sisteminin hemen arkasından, şu anda çalışması başlayan bir istihdam teşvik mekanizmasının da açıklamasının yapılacağını vurgulayan Çağlayan, “Ekonomi Koordinasyon Kurulu’nda bunu da değerlendirip Başbakan ile paylaşacağız. Yine tahmin ediyorum ki, bu da Başbakan tarafından açıklanacak. Bölgesel gelişmişlikte en geride olan illerimize önemli rekabet avantajı sağlayacak, Uzak Doğu’nun haksız rekabet baskısını ortadan kaldıracak çalışmaları da inşallah hep birlikte göreceğiz” dedi. İstihdam paketinin, hem istihdam yoğun hem teknoloji yoğun hem de cari açıkla mücadele eden bir yapı olacağına dikkati çeken Çağlayan, ‘‘Çok sıkı çalıştık, çalışıyoruz. Yabancı sermayeyi ülkemize bol bir şekilde yatırıma davet eden, onu cazip kılacak bir anlayış içinde çalışıyoruz. İşgücü maliyetlerini ciddi oranda ihracatçımıza, üreticimize rekabet gücü kazandıracak bir yapıya çevireceğiz” dedi.

Antep ve Urfa’dan Erbil’e uçuş başlıyor
Libya’da, Iraklılarla da temaslarda bulunduğunu belirten Çağlayan, daha önce Gaziantep’ten Erbil’e uçuş talebinde bulunulduğunu hatırlattı. Çağlayan, “Bu konuyu Irak Ulaştırma Bakanı ile görüştüm. Bu talebi memnuniyetle karşıladı. Haftanın dört günü Gaziantep’ten Erbil’e, haftanın üç günü de Şanlıurfa’dan Erbil’e THY seferleri başlatacağız. Bilhassa Gaziantep, Irak’a ihracat konusunda son derece önemli” dedi.

İstanbul’u sevmiyor olabilir misiniz

Kimi zaman Türkiye’de muktedirlerin İstanbul’u ve İstanbulluları sevmediği hissine kapılıyorum. Bu ülkede geniş halk kitlelerini ilgilendiren konularda kamuoyunun, vatandaşın, konuyla ilgili sivil toplum kuruluşlarının fikrini alma gereği hiçbir zaman duyulmaz. Hâlbuki demokratik hak ve özgürlükler bireyle devlet arasında ilişkiyi belirler. Bu devlet veya kamu tarafının, kamuyu bilgilendirme, görüş alma, müzakere etme gibi sorumluluklar taşıdığı anlamına gelir. 
Geride bıraktığımız 2011’de pek çok çevre ve doğayla ilgili hak ihlaline şahit olduk. Bunların pek çoğu yine aynı “biz yaptık oldu” tavrının tezahürü. HES’ler, nükleer santral projeleriyle ilgili tartışmalar, milli parkların ve SİT alanlarının betonlaşmaya açılması, doğasına sahip çıkan köylülere kolluk kuvvetlerince dayak atılması, Anadolu’yu Vermeyeceğiz gibi onlarca doğa katili projeye karşı yapılan eylemler, termik santral karşıtlarının protestoları derken, doğayı ve çevreyi yok etme konusunda Türkiye sicilini epeyce kabarttı. Üzerine tuz biber ekilen kısmı da, Sinop ve Akkuyu Nükleer Santralleri, üçüncü köprü, Gebze-İzmir Otoyolu, Ilısu Barajı gibi dev projelere ÇED (Çevresel Etki Değerlendirmesi) muafiyeti getirilmesiydi. 
Ülke genelinde bunlar olup biterken, son dönemin en tartışmalı kentsel projeleri de İstanbul’da yükseliyor. Arada, son derece samimiyetsiz bir “İstanbul’un silueti bozuldu” söylenmelerine denk geliyorum ki, kim kimi kime şikâyet ediyor belli değil. Beyoğlu’ndaki Demirören Alışveriş Merkezi ucubesinin ardından, Emek Sineması’nın yıkılması, yine Majik Sineması ile komşusu Maksim Gazinosu’nun yıkılıp yerine gökdelenvari otel yapılacak olması, Tarlabaşı’ndaki kentsel mirasın yerle bir edilmesi, kamuoyunun tepkisini toplayan işler olarak karşımızda duruyor. Yeni yılla birlikte gündeme Taksim ile ilgili bitmek bilmeyen projelerden biri girdi: “Taksim’i dalış tünelleriyle trafiği yeraltına alma ve yayalara açma projesi.”
Aslında, bu Taksim’i yayadan arındırma projesi. Proje genel hatlarıyla şöyle, Gümüşsuyu, Sıraselviler, Mete, Tarlabaşı ve Cumhuriyet Caddeleri’nde derinliği 10 metreyi, uzunluğu ise 70 metreyi bulan devasa yarıklar açılacak, yerin altına trafiğin akacağı dalış tünelleri yapılacak. Yüksek istinat duvarları inşa edilecek, kaldırımlar servis yolu haline getirilecek, ağaçlar kesilecek. İnsanlar, Taksim’e ulaşmak için metro ya da araç kullanmak zorunda kalacak. Çünkü, Taksim’e çıkan yedi yol dalış tünelleriyle kapatılacak. Dolayısıyla, Taksim’e yürüyerek çıkmak imkânsız hale gelecek. Taksim insansızlaşacak. Yani, kulağa hoş geldiği gibi Taksim’i yayalaştırma filan değil konu. Gelişmiş ülkelerin tünel yöntemlerini artık geride bıraktığı, çevreci ve ekolojik şehir planlama uygulamalarına yöneldiği bir zamanda, İstanbul’un en önemli kamusal alanına yapmak istediğiniz projeyi halka anlattınız mı?
Süreç tamamen müzakereye kapalı bir şekilde ilerliyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi bu projeyi oybirliğiyle ile onayladı. Ardından yine oybirliğiyle İstanbul II Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’ndan “plan tadilatı” adı altında bir hafta gibi bir sürede jet hızıyla geçirildi. Projenin ilgi alanı içinde dört Avrupa Birliği üyesinin konsolosluğu bulunuyor: Almanya, Belçika, Fransa ve Romanya. Konuyla ilgili halk bilgilendirilmediği gibi, bu ülkelerin konsolosları da yapılacak projeyi yerel yöneticilerden değil, mimar, şehir plancıları ve sivil toplum örgütlerinden oluşan Taksim Platformu’ndan duymuş. Konsolosluklar, durumdan son derece rahatsız. 
Eğer Taksim civarında veya İstanbul’da oturuyorsanız kendinize bir sorun bakalım bu projeyle ilgili size fikir soran, bilgi veren, müzakere eden birileri oldu mu? Yeni anayasa ve demokratikleşme sözcüklerinin dillerden düşürülmediği bir dönemde herkesin ortak değeri olan Taksim ile ilgili nasıl bir katılımcı demokrasi sürecinden geçildi? Kentin en önemli meydanı ile ilgili kararlar nasıl alınıyor, süreç neden şeffaf değil, en uygun projenin bu olduğuna kim karar veriyor, projenin tasarlayıcısı, mimarı kim, proje nasıl seçildi, seçim sürecinde nasıl öneriler konuşuldu? Nükleer santral yaparken, üçüncü köprü ile ilgili karar alırken sorulmadığı gibi bunda da, vatandaş ne istiyor sorusunun cevabını kimse bilmiyor. 
Bu projenin gerçekleşmesi halinde Taksim Meydanı’ndan başlayan yürüyüşler, eylemler, 1 Mayıs kutlamaları da bundan sonra tarihe karışacak gibi görünüyor.
İtiraf edin belki rahatlarsınız, siz bu şehri sevmiyor olabilir misiniz?

Denktaş’ın ‘çözüm fobisi’ miras kalmasın



Hem Türkiye hem Kıbrıs Adası’nın iki tarafı için büyük, farklı ve derin anlamlar içeren bir dönem tamamen kapandı. Cuma akşamı birçokları KKTC’nin bağımsızlık ve özgürlük mücadelesinin lideri demeyi tercih etse de, aslında Kıbrıs sorununda tam da çözümsüzlüğünün mimarı diyebileceğimiz Rauf Denktaş vefat etti. Ne ilginçtir ki, Türkiye’de futbol oynadığı dönemde herkesin gönlünde taht kuran Lefter ile Denktaş, aynı kuşaktandı ama iki farklı değerin simgeleriydi onlar. Kaderlerinde aynı gün bu dünyadan göçmek varmış. Lefter devlet eliyle tasfiye edilen Rumların azınlık olmuş bireyi, diğeri de ülkelerinde çoğunluktan azınlık haline gelmekte olan Kıbrıslı Türklerin içinde bulundukları durumun mimarıydı.
Denktaş, yıllar önce bir gazeteciye verdiği röportajda, “Biliyorum ne yaparsam yapayım ben hep ‘Bay Hayır’ olarak hatırlanacağım” demiş, “Kıbrıslı Türklerin haklarını korumak için buna mecbur olduğunu” belirtmişti. Çocukluktan beri arkadaş olduğu Glafkos Klerides ile 25 yıl boyunca kendi toplumlarının hakları için birbirlerine karşı mücadele verdi ama Rumlarla çözüm olacağına hiç inanmadı, halkına verdikleri izolasyonların gölgesinde kimsenin tanımadığı, Türkiye’ye göbekten bağlı bir KKTC’nin ötesine gidemedi. Müzakerelerde bugüne kadar beş BM genel sekreteri, beş Rum lider, altı Türkiye cumhurbaşkanı ve 13 Türkiye başbakanı ile çalışması sanki çözümsüzlükten yana tavrının kanıtı gibiydi. Aslında, Annan Planı ve referandum tüm bunların bir illüzyondan, liderlerin sanal siyasetlerinin bir tezahüründen ibaret olduğunu açıkça ortaya koydu.

BBC, Denktaş’ın vefatının ardından, “Denktaş’ın ölümü Kıbrıs sorununun çözümündeki uzun tünelde biraz olsun ışığın görüldüğü bir anda gerçekleşti” değerlendirmesinde bulunmuş. Doğrudur... Kıbrıs her zaman Türk dış politikasında önemli yer tuttu ama hep üvey evlat gibiydi, hep sahip çıkılacak bir yer, kimseye kaptırılmayacak bir toprak parçası olarak ele alındı, halkın ne istediğinin pek bir önemi yoktu, adı konmamış bir müstemleke muamelesi gördü.
Artık zaman eski zamanlar değil, süreç çok farklı ilerliyor. Kıbrıs’ta çözüm için şimdi yeni bir dönem var, beklenti çok yüksek değil ancak Kıbrıslı Türkler 22-24 ocakta New York’ta yapılacak Greentree zirvesinin çözüm için “potansiyel” taşıdığını düşünüyor. Diğer yandan KKTC Cumhurbaşkanı seçildiği dönemde bir önceki Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın müzakereleri bıraktığı yerden devam ettireceğini söyleyen Derviş Eroğlu’nun sözlerini yerine getirmediği için Ada’da tepki var. Müzakerelerin toprak paylaşımı ve çapraz oy meselesinde kilitlendiği belirtiliyor. Toprak konusunda Türk tarafının adım atması gerektiği yönünde genel bir kanı hâkim. Geçen hafta Eroğlu, Demokrat Parti’nin kurultayında yaptığı konuşmada, Kıbrıs Türk tarafının Ada’da barışı Rum tarafından fazla istediğini, çünkü mağdur olan, çözümsüzlüğün bedelini ödeyenin kendileri olduğunu söyledi. Ancak, esas niyet şu cümlede gizli: “Ama çözüm olacak diye hakkımızı, hukukumuzu terk edip 1974 öncesine de gidemeyiz.”
Türk tarafının 1974 ve sonrasında hangi Rum topraklarına el konduğunu, hangi Rum arsasına hangi otelin, hangi binanın yapıldığının verilerini ortaya koyması gerekiyor. BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun’un Kıbrıs Özel Temsilcisi Alexander Downer, mülkiyetle ilgili bir komite kurulmasını ve bunların burada açıkça konuşulmasını önermişti. Türk tarafı, toprak meselesine Rumların AİHM’e giderek çok sayıda dava açmasından korktuğundan verileri paylaşmaya yanaşmıyor, Rum tarafı da veriler ortaya konmaz ise “görüşmem” diyor. 
Ancak, geçen hafta ana muhalefet partisi CTP’nin Ankara’ya yaptığı ziyaretler etkisini göstermiş olmalı ki, Eroğlu verilerin paylaşılacağı yönünde bir açıklamada bulundu. Bu gerçekleşirse çözüm yönünde önemli bir adım atılmış olacak. Bir diğer mesele de, çapraz oy ile mal ve nüfus çoğunluğunun şu anki dağılımının bozulmaması yönünde. Türk tarafı, yine kuzeyde Türk çoğunluğu, güneyde Rum çoğunluğu olmasında yana. Rumların gelip Türk tarafından mal almasını, toprak sahibi olmasına karşı. Tüm bu gelişmelerin Rum lider Dimitris Hristofyas’a epeyce moral üstünlük sağladığı, içeride siyaseten tıkanmış olmasına rağmen, 2013’teki seçimlerde yeniden aday olacağı konuşuluyor. Kıbrıs, önümüzdeki günlerde ve muhtemelen Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB Dönem Başkanı olacağı temmuz ayına kadar gündemde kalacak gibi... Bakarsınız hiç beklenmediği halde bir sürpriz oluverir, ne de olsa çözüm büyük ölçüde Türkiye’nin iki dudağı arasında.



Gıda suçu işleyen teşhir edilecek

Türkiye’de AB’ye üyelik süreci son zamanda her ne kadar epeyce tavsamış olsa da, işini layıkıyla götüren ve sorumlu oldukları alanlarla ilgili AB’ye uyum yasalarını eksiksiz yerine getirmeye çalışan bakanlıklar var. Türkiye’de bugün itibariyle gıda güvenliğinde AB standartları dönemi başladı diyebiliriz. Yeni süreçle ilgili dün, Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker, epey detaylı bilgiler aktardı. Eker, 5996 sayılı Veteriner Hizmetleri, Bitki Sağlığı, Gıda ve Yem Kanunu kapsamında uygulanacak mevzuata ilişkin, “Yediğimiz içtiğimiz her şeyin, her aşamasıyla ilgili çağdaş standartları belirlemek ve zincirin her aşamasında denetlemek gerekiyor, biz bu mevzuatı bunun için yaptık” diyor. AB standartlarında bir gıda denetim sisteminin yeniden tesis edildiği bu yasayla 102 adet düzenleme de yürürlüğe giriyor. Bunların 95 tanesi yayımlanmış, yedisi ise Başbakanlık’ta yayımlanma aşamasında. 
Türkiye’nin AB ile tam üyelik müzakerelerine başladığı dönemde, en zor fasıllardan birinin tarım olacağı yönünde genel bir kanı vardı. Bakan Eker, “Bu gıda kanunuyla ve bu mevzuatla aslındaTürkiye’nin AB standartlarını çok rahat bir şekilde yakaladığını ve uygulama kabiliyetine sahip olduğunu gösterdik, Diğer birçok fasıl, müzakereye açılmamışken, biz gıda faslını müzakereye açtık ve bu kanunla uygulamaya konan 102 yönetmelik, aslında AB ile uyumun ve entegrasyonun gıdada daha kolay olacağını göstermesi bakımından önemli” diyor ki, aslında haksız sayılmaz.


Gıdada ademimerkeziyetçilik

Yeni kanun ve mevzuatın detaylarında neler var, kısaca bakalım. Bundan sonra toprağa atılan tohumdan tabağa gelinceye kadarki tüm süreç tüm zincir artık kontrol altında. Bunun için bir Gıda Kontrol Genel Müdürlüğü oluşturulmuş. Bitkisel, hayvansal, işlenmiş, hammadde veya yarı mamul her ne formda olursa olsun gıdayla ilgili her süreç izleniyor ve kayıt altına giriyor. İşin ilginç yanı, Bakanlık, gıda denetim alanında devlet merkezinin etkisini azaltarak, yerel idarelerin yetkilerini arttırarak, ademimerkeziyetçi bir sisteme geçmiş. Mesela, iş yeri kapama, ürün toplatma, para cezası gibi müeyyideleri yapmaya artık il müdürlükleri yetkilendirilmiş. Daha önce gıdayla ilgili toplum sağlığına aykırı bir durum tesbit edildiğinde, mülki amirin onayının alınması gerekiyordu. Bunun yarattığı zaman kaybı, o süreç içinde kararların değişmesi gibi pek çok olumsuzluk yaşanıyordu. Bundan sonra tüm yetki il müdürlerinde, kontrol ve denetim elemanları da acil durumlarda, ürünü toplatma ve faaliyetten men yetkisine sahip. Bir diğer yenilik isegıdanın alanına giren birçok konuyla ilgili 10 ayrı bilimsel komisyon oluşturulacakolması. 
Gıda güvenliği için oluşturulan stratejik plan çerçevesinde 12 ayrı eylem planı hazırlanmış. Et ve et ürünleri, süt ve süt ürünleri, alkollü ve alkolsüz içecekler, takviyeli gıdalar vs. gibi eylem planları oluşturulmuş. Daha önce sadece gıda üretim yerleri kayda alınırken, bundan sonraki süreçte toplu tüketim ve satış yerleri de kayıt altına alınacak. Bakan Eker, yeni durumu,“İzleme güvenliği olacak. Yumurta hangi çiftlikten, ilden geldi bileceğiz. Et ve et ürünleri nerede imal edilmiş, hangi bölge, hangi çiftlikte imal edilmiş, bunu geriye doğru izleyebileceğiz. Ancak, sebze ve meyvede zaman alacak bunun başlaması” diye açıklıyor. 
Kısacası, her türlü çiftlikte üretim yapanlar, mandıra, kesimhane sahipleri, ürünleri piyasaya arz edenler, bakkal, market, toptancı, depocu, bunların hepsi ürettiğinden ve sattığından sorumlu olacak


Bundan sonra teşhir var

Gelelim can alıcı noktaya... Tüketici sağlığının korunması amacıyla taklit ve hileli ürün üreten firmalar artık Bakanlık tarafından kamuoyuna açıklanacak. Eskiden bu yasal olarak bunun önünde engeller vardı. Bu tür uygulamalar içinde olanlar teşhir edilecek. Öyle ki, yem fabrikaları ve çiftlikler ürettikleri ve hayvanlara yedirdikleri yemlerin kaydını tutacak. Bir firma, sadece kendi hayvanları için yem üretimi yapıyorsa da bunun kaydını tutacak. Yine yeni düzenlemelerle hayvanlara kötü muamele yapılamayacak, gerek çiftlikte, gerek taşınırken, gerek kesilirken eziyet olmaması esasHayvanlara ayrılan alanın belli bir standardı olacak. Hayvanlara sekiz saatten fazla yolculuk yaptırılmayacak. Örneğin, bir metrekare alanda 10 taneden fazla tavuk bulunmayacak. Bunların dışında Bakanlık 2009’dan beri yürüttüğü bir çalışma ile, Türkiye’deki tüm tarım arazilerinin haritasını çıkarmış. İki yıl boyunca 200 uzmanın gerçekleştirdiği bu çalışma, her 2500 metrekarelik alanda “hangi tarımsal ürün yüksek verimlilikte üretiliyor” bilgisini ortaya koymuş. Bunun tüm üreticilerle ilişkilendirilerek ele alınması gündemde. Yasa bu haliyle halk sağlığına yönelik önemli yenilikler getiriyor görünüyor. Ancak, uygulanabilir ve denetlenebilir olabilirse bir faydası olacağı kesin.



Çevre felaketlerine 360 derecelik bakış



Geçen yıl, ekolojik anlamda yine çalkantılı bir yıldı, insanlık doğaya karşı bitmek bilmez hoyratlığını yine sergiledi. İnsanın, “sonsuz kaynaklara sahipmişçesine doğayı kullanma ve yok etme”sine çeşitli vesilelerle şahit olduk. Seragazı salımları rekor seviyelere çıktı, Kuzey Kutbu’ndaki buzulların erimesi 2007’deki rekor seviyelere yaklaştı, ısı kaydedilmiş en yüksek 11’inci ısı derecesiydi. ABD’de soğuk ve sıcak dereceleri daha önce görülmemiş uçlarda seyretti, Avrupa ve Afrika’da kuraklık ve aşırı sıcaklarla kavrulduğumuz rekor sayıda iklimle alakalı felaketin yaşandığı bir yıldı. Aynı zamanda 2011, tarihe en kötü ikinci nükleer felaketin yaşandığı yıl olarak geçti. ABD’nin Ulusal Okyanus ve Atmosfer İdaresi NOAA’in, deniz ve toprak sıcaklıklarını ölçmek için kullandığı deniz, toprak ve hava göstergeleri 2011 boyunca dünyanın açık ve seçik biçimde ısındığını gösterdi. İlk kez geçen yıl dünya nüfusu 7 milyara ulaştı ki, bunun 1970’dekinden iki katı insana yiyecek, giyecek sağlanması, barınacak yer bulunması ve eğitim hizmeti verilmesi demek.
Tek tük iyi haberden biri, yenilenebilir enerji yatırımlarında rekor kırılması oldu. Dünyada yenilenebilir enerji türlerine, termik santrallerden daha fazla yatırım yapıldığı açıklandı. BM Çevre Programı UNEP, yenilenebilir enerji yatırımlarının 2010’da yüzde 32 artarak, 2004’ten bu yana 211 milyar dolar seviyesine geldiğini açıkladı. İlk kez gelişmekte olan ülkelerdeki yatırım -Türkiye hariç- gelişmiş ülkelerdeki yatırımı geçti. Bloomberg’e göre, yenilenebilir enerji yatırımları gelecek sekiz yılda ikiye katlanarak 395 milyar dolara erişecek. Ama kötü haber şu ki, Uluslararası Enerji Ajansı IEA’ya göre, bu yatırımlar küresel ısınmanın önünü almada yeterli olamayacak. IEA’nin öngörüsü, aralık ayında Durban’da yapılan iklim değişikliği konferansında da açıkça görüldü. Durban’da toplanan 194 ülkenin siyasetçileri ikna edici bir anlaşma yapamadan ülkelerine geri döndü.
Bir diğer iyi gelişme, doğa felaketi yaşanan hemen her yerde halkların daha fazla başkaldırması, daha fazla isyan etmesi ve çözüm yolları araması oldu. Yaşanan pek çok dramatik çevre olayıyla birlikte dünyanın pek çok yerinde insanlar sokaklara döküldü, protestolar düzenledi, kurumların ve hükümetlerin muazzam çevre problemlerine yönelik ağır kalmaları karşısında kendi yöntemlerini geliştirdi. Başta yağmur ormanlarıyla ilgili yayınları olmak üzere dünyanın en fazla ziyaret edilen çevre ve doğa koruma sitelerinden www.mongabay.com, geçen yılın en önemli 10 doğa olayını seçmiş. Mongabay’ın listesinde çevre aktivizmi birinci sırada. Özellikle, ABD’de Keystone XL boru hattına yönelik gerçekleştirilen eylemlerinden Myanmar’daki baraj protestolarına kadar büyük protesto gösterileri doğayı tahrip edenlere karşı başarılı oldu. Tabi, kolluk kuvvetleri de görev başındaydı, sadece ABD’deki Keystone XL eylerinde 1252 kişi gözaltına alınmış.
Kötü haberler yukardakilerle sınırlı değil, keşke öyle olsa... İklim değişikliğinde zaman daralıyor. Geçen yıl seragazı emisyonu rekor kırarak, 2010’a göre yüzde 6 arttı. Hükümetlerden hâlâ ciddi bir hareket yok. Temmuzda NOAA, son 300 ayın, tüm ortalama sıcaklıkların üzerinde olduğunu, 1997-2011 arasındaki 15 yılın 13’ünün en sıcak yıllar olduğunu açıkladı. Mayısta yapılan bir ölçüm sonucunda yavaşlama ve duraklamaya rağmen pek çok gelişmiş ülkenin havasında karbondioksit yoğunluğu milyonda 394 parçacık seviyelerinde, yani azami sınır olan 350’nin üzerinde seyrediyordu. Bu seviyeler bazı biliminsanlarınca artık geri dönüşü olmayan bir küresel ısınmaya işaret ediyor. Şili’de Kurak Bölgeler Araştırma Merkezi, kasımda deniz buzullarının halihazırdaki erime süresi ve boyutunun son 1450 yıldır görülmemiş seviyelerde olduğunu açıkladı. 2010’da afetlerden daha çok Rusya, Avrupa, Pakistan ve Ortadoğu etkilenirken, 2011’de sıra Kuzey Amerika’daydı. Kıtada Missisipi ve Missuri nehirleri taşkınlara neden oldu, rekor seviyede kontroldışı yangınlar ve kuraklık ortalığı kasıp kavurdu. 2011, aynı zamanda son 50 yılın en kötü kuraklık ve sel olaylarının yaşandığı yıldı. Tayland sel baskınında 730 kişi öldü, Çin’in kuzeyinde 2010’da başlayan kuraklık ise devam etti.
Muazzam kuraklıklar yoksullar kadar varsılları da vurdu. Son 60 yılın en ciddi kuraklığını yaşayan Afrika boynuzu ülkelerinde 10 milyon insan açlıktan kırıldı, 29 bini çocuk olmak üzere onbinlercesi öldü. Almanya ve Orta Avrupa’da 1881’den bu yana tutulan istatistiklere göre en kurak yıl yaşandı. Büyük depremlerin de yılıydı 2011: Sadece yılın ilk yedi haftasında Arjantin, Birmanya, İran, Pakistan, Şili, Tacikistan, Yeni Zelanda ve birçok Pasifik adası depremle sarsıldı. En ciddi sonuçları olan deprem ise denizde cereyan etti ve tsunami 11 martta 15 bin 500 kişinin ölümüne, çıkan yangın sonucunda Fukuşima nükleer tesisindeki üç reaktörün erimesine, bölgede oturan 160 bin kişinin başka yerlere iskanına, aşağı yukarı 210 milyar dolarlık ekonomik ve fiziki hasara, reaktörlerin durdurulması için de ek 15 milyar dolar masrafa, deniz kıyılarında normalin 50 kat üzerinde radyoaktiviteye neden oldu. Fukuşima felaketinin doğrudan sonuçlarından biri, Avrupa ülkelerinin nükleer enerjiye sırtlarını dönmesi oldu. Avrupa, nükleerle ilgili ciddi kararlar aldı.
İnsanlığın artık bazı tercihlerini değiştirmesinin zamanı gelmiş de çoktan geçmiş gibi...



Kıbrıs’ın gazına mundar demek

Yılın ilk yazısı, geçen yıl Türkiye'nin kendi siyasi gündemi nedeniyle yeterince yer bulamamış bir konuya kısmet oldu. Kıbrıs'ın güneyindeki sularda bir süreden beri devam eden sondaj çalışmalarının ilk aşaması "mutlu sona" ulaştı, Kıbrıs Adası'nın güneyindeki Münhasır Ekonomik Bölge'nin 12'inci parselinde 140 ila 230 milyar metreküplük doğalgaz rezervinin bulunması Ada'nın güneyindekiler (ve belki kuzeyindekiler) için yeni yıl hediyesi oldu. Rezervin 2000'den bu yana dünya çapında keşfedilen en büyük 4'üncü doğalgaz yatağı ve şu ana kadarki en iyi 100 yatak arasında bulunduğu söyleniyor. 
Sondajı yapan ABD'li Noble Energy'nin ulaştığı sonuçları açıklayan Kıbrıs Cumhurbaşkanı Dimitri Hristofyas, bunun Kıbrıs için "tarihi bir an" olduğunu söyleyerek, "Artık Avrupa'nın enerji haritasında yerimizi aldık" açıklamasında bulundu. Bulunan doğalgaz Rumlara kimine göre 150 yıl kimilerine göre ise 210 yıl yetebilir ama elbette mesele bu gazın ihracı ve bunun için sıvılaştırma tesisi kurulması ki bedelinin 10 milyar dolar olduğu varsayılıyor. Rum yönetimi Afrodit olarak adlandırılan 12'nci parseldeki sondaj çalışmalarına 18 eylülde başlamış, 12'inci parseli tek taraflı olarak Münhasır Ekonomik Bölge ilan etmesi Türkiye ile gerilime neden olmuştu. Bulunan gazın Münhasır Ekonomik Bölge'deki 14 yataktan biri olduğunu, toplam rezervin yüzde 10'una denk geldiğini ve hesaba petrol yataklarının dahil olmadığına da hatırlatalım. 
Doğalgazın değerlendirilmesinin ortaklaşa belirlenecek bir stratejiyle gerçekleştirilmesi ve doğalgaz yataklarını siyasi amaçlı olarak kullanılmaması Güney Kıbrıs'taki muhalefetin görüş birliğine vardığı bir konu. Siyaseten ülkesinde tamamen köşeye sıkışmış olan Hristofyas, elini güçlendiren bu gazın bulunmasının ardından yaptığı açıklamanın ikinci cümlesinde Türkiye'ye önemli bir atıf yaptı. "Kıbrıs'ta doğalgaz bulunması Ada'da çözüm için motivasyon ve barış için bir araç olarak kullanılmalı" diyen Hristofyas, Kıbrıs'ın birleşmesiyle kaynaklardan Kıbrıslı Türkler'in de faydalanacağını yineledi. Hristofyas, "Türkiye, barış ve uzlaşı ruhu göstersin. Doğu Akdeniz'de gerilim yaratan gelişigüzel faaliyet ve tahriklerden kaçınsın. Birleşmiş Milletler'in Kıbrıs'la ilgili kararlarına saygı göstersin ve çözüm yönünde aktif çalışsın" ifadeleriyle topu Türkiye'ye attı. Hristofyas, bu vesileyle Kıbrıs'ta birleşme yönünde devam eden sürece katkı sağlayacak olumlu bir mesaj verdi: “Hidrokarbon yatakları, Kıbrıs sorununa, yasadışı işgale ve kolonizasyona son verecek, ülkemizi ve halkımızı yeniden birleştirecek ve halkımızın; Kıbrıslı Türklerin ve Rumların insan haklarını ve temel özgürlüklerini tesis edecek bir çözüm bulunması teşvik olabilir. Konfederal ve bölücü taleplerle barışa ve işbirliğine ulaşılamaz. Bunlara ülkenin yeniden birleşmesiyle ulaşılabilir. Bu, Kıbrıslı Türklere, Tanrı'nın bahşettiği zenginlikten faydalanma olanağı verecek bir olgudur.”
Bu ifadelerle Hristofyas bir nevi "çözüm için gaz diplomasisi"nin temellerini atmaya çalışıyor. Güvenlik Konseyi'nin ağır topları İngiltere ve ABD de bulunan gazın önemini doğru değerlendirerek, çözüm ve birleşmeye yönelik ocakta New York'ta Derviş Eroğlu ile Hristofyas arasında yapılacak son toplantının "son olmaması" yönünde görüş belirtti. Mutabakat sağlanan başlıkların bir daha müzakere edilmemesi, güneyde Şubat 2013'teki cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında müzakerelerin kaldığı yerden sürmesi konusunda niyetlerini ortaya koydular. 

Durum böyleyken Türk tarafı nasıl bir tavır koydu? Siyasetin gündelik dilinin tüm alanlarına ince ince işlemiş olan kibir yine tüm açıklığıyla zuhur etti. Yatıp kalkıp her gün doğalgaza ne kadar çok ihtiyacımız olduğundan bahsedenler, bir anda Kıbrıs'ta bulunan gazı küçümsemeye başladı. Medyada yer alan haberlerde komik desen değil, olsa olsa gülünç "sözde münhasır ekonomik bölge" diyenler mi istersiniz, yoksa haberde hiçbir uzmandan görüş almadan "uzmanlar Kıbrıs'ın gazı yetersiz" diyor diye manşet atanlar mı... Gazın bulunduğunun açıklanmasının birkaç gün öncesinde Enerji Bakanı Taner Yıldız, doğalgaz konusunun Kıbrıs sorununun çözümünden ayrı düşünülemeyeceğini söylemiş, Rumların, geçtiğimiz günlerde gündeme gelen doğalgazı Türkiye üzerinden pazarlama düşüncesiyle ilgili olarak, "Enerji sektörü savaşların gerekçesi değil, barışın gerekçesi olmalı. Bu, barış görüşmelerinden ayrı düşünülecek bir kalem değildir" demişti. Şimdi Hristofyas hodri meydan diyor ama Türkiye'nin masaya koyduğu yeni bir öneri yok. Böyle, iç karartıcı bir gündemle pek Kıbrıs'a bakacak hali de yok.

Büyük dönüşüm büyük tartışma getirecek

Türkiye'de yeni kentsel dönüşüm hamlesi başlıyor. Depreme dayanıksız binaların yıkılmasını sağlayacak olan yasa tasarısı hazır. İşin uygulama kısmı, çok tartışmalara neden olacak gibi görünüyor. Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, bir grup gazeteciyle biraraya geldiği sohbet toplantısında yasa tasarısının ayrıntılarından bahsetti. Van depremi sonrası Başbakan Erdoğan'ın 'dayanaksız binaların yıkılması' yönünde verdiği talimatla ilgili olarak harekete geçen Bakanlık, 'Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun Tasarısı'nı hazırlamış, tasarının ocak ayında yasalaşması bekleniyor. Bakan Bayraktar'ın anlatımlarına göre, bu yasanın en önemli iki ayağı var. Bunlardan bir tanesi riskli, çürük ve yıkılması gereken binaların tespiti, ikincisi ise binaların yıkılması sonrası ortaya çıkacak arsaların değerlendirilmesi... 
Bakan Bayraktar'ın verdiği bilgilere göre, Van'da 7.2'lik bir depremde 35-40 bin ev yıkıldı, aynı şiddette bir depremin İstanbul'da olması halinde sadece üç ilçede, Zeytinburnu, Bakırköy ve Bahçelievler'de 110 bin civarında konutun yıkılacağı varsayılıyor. Türkiye'de konut stoğu 20 milyona yaklaşmış durumda ve bunların yüzde 35-40'ı zaman içinde yenilenmeli. Ortalama 7.5 milyon konutun 5, 10, 15, 20 yıllık periyotlar içinde yenilenmesi halinde bunun yenileme maliyetinin 500-600 milyar lira civarında olacağı tahmin ediliyor. 

Ücretsiz tarama yapılacak
Yasa tasarısındaki düzenlemelerle, afetler karşısında riskli bulunan alanların ve buralardaki yapıların sahipleriyle anlaşma sağlanarak bu riskli yapıların yıktırılıp bu alanların dönüştürülmesinde ve yeniden yerleşimin temin edilmesinde “gönüllülük” esası getiriliyor. Ancak, bu esasa uymayanların yapılarının yıktırılması ve riskli yapılarla alanların tahliyesi de yasaya dahil ediliyor. Riskli binaların tespiti için Almanya'dan röntgen cihazları getirtilmiş. Yasa çıktıktan sonra başta İstanbul olmak üzere bütün binalar bu röntgen cihazları ile ücretsiz olarak taranacak. Uzmanlar tarafından oluşturulacak ekipler tarafından binaların risk analizi yapılacak. Ortaya çıkan veriler çerçevesinde Bakanlar Kurulu kararıyla riskli alanlar belirlenecek. Riskli alanlar dışında kalan bölgelerde ise belediyeler riskli binaları tespit edebilecek. Riskli alanlar ve binaların tespitinin ardından, yıkımlar başlayacak. 
Yasa tasarısına göre, yıkım kararlarına itiraz edilemeyecek, ancak sadece yıkım ve kamulaştırma bedeli gibi noktalar yargıya taşınabilecek. Yıkım işleri, belediyeler ve TOKİ tarafından yapılacak. Tasarıya göre, binası çürük çıkanlara yıkım için üç aylık bir süre verilecek. Bina bu sürede yıkılmadığı takdirde, idari makamlarca yıktırılacağı belirtilerek, bir ay daha süre tanınacak. Eğer bu süre içinde de yıkım gerçekleşmezse, devreye Bakanlık girecek. Bina yıktırılacak ve yıkım masrafı tapuya haciz olarak konacak. Yıkım sonrası binanın bulunduğu alan hisseli arsa haline getirilecek. 

Arsalara devlet de ortak olacak
Hisse sahipleri isterse, arsalarını kendileri değerlendirme yoluna gidebilecek. Şayet anlaşma olmazsa, hisse sahiplerinden üçte ikisinin kararı geçerli olacak. Yine yasa tasarısına göre, dayanıksız bir binada oturan hak sahiplerinin yüzde 51'inin rızasını almak suretiyle kat irtifakı/kat mülkiyeti bozulacak. Bu durumda yeni hisselendirme, arsa üzerinden yapılabilecek. Peki anlaşma yapmayanlar ne olacak? Onların da hisse değerleri hesaplanacak, almaları için çoğunluğa teklif getirilecek. Çoğunluk alırsa sorun yok. Çoğunluk almazsa, hisseleri devlet alacak ve TOKİ adına tapu tescil edilecek. Böylece, arsaya devlet de ortak olmuş olacak. Ne zamanki, arsaya bina yapılması aşamasına geçilecek, o zaman devlet kendisinde bulunan hisseyi satarak ortaklıktan çıkacak. 
Yıkım ve binaların yeniden yapım süreciyle ilgili olarak Bakan Bayraktar, " Kimseyi sokağa atmayacağız. Kira yardımı, ev desteği yapılacak" diyor. Niyet makul, kanun son derece detaylı ve herkesin işini kolaylaştırıyormuş hissi veren bir şekilde hazırlanmış, ancak uygulamasının aynı şekilde kolay olacağını söylemek zor. Binalarını yıktırmak istemeyenler muhakkak olacaktır. Geçmişte defalarca şahit olduğumuz gecekondularını yıktırmak istemeyen insan manzaralarıyla yeniden ve sıklıkla karşılaşabiliriz. Dönüşüm, epeyce dava dosyasına da konu olabilir. Yıkılma riskine rağmen binanın yıkılmasını istemeyen mülk sahipleri tarafından mağduriyet davaları açılabilir. Yıkımlara mülk sahiplerinin yüzde 100 desteğinin ve katılımının sağlanması mümkün değil gibi görünüyor. Sorunsuz bir kentsel dönüşüm, İstanbul gibi hacmi giderek genişleyen devasa bir kent için çok daha büyük zorluklar içeriyor. Bu arada, dönüşüm harekatıyla giderek bir TOKİ irisi haline gelen Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın çevre, doğa koruma, SİT alanları, HES'lerle ilgili görüşlerini alamadık. Bir dahaki sefere belki...

İbret-i alem için birkaçı yıkılabilir
Bakan Bayraktar, kent silueti tartışmalarına ilişkin de bir açıklama yaptı, şehrin çehresini bozan projelerden kaçınmak gerektiğini söyledi. Bayraktar, "Her imar alan firma, istediği projeyi yapamaz. İmarı alıp, projenin sağını solunu değiştirip kentin görüntüsüne zarar veren binalar yapıyor. İmar mülkiyet hakkı değildir. Şehrin siluetini bozacak yerlere Bakanlığın müdahale etmesini yasayla sağlamak istiyoruz. Bunların birkaç tanesi ibret-i alem için yıkılırsa iyi olur" diyor. Bu arada Bayraktar'ın TOKİ dönemine ilişkin de itiraf niteliğinde açıklaması ilginçti: "Barınma sorununu çözmek için maliyetleri aşağı çektik, klasik konsept uyguladık. Her ilde konut siluetinin aynı olması göze battı, bu bazılarını rahatsız etti ama bu haklı bir rahatsızlıktır. Konsept bir mimari yakalamak gerekirdi. Şimdi bunu nasıl değiştiririz diye TOKİ'de toplantılar yapılıyor."