İthalat faturasına temiz enerji iyi gelir

Giderek artan enerji ihtiyacının yerel kaynaklarla karşılanmasında ve iklim değişikliğiyle mücadelede kritik önemde role sahip yenilenebilir enerji kaynaklarını teşvik etmeye yönelik kanun tasarısı, 29 Aralık 2010 tarihinde TBMM’de kabul edilerek yürürlüğe girdi. Ancak, bilindiği gibi, bu yasaya "SİT alanlarının, milli parkları gibi korunan alanların yenilebilir santrallara açılacağı" yönünde çevre örgütlerinden haklı tepkiler geldi. Öte yandan, hidroelektrik, rüzgar, jeotermal ve güneş gibi yenilebilir enerjiye yatırım yapacaklar için kilovat/saat başına uygulanacak rakamlar da kimseyi memnun etmedi. Yasanın yatırım yapacakların beklentilerine cevap vermediği ve teşvik edici olmadağı söylendi.
Meclis'te kabul edilen Yenilenebilir Enerji Kanunu'nu, bu alandaki yatırımları gecikmeli de olsa yasal bir zemine kavuşturacak olması açısından önemli buluyoruz. Ancak, yenilenebilir enerjiyi desteklerken başka arızalar doğurmasının da kabul edilebilir bir yanı yok. SİT alanlarına ya da milli parklara enerji santralı yapılabilmesinin önünü açan maddelere yönelik en kısa sürede yeni bir düzenleme elzem. 2000'den fazla HES ve binlerce barajla Avrupa'nın en çok HES ve baraj inşaatı yapan ülkesiyiz, dolayısıyla yenilebilir enerji için güneş, rüzgar, jeotermal gibi alternatif alanlara ciddi olarak yönelmenin artık zamanı.
 

Dış ticaret açığının sebebi enerji

İşin bir başka boyutu ise şöyle... Cuma günü açıklanan dış ticaret ve ithalat rakamları ihracat rakamlarını gölgede bırakıyor, rekorlardan rekor beğeniyor. Türkiye'nin 2010 ithalatı 2009'a göre yüzde 31.6 oranında artışla 185 milyar 493 milyon dolar olarak gerçekleşti. Dış ticaret açığı ise 2010'da yüzde 84.5 oranında yükselişle 38 milyar 786 milyon dolardan 71 milyar 563 milyon dolar olarak yeni bir rekora imza attı. Dış ticaret ve ithalat rakamlarının yüksekliğinin hemen hemen tek sebebi var, enerji ithalatı. Petrol ve doğalgaz fiyatlarındaki artış da, ihracat ile ithalat arasındaki uçurumun giderek büyümesine neden oluyor.Türkiye'nin dış açığının yüksekliğinde ciddi bir etken olarak açıkça görülen petrol, kömür ve doğalgaz ithalatı, ülkenin pek çok sektörde net bir ihracatçı konumuna geçmesini engelliyor. 

Türkiye'ye kötü haberler var
Bu konudaki tehlikeye geçtiğimiz günlerde BBC'ye verdiği demeçte Uluslararası Enerji Ajansı Başekonomisti Fatih Birol da dikkat çekmişti. Birol, petrol fiyatında yaşanan artışın küresel ekonomik iyileşmeyi rayından çıkaracağını vurgularken, enerjide dışa bağımlı olan Türkiye'nin bu artıştan en olumsuz etkilenecek ülkeler arasında olduğunu söylüyor. Birol, diyor ki: "Petrol fiyatlarının artması Türkiye'nin ticaret dengelerini negatif etkileyecek, enflasyonist baskılar yaratacak. Bu bakımdan Türkiye ekonomisi iyi bir yoldayken petrol fiyatlarındaki artış, bunu sekteye uğratacak bir potansiyele sahip. Ayrıca, Türkiye çok fazla doğalgaz ithal ediyor ve doğalgaz fiyatları büyük ölçüde petrol fiyatlarına endeksli. Petrol fiyatları artınca doğalgaz fiyatları da artacak. Bu bakımdan ikinci bir fatura gelecek. Tüm bunların yanısıra doğalgaz yoğun biçimde elektrik üretiminde de kullanıldığı için bu elektrik fiyatlarında da artışa neden olacak." Türkiye'nin alternatif enerji kaynaklarına yönelmesi konusunda ise Birol'un şu sözleri önemli: "Türkiye bu konuda önemli çalışmalar yapıyor ama Türkiye'de bu teknolojilerin geliştirilmesi son derece pahalı. Bu bakımdan hükümetin destek vermesi gerekir."
 

Rüzgar ve jeotermal ihaleleri

Türkiye artık açıkça ve vazgeçilmez şekilde yenilebilir enerjilere yönelmeyi hedeflemeli. Şuba ayı içinde yenilebilir enerji alanlarına yönelik iki önemli ihale olacak. TEİAŞ (Türkiye Elektrik İletim Anonim Şirketinin) rüzgar santrallerinin ilk grubuna yönelik ihale ilanını internet sitesinde yayımlanmıştı. Rüzgar enerjisine dayalı üretim tesisi kurmak üzere yapılan lisans başvurularına ilişkin yarışma yönetmeliği gereği; rüzgar enerjisine dayalı üretim tesisi kurmak üzere yapılmış lisans başvurularından aynı bölge ve/veya aynı trafo merkezi için birden fazla başvurunun bulunması durumunda, sisteme bağlanacak olanları belirlemek için, 15 Şubatta bir yarışma yapılacak.
Ayrıca, Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü, 22 adet ruhsatlı jeotermal alanın kapalı zarf usulü ihalesini 2 Şubatta gerçekleştirecek. Sektöre yakın kaynaklar Yenilenebilir Enerji Kanunu'nda kilovat/saat başına 10.5 dolar olarak belirlenen fiyatın ihaleye olan ilgiyi arttıracağı yönünde görüş bildiriyor. Son 30 yılda enerjisini ithal kömür ve petrolden, hidrojen ve jeotermal enerjiye çeviren İzlanda, Türkiye'deki mevcut potansiyelle yakından ilgileniyor. Türkiye ekonomisinin girdiği sıkıntılı ithalat/yüksek dış ticaret açığı sarmalından büyük ölçüde kurtaracak yatırımları hükümetin de teşvik etmesi gerekli, tabi doğayı tahrip etmeme ilkesini yerine getirerek.
 

Avrupa temiz enerjiye yöneliyor

Dünya bu alanda neler yapıyor diye bakacak olursak eğer, ilginç örneklerla karşılaşabiliriz. Yenilenebilir enerjiyi çoktan keşfetmiş ve bu alana ciddi yatırım yapan Avrupalı gelişmiş ülkeler, artık kendi kaynaklarını kullanarak enerjisini üretiyor. Mesela, enerji ihtiyacını yüzde 74 oranında nükleer enerjiden sağlayan Fransa, bu bağımlılığı azaltmak ve AB yükümlülüklerini yerine getirmek için temiz enerji yatırımlarını arttırıyor. Fransa, deniz üstü rüzgar enerjisi için 10 milyar avro yatırım yapacak. Almanya ve İspanya'dan sonra Avrupa'nın üçüncü büyük güneş enerjisi kapasitesine sahip İtalya, bu alana yeni yatırımlar yapıyor. Almanya, güneş enerjisi için yeni teşvikler sunuyor. Henüz yeni gelişmekte olan dalga enerjisi alanında büyük ilerlemeler bekleniyor, İngiltere bu alanda başı çekiyor. Ekonomik krizle boğuşan komşu Yunanistan, dünyanın en büyük güneş enerjisi santralını kurma hazırlığında. Doğayı katlederek HES yapma konusunda iktisap haddini dolduran Türkiye'de de bu örnekleri görmek isteriz.

Haliç Köprüsü için son söz Bahreyn'de söylenecek

İstanbul'un Tarihi Yarımadası'nın akıbeti, haziranda UNESCO'nun Bahreyn'de yapılacak 35'inci Dönem toplantısında belli olacak. Neyin akıbeti diyecek olursanız, şöyle bir hatırlatma yapalım. Bilindiği üzere, Haliç Metro Köprüsü inşaatının devam ediyor olması ve İstanbul Boğazı Karayolu Tüp Geçiş Projesi'ne onay verilmesi İstanbul’un tarihi kimliğini yitirme yönünde ciddi bir darbe vuracak. Bu projelerin gerçekleşmesi halinde, Tarihi Yarımada kıyıları yoğun bir trafik istilası altındaki otoyollardan biri haline gelecek, kentin silueti ciddi oranda bozulacak. Uzmanlar, Haliç Metro Köprüsü'nün İstanbul'a kesinlikli uyumlu olmadığını düşünüyor. Bunu düşünen sadece uzmanlar değil.

Şubata kadar süre verilmişti
Temmuz 2010'da UNESCO Dünya Miras Komitesi, Brezilya’da yaptığı 34'üncü oturumda, İstanbul'un tarihi alanlarının tehlike altında olup olmadığını ve İstanbul'un Tarihi Yarımadası'nın Dünya Mirası Listesi'nden çıkarılıp çıkarılmamasını ele aldı. İstanbul'u yetersiz koruma standartları nedeniyle uzun yıllardır takip eden ve uyaran UNESCO, Haziran 2010’da yayınladığı taslak kararında, İstanbul’da bulunan Dünya Miras Alanları’nın (ağırlıklı olarak Tarihi Yarımada) Türkiye’nin de taahhüt ettiği uluslararası koruma standartlarına uygun olarak korunmadığını, Haliç Metro Köprüsü inşaatının ve İstanbul Boğazı karayolu tüp geçiş projesinin bu standartları ihlal ettiğini ve İstanbul'u Tehlike Altındaki Dünya Mirası Listesi’ne alabileceğini duyurmuştu. Ayrıca, kararın son maddesinde, "Haliç Metro Köprüsü projesi için gecikme olmaksızın alternatif bir teklif sağlanmasını ve varlığın Tehlike Altındaki Dünya Mirası Listesi’nden çıkarılması için koşulları değerlendirmek için 2011'deki 35’inci oturumunda Dünya Miras Komitesi tarafından incelenmek üzere 1 Şubat 2011’e kadar Dünya Miras Merkezi’ne detaylı bir rapor sunmasını talep eder” denmişti.

Raporla ilgili bilgilere ulaşılamıyor
Bunun üzerine harekete geçen İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Brezilya’daki toplantıda UNESCO’ya uluslararası bağımsız bir heyete ÇED (Çevre Etki Değerlendirmesi) raporu hazırlanması konusunda söz verdi. Bunun için önce Ekim 2010 tarihi telaffuz edildi, ancak ardından Şubat 2011'e kadar hazırlanabileceği ifade edildi. Ardından, ortaya koyacağı alternatif çözümleri ve bunların çevresel etki değerlendirmelerini de içeren rapor, bağımsız heyet tarafından hazırlanarak hem İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne hem de Dünya Miras Komitesi Sekreteryası'na iletildi. Brezilya'daki toplantıdan bu yana süreçle ilgili ısrarlı kamuoyunu bilgilendirmeme tavrının devam ettiğini söylemeye gerek yok. Raporun teslim edildiği bilgisi ortalıkta dolaşıyor ancak raporda hangi şartların yerine getirilmesinden bahsedildiği konusunda hiçbir kaynaktan bilgi almak mümkün değil.

Süreç şeffaf işlemiyor
İstanbul Büyükşehir Belediyesi, şu ana kadarki süreçle ilgili bilgilendirme yapmadığı için bundan sonrasına yönelik olarak bilgilendirme yapma gereği duymuyor. Raporda yerine getirilmesi gerekli görülen şartlar iyi de olsa, kötü de olsa açıklanmalı, tartışmaya açılmalı ancak, tamamiyle şeffaflıktan uzak bir süreçte işler yürütülmeye çalışılıyor. Örneğin, konuyla ilgili sivil toplum kuruluşlarına süreç tamaman kapatılmış durumda. Ne dediklerine bakılmıyor, söyledikleri dikkate alınmıyor. İstanbul'un Tarihi Yarımadası'nın kaderi -o sürece kadar aksi bir durum yaşanmazsa-, Dünya Miras Komitesi'nin haziranda Bahreyn'de yapacağı 35’inci dönem toplantısında belli olacak. Yani ortada, İstanbul'un siluetini bozan bir köprü sorunu vardı, şimdi artık köprüyle ilgili hazırlanmış ama kamuoyuyla paylaşılmamış bir de rapor sorunumuz var.

Günde 90 bin araç geçecek
Bu arada, Tarihi Yarımada ile ilgili sanmayın ki, olumsuzluklar burada bitiyor. Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, yaptığı bir açıklamada, İstanbul Boğazı'nda raylı sistem için yapılan Marmaray'ın ardından, otomobiller için planlanan Karayolu Tüp Geçiş Projesi'nin temelinin şubatta atılacağını söylemişti. İstanbul Boğazı Karayolu Tüp Geçiş Projesi, UNESCO Dünya Mirası Komitesi'nin de kararları arasında yer alıyor. Brezilya'daki toplantıda, tüp geçişle ilgili tehlikelere de dikkat çekilmiş, bu konuda da ÇED raporu hazırlanması istenmişti. Ancak, ilgili kurumlar ve girişim grubundan, bu raporların hazırlanıp hazırlanmadığı, hazırlandıysa ne yönde olduğu konusunda alınan bilgiler de çok sınırlı. Projenin 5 Ağustos 2008'de yapılan ihalesini Güney Koreli SK ve Türk Yapı Merkezi şirketlerinden oluşan Türk-Kore Ortak Girişim Grubu kazanmıştı. 14.6 kilometre uzunluğunda olacak proje, Anadolu yakasında Haydarpaşa'dan denizin altına giriş yaparak, Tarihi Yarımada'nın en kıymetli noktasında, Sarayburnu'nda deniz üstüne çıkmaya başlayarak, Kumkapı'da Sirkeci-Florya sahil yoluna ulaşacak. Sadece otomobil, küçük otobüs ve minibüs gibi hafif araçların geçiş yapacağı karayolu tünel geçişini günde ortalama 90 bin aracın kullanması tahmin ediliyor.

Narcis Serra'dan hükümetlere yol haritası

Türkiye'nin gelişmiş demokrasiler ve refah devletleri arasında yer alabilmesi için Avrupa Birliği üyeliği süreci, yavaş ilerlese de, Türkiye açısından hala vazgeçilmezliğini koruyor. Bu sürece her zaman inanan, destek veren ve bu yönde çalışmalar yapan kuruluşların başında da TÜSİAD geliyor. Geçen hafta TÜSİAD'ın (Türkiye Sanayici ve İşadamları Derneği) Genel Kurul toplantısında Başkan Ümit Boyner, hem yeni Anayasa çalışmalarından bahsetti, hem de 40'ıncı yılını kutlayan derneğin bu yıl gerçekleştireceği etkinliklere değindi. TÜSİAD, 23 Mart günü İspanya'nın eski Başbakanı Felipe Gonzales'in ve İspanya eski Başbakan Yardımcısı Narcis Serra'nın konuşmacı olarak katılacakları, birey/devlet ilişkisi perspektifinin ele alınacağı "AB Perspektifinde Devlet ve Kimlik" semineri düzenleyecek. Gonzales, aynı zamanda AB 2030 Vizyonu Raporu'nu da hazırlayan komisyonun başkanı.

Serra, sivil-asker ilişkilerinde uzman
Ama benim burada bahsetmek istediğim kişi Gonzales'ten ziyade sivil-asker ilişkileri üzerine gerçek bir uzman olan Narcis Serra. İspanyol demokrasisinin kurucu mimarları arasında yer alan Serra, geçen yıl Bahçeşehir Üniversitesi'nden düzenlenen bir konferansta konuşmuştu. Darbe sonrası İspanya'nın demokrasiye geçiş döneminde sekiz yıl Savunma Bakanlığı yapan Katalan Sosyalist Serra, geçen yıl yaptığı konuşmada, İspanya Silahlı Kuvvetleri'nin demokrasiye ayak uydurmasının nasıl gerçekleştiğini anlatmıştı. Serra, Franco döneminin sonunda İspanya'da ordunun demokratikleştirilmesinde, askeri finansman yasasının çıkarılmasında, askeri yargının görev alanının kısıtlanmasında ve askeri eğitim müfredatının sivillerin denetimine açılmasına özel önem göstermiş biri.

Kitabı çevrildi, yakında piyasada olacak
Serra'nın düşünceleri hakkında daha fazla bilgiye sahip olmak isteyenlere de bir müjde vereyim. Serra'nın “Askeri Geçiş Süreci-Silahlı Kuvvetlerin Demokratik Reformu Üzerine Düşünceler” kitabı Türkçe'ye çevrildi, kısa süre içinde İletişim Yayınları’ndan piyasada olacak. Sekiz ayrı bölüm halinde konuyu inceleyen Serra, pek çok kişiden de kitabın yazımı sırasında destek almış. Taraf gazetesini takip edenler hatırlayacaktır, Yasemin Çongar geçen yıl bu kitaptan önemli alıntılarla “Ordu Nasıl Demokratikleşir” başlıklı dört bölümlük bir yazı dizisi yayınlamıştı. Kitabın okuma fırsatı bulduğum önsözünden birkaç önemli bilgi aktarmak istiyorum. Serra, İspanya'nın demokrasiye geçişte askeri politikasını incelerken birkaç Latin Amerika ve Avrupa ülkesinde hükümetlere bu konularda danışmanlık verirken, sivilleri askeri konulardaki bilgisizliğine şahit olmuş. Bir yanda Doğu Avrupa ve Latin Amerika’da demokrasiye geçişler, diğer yanda 90'larda Clinton yönetimi ve ordu arasındaki sürtüşmeler, sivil-asker ilişkileri analizine olan ilgiyi daha da arttırmış.
 
Siyasi irade, toplum ve AB dinamiği
Genel olarak Serra, askerin anayasal ve yasal düzenlemelerle siyasetten elini kolunu çekmesinin demokrasinin kalıcılığı için yeterli olmadığı görüşünde. Bunun için askerin siyaset üzerindeki vesayetinin dolaylı yollarının da önü alınmalı, askeriye demokratik ilkeler uyarınca yeniden yapılandırılmalı. Serra, kitabın ilk bölümünde demokrasiye geçiş dönemlerini anlatıyor. İspanya'da Franco döneminin ardından Felipe Gonzales başkanlığında kurulan yeni hükümette Savunma Bakanı olan Serra, siyaseti yöneten askerden, askeri yöneten siyasete geçişin de temellerini atıyor. Burada, sivillerin askeri konulardaki bilgi eksikliğinin giderilmesi ve askeri mantıkta gerçekleştirilen bir dönüşümden bahsediliyor. Askerin özerkliğinin geçiş dönemiyle birlikte kademe kademe azaltılarak, ordunun demokratik sivil denetimi idealize ediliyor. Ordunun harcamalarının hala şeffaflaştırılamadığı bir durumda Türkiye'nin Serra'nın tanımlamalarına bakarak hala geçiş döneminde olduğunu söyleyebiliriz. Tabi, burada önemli bir etken de dış çatışma riskini ortadan kadıran Avrupa Birliği üyeliği olarak karşımıza çıkıyor. Serra ordunun siyasetten tamamen çekilmesi ve sivil otoritenin emri altına tamamen girmesi sürecinin temel taşıyıcıları arasında siyasi irade, ordudan çok çekmiş değişim özlemi içindeki toplum ve AB üyeliğini sayıyor. İspanya'daki değişim sürecinin sonunda artık, toplum askerin görev alanının sınırlarını biliyor, -Türkiye'de de bir benzeri yaşandığı üzere- prestij kaybına uğrayan ordunun ülkesine yararlı olmanın en makul yolunun sivil siyasetin kontrolü altında olmaktan geçtiğini görüyor.

Geçiş dönemi uzun ve zorlu
Farklılıklar olmakla beraber, Serra'nın kitabı İspanya ve Türkiye arasındaki pek çok benzerliği de ortaya çıkarıyor. Her iki ülkenin boyutları, İmparatorluk geçmişleri, darbeler, köklü bir askeri vesayet geleneği vs. bu benzerliklerin sadece birkaçı. Okudukça, “Bize ne kadar da benziyor” demekten insanın kendini alamadığı bir kitap. Türkiye'deki geçiş dönemi tamamlandığında askerin harcamalarının denetimi olacak, hesap veren bir kurum haline gelecek, Yunanistan Başbakanı Türkiye'ye adımını atar atmaz Ege adalarının üstünde savaş uçakları uçmayacak. Türkiye, geçiş döneminin henüz başlarında, süreç zorlu. Dolayısıyla, TÜSİAD'ın düzenlediği seminerde Serra'yı siyasilerin can kulağı ile dinlemesi önemli.
Serra, kitabının önsözünde Machiavelli'nin Savaş Sanatı’ndaki şu sözlerini alıntılamış: “Sivil hayatla askeri hayat kadar birbiriyle az ortak noktası olan ve birbirine bu kadar az benzeyen başka hiçbir şey yoktur.”

Torba Tasarı'da Güneydoğulu yatırımcı unutuldu

Kısa süre önce başta vergi ve sigorta primi olmak üzere devlete olan borçların ödenmesinde kolaylıklar sağlayan 'Torba Tasarı' Meclis Plan ve Bütçe Komisyonu'nda kabul edilerek, TBMM Genel Kurulu'na sunuldu. Tasarıya göre, 31 Aralık 2010 tarihine kadar olan ödenmemiş vergiler, trafik cezaları, idari para cezaları, gümrük vergileri, sigorta primleri, emeklilik keseneği ve kurum karşılığı, işsizlik sigortası primi, sosyal güvenlik destek primi, damga vergisi, özel işlem vergisi, eğitime katkı payı, belediyelerin su bedeli alacakları, büyükşehir belediyeleri su ve kanalizasyon idarelerinin su ve atık su bedeline ilişkin alacaklar yeniden yapılandırma kapsamında olacak. Düzenleme ile 10 milyar liralık vergi yapılandırması yapılacağı belirtilirken, SSK primi, elektrik ve su borçları gibi alacakların tahsiliyle birlikte tasarı kapsamında elde edilmesi beklenen toplam tutar 50 milyar lira civarında. İşte bu Torba Tasarı, 25 Ocak günü TBMM Genel Kurulu'ndan görüşülmeye başlanacak.

Yatırımların ekonomiye kazandırılması

Ancak, Doğu ve Güneydoğulu işadamları Torba Yasa Tasarısı'nın kendilerini de kapsamamasından şikayetçi. Hükümetin demokratik açılımla Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da yeni bir sayfa açma isteğinde. Ancak, bunun bölgenin ekonomik kalkınmasına hız verilmesine yönelik yatırımlarla da desteklenmesi gerekiyor. İşte, bu noktada pek çok alana yönelik kolaylık sağlayan Torba Tasarı'da yer alması gerekirken, Doğu ve Güneydoğulu yatırımcılar unutulmuş. Rahmetli Bülent Ecevit'in Başbakanlığı döneminde çıkarılan bir kararla, Adıyaman, Ağrı, Ardahan, Bayburt, Batman, Bingöl, Bitlis, Diyarbakır, Elazığ, Erzincan, Erzurum, Gümüşhane, Hakkari, Hatay, Iğdır, Kars, Mardin, Muş, Ordu, Siirt, Sivas, Şanlıurfa, Şırnak, Tunceli, Van ve Yozgat illerinde yarım kalmış, işletme sermayesi yetersizliği nedeniyle işletmeye geçememiş veya kısmen işletmeye geçmiş sanayi tesisleriyle, sağlık, eğitim ve turizm yatırımlarının ekonomiye kazandırılması amaçlanmış.

Toplam borç 2 milyon lira

Kalkınmada öncelikli bölgelerde yarım kalmış yatırımların özellikle Doğu ve Güneydogu'da ekonomiye kazandırılması amacıyla oluşturulan Yatırım Teşvik Fonu ile bu yatırımların tamamlanması için Türkiye Kalkınma Bankası aracılığıyla kredi kullandırılmış. Bölgede yarım kalmış teşvik belgeli yatırımlar için maksimum tutar da 300 bin lira olarak belirlenmiş. Ancak, bölgenin kendi özel şartlarından kaynaklanan sebeplere son yıllarda yaşanan ekonomik kriz de eklenince, yatırımcılar kullandıkları bu kredileri geri ödeyemez hale geldi. Krediyi kullandıran Türkiye Kalkınma Bankası da bu yatırımlar için hukuki takip başlattı, tesislerin bir kısmı bu borçlar nedeniyle kapanma noktasına gelirken, bazıları için icra ve haciz işlemleri başlatıldı. Şu anda 30 kadar işletmecinin toplam 2 milyon lira civarında bir borcu var. Şimdi, bu yatırımcılar gelecek hafta görüşülecek olan kamu alacaklarının yeniden yapılandırılması yasasına ek olarak bölge yatırımcılarının da yararlanabileceği şekilde yeniden düzenlenmesini talep ediyor.

Başbakan, Babacan'a talimat verdi

İşadamları birarala gelerek doğu ve Güneydoğu Anadolu'daki yatırımcıların da yasaya dahil edilmesini dile getirdiklerinde, yasanın artık Plan Bütçe Komiyonu'ndan geçtiği ve Meclis Genel Kurulu'na geldiği, dolayısıyla artık geç kalındığı söylendi. Bunun üzerine işadamları, konuyla ilgili hazırlanan bir metni, Plan Bütçe Komisyonu üyelerine, Maliye Bakanı Mehmet Şimşek'e gönderdiler. Ayrıca bölge işadamları, durumu AKP Grup Başkanvekili Nurettin Canikli'ye iletti, Canikli konuya son derece üzüldüğünü belirterek, ilgileneceğini ifade etti. Ardından yatırımcılar hazırladıkları metni Başbakan Erdoğan'a ve Başbakan Yardımcısı Ali Babacan'a iletti. Durumun ortaya çıkmasının ardından Başbakan Erdoğan, Babacan'a bu durumun düzeltilmesi için talimat verdi. 30 civarında yatırımcıyı ilgilendiren bu konu şimdi Babacan'ın gündeminde. Torba Tasarı 25 Ocak'ta Meclis'te görüşülmeye başlanacak. Doğu ve Güneydoğulu yatırımcıların gözü kulağı şimdi gelecek hafta Meclis'te yapılacak görüşmelerden gelecek haberlerde.

* * *



KAGİDER Genel Kurul'a
iki başkan adayıyla gidiyor



İki dönem başkanlık yürüttükten sonra Gülseren Onanç'ın CHP Parti Meclisi'ne seçilmesinin ardından KAGİDER'de (Türkiye Kadın Girişimciler Derneği) başkanlık görevini dernekteki seçimlere kadar Dilek Bil yürütüyor. Dilek Bil'den boşalan Başkan Yardımcılığı görevine de Gülden Türktan getirildi. Mart ayında yapılması planlanan yeni başkanlık seçiminde ise iki aday var. Bu isimlerden biri uzun yıllar önce Türkiye Giyim Sanayicileri Derneği Başkanlığı yapan tekstilci Nur Ger. Nur Ger'in karşısındaki rakip ise Gülden Türktan. Yerli ve yabancı firmalarda tepe yöneticiliği yapan Türktan, halen TÜSİAD İstihdam ve Sosyal Güvenlik Çalışma Grubu Başkanlığı da yapıyor. Gülten Hanım'ın eşi ise telekom dünyasının çok yakından tanıdığı, geçmişte Turkcell ve Avea'da üst düzey yöneticilik yapmış olan bir isim, Cüneyt Türktan. Mevcut yönetimin adayı Gülden Türktan olarak belirlendi, Nur Ger de aday olarak başkanlığa talip oldu. Başkan hangisi olursa olsun, önemli olan dernek çatısı altında bugüne kadar kadın sorunlarına yönelik yapılan çalışmaların devam ettirilmesi.

Merkeziyetçi yapıyla bölgesel sorunları çözmek zor

Türkiye'de bölgesel gelişmeyi hızlandırmak, tüm bölgelerde sosyo-ekonomik kalkınma girişimleri başlatmak ve bölgesel gelişmişlik farklarını azaltmak amacıyla kurulan Kalkınma Ajansları, AB üyelik süreci çerçevesinde bölgesel politika alanında yürütülen uyum çalışmaları kapsamında kuruldu. Ajanslar, kuruldukları bölgenin ekonomik ve sosyal kalkınmasını sağlayacak faaliyetleri yürütmekle görevlendirildi. Ancak, bu ajansların modeline ve çalışma sistematiğine yönelik hatalar var. TÜRKONFED (Türk Girişim ve İş Dünyası Konfederasyonu) Türkiye'de Kalkınma Ajansı uygulamasını yok farz ederek yeniden bir modelleme çalışması yapmış. Türkiye'de "Bölgesel Kalkınma: Farklılıklar, Bağıntılar ve Yeni Bir Mekanizme Tasarımı" başlığı altında açıklanan raporu, Doç. Dr. Alpay Filiztekin, Doç. Dr. Özgür Kıbrıs ve Yard. Doç. Dr. Mehmet Barlo birlikte hazırlamış.
 

Eşitsizlik vicdanları rahatsız ediyor

Türkiye'de bölge bazında bakıldığında en zenginle en fakir arasındaki fark dört kat, bu il bazında bakıldığında 11 kata çıkıyor. Dolayısıyla bölgeler arasındaki fark kapanmadığı, bölgesel eşitsizliklerin azaltılamadığı, bazı bölgelerde kişi başına gelirin ortalamanın gerisinde kaldığı sürece işsizliği çözmek mümkün değil. TÜRKONFED Başkanı Celal Beysel, bölgesel kalkınmanın Türkiye'nin ekonomik, sosyal ve siyasi sorunlarının kesiştiği bir konumda yer aldığını söylüyor ve şöyle devam ediyor: "Bazı bölgelerde kişi başına gelir ortalamanın çok gerisinde, işsizlik ürkütücü boyutlarda. Büyümede dengeli dağılım ve eşitlik sağlanamıyor. Bu durum vicdanları rahatsız ediyor. Bu eşitsiz büyüme, sadece bölgeler arasındaki farkların açılmasına değil, aynı zamanda büyümenin sürdürülebilir kılınmasının ve işsizliğe kalıcı çözüm bulunmasının önünde de engel teşkil ediyor."
 

Kurul üyelerini valiler seçiyor

Raporun bulgular kısmında önemli tespitler var. Öncelikle bölgelerdeki yerel bilgilere ulaşmak, özel sektörün görüşlerini almak ve değerlendirmek önemli. Ayrıca, tam merkeziyetçi bir bölgesel kalkınma modeli çok da doğru bir yapı değil. Yerel düzeyde katılımcı ve demokratik bir sistem kullanılması zorunlu. Doğru bölgesel politikaların uygulanması için bölgelere ait kritik bilgilerin doğru tespit edilmesi ve merkeze doğru aktarılmasında yerel aktörlerin karar alma sürecine katılımı çok önemli. Ancak, Türkiye'deki mevcut modele baktığımızda çok farklı bir yapı görüyoruz.
Kalkınma Ajanslarının Kalkınma Kurullarında 100 kişi var ve bu 100 kişinin neredeyse hepsini valiler seçiyor. Bunların 60 kadarı kamuyu, 40 kadarı özel sektörü temsil ediyor. Üyeler arasında Kalkınma Ajansının ne olduğunu bilmeyenler bile var. O yapı içinde sorunları dile getirmesi de zorlaşıyor, insanlar bazı şeyleri söylemekten çekiniyor. Hatta kimi bölgelerde valiler iş yoğunluğundan bu görevi ildeki üniversitenin rektörüne devrediyor.


Kamunun rolü azaltılmalı
Ciddi bir mekanizması hatası var, fikir üretebilecek insanlara ihtiyaç duyuluyor. Kalkınma ajanslarının bugünkü yapısında kamu görevlilerinin ağırlıkta olması, bölgesel aktörlerin karar alma mekanizmasındaki rolünü sınırlıyor. Tam merkeziyetçi bir yapı üzerinde ısrar edilmesi durumunda bölgesel farklılıkların giderilmesinde için ideal bir sistem oluşturulması da imkansız. Yerel anlamda demokratik bir sistem kullanılması zorunlu. Genel anlamda, raporda, bölgesel kalkınmaya yönelik kaynak dağıtımı için etkin, adil ve uygulanabilir bir mekanizmanın nasıl olması gerektiğine yer veriliyor. Raporda tasarlanan kuramsal mekanizmadaki iki aktörden biri merkez, diğeri bölgesel kalkınma ajansı olarak tanımlanıyor. Kastedilen kurumun, bölgeden merkeze bilgi aktarımı yapacak, gelen kaynağı ise etkin olarak değerlendirilecek bir yapıda olması gerektiği vurgulanıyor.
Rapor, kalkınma ajanslarının yapısının yeniden gözden geçirilmesi açısından önemli veriler sunuyor. Rapor, bölgesel gelir dağılımındaki eşitsizliği azaltmak isteyen yöneticiler için rehber niteliği taşıyabilir.

Başbakan'dan TÜSİAD'a Ece Ayhan şiirli cevap

12 Eylül referandumu öncesi karşı karşıya gelen TÜSİAD ve Başbakan Erdoğan, o günlerden sonra dün ilk kez buluştu. Referandumda evet ya da hayır arasında tarafsız kalmayı tercih eden TÜSİAD'a Başbakan'ın tavrı sert olmuş, “Taraf olmayan bertaraf olur” sözleri referandum sürecinde çokça gündemde kalmıştı. Uzun bir aradan sonra Başbakan Erdoğan, dün TÜSİAD'ın 41'inci Genel Kurul'una katılarak bir konuşma yaptı. Genellikle Genel Kurullarında siyasilerin ağırlamayan, siyasileri daha çok Yüksek İstişare Konseyi toplantılarına davet eden TÜSİAD, bu kez bu teamülü değiştirdi. Bu tavır değişikliğiyle bir manada TÜSİAD, geçmişte yaşananların geçmişte kaldığı mesajı vererek Başbakanı onur konuğu olarak ağırlamış oldu.

Kutuplaşma bizi kaygılandırıyor
Genel Kurul'da yapılan konuşmaların satır aralarında ne vardı diye bakacak olursak, iki tarafta da buzları eritme isteği, ilişkilerin yeniden inşa edilmesine yönelik bir adım olduğunu söylersek çok yanlış olmaz. Son dönemde kamuoyundaki içki yasağına yönelik tartışmalar, Başbakan'ın tepki alan “aksırıp tıksırıncaya kadar içiyorlar karışıyor muyuz” sözleri, Kars'taki heykeli ucube olarak nitelendirmesi gündemdem düşmüyor. Boyner'in konuşma metni ne kadar bu gidişatla ilgili kaygıları içeriyorsa, Başbakan'ın konuşma metni de son dönemde yaptığı açıklamaları bir o kadar yumuşatmaya hatta kaygılı olanları bir anlamda rahatlatmaya yönelikti. Ayaküstü konuştuğum kimi işadamları da Başbakan'ın konuşmasını olumlayan cümleler kurdu, eleştiri getirmekten kaçındı. İçki yasağı konusundaki gidişatı bekleyip görelim diye temkinli yaklaşanlar da oldu ama azınlıktalar.

TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner'in özellikle şu sözleri dikkat çekiciydi: “Yaklaşık altı ay sonra seçime gideceğiz. Seçim kampanyasının giderek gerginleşen bir ortamda gerçekleşmesini kimsenin istemediğine eminiz. Ülkenin seçmen haritasına da yansıyan hayat tarzı farklılıklarından kaynaklanan kutuplaşmanın derinleşmesi ihtimali beni kaygılandırıyor. Bu konuda ifratla tefrit arasında bir denge noktasını bulmak zorundayız. Çözümlere birlikte ulaşmamızı sağlayacak toplumsal mutabakata varamamanın hepimiz için ağır bir maliyeti olduğuna inanıyorum. Sosyolojik temeli ciddi derecede tartışmalı bir kıyı bölgesi iç bölge ayrımını anlamıyoruz, kabul etmiyoruz. Bize göre çağdaş devlet bireyin hak ve özgürlüklerini koruyan, bireyi odağına alan bir devlettir. Bireysel özgürlüklerimizin korunması da çağdaş demokrasinin en önemli şartıdır. Siyasal yapımızın, toplumsal hayatımızın ve bireysel haklarımızın çerçevesini yeniden ve özgürlükler-haklar matrisi içinde sürekli gözden geçirmek zorundayız.”

Zaman aşımı yargının iflası
Boyner'in, konuşmasında 19 Ocak'ta 4'üncü ölüm yıldönümünde anılan Hrant Dink'e yapılan suikastin adaletin bir türlü gelmediğini hatırlattığını, adalet duygusundan yoksunluğun en büyük yoksunluk olduğunu söylemesine Başbakan'ın cevabı da hazırdı: Yürütme olarak 36 saatte zanlıyı yakaladık ve yargıya teslim ettik. Artık yargı süreci takip ediliyor. Yargı reformunda attığımız adımlara da kılıf giydirmeye çalışıyorlar. Zaman aşımı anlayışı, yargının iflasıdır bana göre. Ne demek zaman aşımı? Zaman aşımı geliyorsa karara bağlarsın. Böyle bir şey olmaz.”

Biz tüzüklerle çarpışarak büyüdük
Başbakan'ın geçen hafta alkolle ilgili çıkışın ardından dünkü konuşması çok daha itidalli, “yanlış anlaşılmaları gidermeye yönelik bir çaba” içindeydi. Alkolü kastederek, şahsi olarak bazı meseleler karşısında duruşlarının belli olduğunu ama şahsi yaklaşımları toplumun tümüne empoze etmenin baskı ve zulüm olduğunu vurguladı ve Türk edebiyatının en özgün şairlerinden Ece Ayhan'ın dizelerine gönderme yaparak şunları söyledi: “Biz demokratız ve kişisel yargılarımızı topluma empoze etmeyiz. Biz Anayasa'da olanı yapıyoruz. Şair diyor ya; 'Biz tüzüklerle çarpışarak büyüdük. Biz yasalarla ve tüzüklerle çapışarak büyüdük. Biz bunları biliriz. Biz damdan düşerek geldik. İşte onun için kimsenin yaşam tarzına müdahale etmeyiz. Bu noktadaki endişeler tamamen yersizdir. Bu endişeler kasıtlı bir propagandadır, bayat bir tezgahtır.” Başbakan, Ece Ayhan'ın Yalınayak Şiirdir şiirinden aktardığı bu dizeleri ikinci kez kullandı. Erdoğan bu şiirin dizelerini ilk kez Dolmabahçe Sarayı'nda yazarlarla yaptığı buluşmada okumuştu: “
Velhasıl onlar vurdu biz büyüdük kardeşim/Biz tüzüklerle çarpışarak büyüdük kardeşim.”

Kuveytliler Bursalıları Economic City'ye davete geldi

Geçtiğimiz günlerde Katar ve Kuveyt'e yaptığı seyahatler esnasında o bölge halkının büyük teveccüh gösterdiği Başbakan Erdoğan, Kuveyt Ticaret ve Sanayi Odası'nda yaptığı konuşmada, “Kuveyt'i oldukça geniş bir işadamı heyetiyle ziyaret ediyoruz. İstiyoruz ki, artık yeni bir dönem, yeni bir süreç başlasın. Bu süreçte mevcut rakamları aşalım istiyoruz” demişti. Erdoğan'a oralarda gösterilen sevgi ve hayranlık herkes tarafından biline bir gerçek. Hatta Erdoğan da geçen haftanın en çok konuşulan şu cümlelerini dile getirmişti: “Bizi en iyi biz anlarız. Zira biz bu coğrafyada tarih boyunca bir arada yaşadık, acıları, sevinçleri, idealleri, hedefleri bir olan ülkeleriz. Hepsinden öte biz kardeşiz. Kardeşler olarak aslında atmamız gereken adımları henüz atmadık. Bunu başarmamız lazım, biz bize yeteriz. Birbirimizin ihtiyaçlarını rahatlıkla giderebilecek potansiyele sahibiz.”

1 milyon kişiye istihdam hedefi
Erdoğan'ın ziyaretinin hemen ardından bölge işadamları harekete geçmiş gibi görünüyor. Kuveytliler, Suudi Arabistan'ın Hail kentinde 156 kilometrekarelik bir alana “Economic City” adlı bir organize sanayi sitesi kurma hazırlığında. Buraları iyi bilen işadamları, Erdoğan'a karşı duyulan sevginin artık bir anlamda artık Türklere de duyulduğunu, Türk işadamlarının orada ilgiyle karşılandığını söylüyor.
Ortadoğu'yu ve Amerika'yı çok iyi bilen bir işadamı olan Ali Rıza Bozkurt, temasları sırasında Suudilere ve Kuveytlilere, Türkiye'nin organize sanayi bölgeleri kurma konusundaki deneyimlerini ve başarılarını aktarmış. Türklere 50 kilometrekarelik bir alan tahsis edilirse, 1000 civarında firmanın buraya gelebileceğini ve bir Türk sanayi şehri kurabileceklerini söylemiş. Teklifi çok olumlu bulunmuş.

Bursa OSB'yi gezecekler
Dün, Kuveytli bir heyet bu temasları gerçekleştirmek üzere üç günlüğüne İstanbul'a geldi. Bugün de Bursa'da olacaklar. Türkiye'nin en önemli sanayi merkezlerinden biri olan Bursa Organize Sanayi Bölgesi'ni gezecekler ve sanayicilerle görüşmeler yapacaklar.
Hesaplamalara göre, 1 milyon kişiye iş imkanı sağlanacak, 10 yılda 47 milyon dolarlık yatırım yapılacak. İşin en cazip noktalarından biri ise, Suudi hükümetinin yapılacak yatırımın yarısını çok ucuz faizli kredi olarak sanayicilere verecek olması. Yani, tam bir sanayi patlaması planlanıyor denebilir. Yurtdışında yatırım yapmaya niyetli Türk işadamları planladığı yatırımın çok daha azını harcayarak burada bir sanayi tesisi kurabilir.
Tam adı Prens Abdülaziz bin Mousead Economic City olarak geçen ekonomi şehri gibi Suudi Arabistan'da toplam altı tane ekonomi kenti düşünülüyor. Suudi Arabistan'da petrokimya ana maddesi dünyada en ucuz ve en çok üretilen madde. Bu ana maddeyi kullanan çok sayıda endüstri bulunuyor. Dolayısıyla hammaddeyi ucuz elde etme konusunda büyük bir avantaj var. Hail kenti Bağdat'a 1000 kilometre mesafede, TIR'la yarım günde gidilebiliyor. Serbest bölge özelliği olduğu için vergi ve gümrük yok. Irak'ın yeniden inşası için gelecek 5-10 yılda gerekli olacak milyarlarca dolarlık pek çok malzemenin buradan sağlanabilmesi söz konusu.

* * *

Sen Davos'a gitmezsen
Davos sana gelir

14-15 Mart tarihlerinde İstanbul'un tarihi zenginliğine ve kültürel çeşitliliğine yakışan bir etkinlik yapılacak. Türkiye, dünyanın önemli karar merkezlerinden bir olma yolunda hızla ilerken, Değişim Liderleri Zirvesi'nin İstanbul’da yapılacak olması anlamlı. Farklı ülkelerde değişime önderlik etmiş liderler, devlet adamları, ekonominin küresel aktörleri, akademisyenler, bürokratlar İstanbul’da buluşuyor. Gelecekler arasında iki Nobel ödüllü isim var: Biri ABD eski Başkan Yardımcısı Al Gore, diğeri ise Birlemiş Milletler eski Genel Sekreteri Kofi Annan. Ayrıca, Rusya, Japonya, Çin'in yanı sıra ve Avrupa'nın çeşitli kentlerinden de değişime öncülük eden siyasetin, ekonominin ve bürokrasinin liderleri İstanbul'da buluşacak. Zirveye Kemal Derviş ve Muhtar Kent'in de katılması bekleniyor. Açılış konuşmasının Başbakan Erdoğan, kapanış konuşmasını ise Cumhurbaşkanı Abdullah Gül yapacak.
Bu zirve ile ne amaçlanıyor? Temel amaç dünyada yaşanan değişim deneyimlerini aktarmak. Bu çerçevede Al Gore, 21'inci yüzyılda çevre ve ekonomik stratejiler üzerine bir konuşma yapacak. Kofi Annan ise, uluslararası diplomasinin beş kuralını ele alacak. Bunların yanı sıra Ortadoğu'da barış, geleceğe yön verecek siyasi kuramlar gibi konularda işlenecek. Zirvenin bir önemli hedefi ise dünyanın değişim liderlerinin her yıl İstanbul'da biraraya gelmesini ve fikirlerini paylaşmalarını sağlamak.
Projeyi kim yapıyor diye soracak olursanız, proje TÜGAV (Türk Gelecek Araştırmaları Vakfı) ile İstanbul Üniversitesi işbirliğiyle düzenleniyor. Bu projenin ağırlıklı olarak sponsorları desteği ile yapılması planlanıyor. Duyduuğuma göre, Erdoğan bu proje ile yakından ilgili. Hatta bir ara istanbul 2010 Kültür Başkenti Ajansı'nda Genel Sekreterlik yapan ancak daha sonra görevden alınan Eyüp Özgüç'ü bizzat bu işin koordinasyonu ile ilgili olarak görevlendirmiş. Özgüç, şu anda TÜGAV'ın Başkanı. Zirveye 3000 civarında katılımcının gelmesi bekleniyor.
Erdoğan, meşhur Davos çıkışından sonra, “Bir daha da gelmem Davos'a” sözü zihinlere kazınmıştı. Şimdi Türkiye bir anlamda değişim liderleri zirvesiyle Davos'a alternatif olabilecek mi, izleyip göreceğiz.

Patronların derin sessizliği

Geçen hafta Süleyman Yaşar Sabah gazetesindeki köşesinde Türkiye'nin duayen işadamlarından İshak Alaton'la yaptığı bir sohbetten notlar aktardı. Alaton, orada "TÜSİAD arkaik bir kuruluş oldu. Onu, enjeksiyonla yaşatmaya çalışmak doğru değil. TÜSİAD kapatılıp yerine yenisi kurulmalı. Başka çare yok" diyordu. Alaton'un TÜSİAD'a yönelik eleştirileri yeni değil, öteden beri biliniyor. 12 Eylül referandumu döneminde de bu eleştirilerini yinelemişti. Alaton'un eleştirilerini "TÜSİAD'daki diğer patronlara da soralım onlar ne düşünüyor" dedik ama karşımıza derin bir sessizlik çıktı. Şimdi burada isimlerini tek tek saymayacağım. Ama kimi aradıysam ya bu konuyla ilgili konuşmak istemediğini belirtti ya da yazıyı okumadığını dolayısıyla bu konuyla ilgili bir yorum yapamayacağını söyledi.

"Patronların işi istihdam sağlamak"
Alaton'un Yaşar'ın köşesinde anlattıkları dikkat çekici, şöyle diyor: "Ben TÜSİAD'la yolumu 1997'de ayırdım. Rahmetli Bülent Tanör'e hazırlattığımız Demokratik Anayasa Raporu kabul edilmeyince, bazı TÜSİAD üyeleriyle demokrasi kavramında anlaşmamızın mümkün olmadığını gördüm" diyor. O dönemlerde, ismi bende saklı ama tüm Türkiye'nin tanıdığı büyük holding patronları, "Bu demokratikleşmi işleri bizim işimiz değil, bizim işimiz istihdam sağlamak" demiş. Alaton da, TÜSİAD'daki bu bakış açısının demokrasi anlayışına uymadığını o dönemde fark etmiş ve yolunu ayırmış. Hatta, duyduğuma göre Yaşar'ın bu konuyla ilgili yazısının ardından da kendisine çok farklı yerlerden çok farklı tepkiler gelmiş.


Danışma Kurulu önerisi gerçekçi mi?
Referanduma neden "evet" demediklerinin gerekçesini açıklamak üzere geçenlerde Bülent Eczacıbaşı'nın isteği üzerine İshak Alaton, Ümit Boyner ve Can Paker biraraya gelerek bir yemek yemişler. Boyner, yemekte İshak Alaton'a, TÜSİAD'ın anayasa referandumunda değişikliğe niye açıkça "evet" diyerek destek vermediğini anlatmaya çalışmış. İki madde hariç diğerlerine evet diyorlarmış, özellikle HSYK ve Anayasa Mahkemesi'yle ilgili değişikliklere "evet" diyememişler. Alaton, 'TÜSİAD'ın anayasa değişikliği paketindeki bu iki maddeye itiraz etmesini kabul edemiyor. Bunu Başkan Boyner'e de söylemiş.
Boyner'in, "TÜSİAD olarak Güneydoğu'da Yatırım ve Danışma Kurulu kurmak istiyoruz" önerisi de çeşitli çevrelerde farklı yorumlara neden oluyor. İlk başta somut ve net bir öneri gibi görünen bu teklif, artık bu konuda söylenmedik hiçbir çözüm kalmadı, yatırım vaktidir, danışma kuruluna ne gerek var diye de yorumlanıyor. Türkiye, seçim dönemine girdi, bundan sonra alınacak tavırlar merak ediliyor. Bu süreçte söylenecekler kurumların duruşları açısından belirleyici olacak.


Vardan: Kurumları günün
şartlarına göre yenilemek lazım

TÜSİAD'a yönelik eleştirilere yönelik derin sessizlik süredursun, aynı soruyu MÜSİAD Başkanı Ömer Cihad Vardan'a da yönettim. Vardan, başka bir kurum hakkında konuşmanın kendilerine yakışmayacağını, sadece kendi yaptıklarından sorumlu olduklarını dile getirdi. Vardan, haklı ama şunları söylemekten de geri durmadı: "20 yıl önceye bakacak olursak, TÜSİAD tüm ihtiyaçları karşılıyor olsaydı MÜSİAD'a ihtiyaç olmazdı. MÜSİAD'dan sonra da başka alanlara hitap eden kurumlar kuruldu. Bu kuruluşlar ihtiyaçlara göre ortaya çıkıyor. Tabi, dernekleri de günün şartlarına göre, konjonktüre göre yenilememiz ve geliştirmemiz gerekiyor. Orada da değerli arkadaşlar çalışıyor ama farklı kesimlere hitap ediyoruz."
Geçen yıl mayıs ayında Vardan'ın başkanlığı döneminde MÜSİAD, 20 yıllık tarihinde TÜSİAD'a bir ziyaret gerçekleştirmişti. Buluşma kararlaştırılmış ancak iki derneğin de başkanlarının yoğun programları nedeniyle bir türlü biraraya gelinememiş. Şimdi başkanlar ve heyetleri ocak sonu şubat başı yeniden buluşacak, ekonomik gündemi değerlendirecek.


* * *


En sıcak yıl rekoru 2010'un oldu

Geçen hafta medya Muhteşem Yüzyıl, Kanuni'nin haremi, içki yasağı ve okulda kızlarla erkeklerin 45 santimetreden daha fazla birbirine yaklaşmaması gibi çok önemli haberlerle meşgul olduğundan gazetelere yansımayan can sıkıcı haberlerden bahsedeyim. Brezilya'da ve Avustralya'da geçen hafta yaşanan sel felaketlerinde pek çok kişi yaşamını yitirdi. Bilimadamları, dünya kötü hava koşullarının yol açtığı felaketlerle mücadele ederken, iklim ısındıkça aşırı hava koşullarının şiddetini ve sıklığını arttıracağına dikkat çekiyor.
Küresel ısınmayla, kaotik durumların, kuraklıkların ve sellerin daha şiddetli olması bekleniyor. Sigorta şirketi Muhich Re'nin istatistiklerine göre 2010'un ilk dokuz ayında hava koşullarıyla bağlantılı olmak üzere bin civarında doğal felaket meydana gelmiş.
ABD'li NOAA (National Oceanic&Atmospheric Administration-Ulusal Okyanus ve Atmosfer Yönetimi) ortalama sıcaklık ölçümlerinde 2010'un, 2005'le birlikte doğrudan ölçümlerin başladığı 1880'den bu yana kaydedilen en sıcak yıl olarak kayıtlara geçtiğini açıkladı. 2010'da küresel ısınmanın diğer bir belirtisi olan Kuzey Kutbu’ndaki buz örtüsü de 1979′dan bu yana en ince ve en küçük üçüncü buz örtüsü olarak kayıtlara geçti. NOAA kayıtlarına göre geçen yıl en yağışlı yıl olarak da rekor kırdı.

İklimbilimci David Easterling, bu verilerin küresel ısınmanın 2005′ten sonra durduğu yolundaki spekülasyonlara da son verdiğini söyledi. 2010 Pakistan’daki seller, Afrika’daki aşırı kuraklık ve Rusya’yı etkisi altına alan orman yangınlarıyla iklim değişikliğinin etkilerini en ağır biçimde gösterdiği yıllardan biri olmuştu. 2010, atmosferdeki karbondioksit oranı ile de bir başka rekor kırdı. Bu arada, Sadece Türk medyasını suçlamış olmayayım. 2010'un en sıcak yıl olduğu haberine İngiltere'de The Guardian hariç hiçbir gazete yer vermemiş.

'Siyasi bir oyun oynandığını sanmıyorum'

Son derece kusursuz görünen yaşam hikayelerinin seyri de bir yerde tamamen sizin kontrolünüz dışında değişebiliyor. Kamuoyunda belki biraz da biz gazeteciler arasında hep daha farklı bir yere koyduğumuz İTO (İstanbul Ticaret Odası) Başkanı Murat Yalçıntaş'ın hayat hikayesi de böyle. Rüşvet iddialarıyla ilgili bir soruşturma nedeniyle 36 günlük tedbiren tutukluluğunun bitmesinin ardından dava süreci tutuksuz olarak devam eden Yalçıntaş, tekrar işinin başında. Dün, gazetecilerle İTO'nun Eminönü'ndeki merkezinde biraraya gelen Yalçıntaş'ı, tahliye süreci sonrasıyla ilgili epey zorlayan sorular geldi, ama Yalçıntaş her zamanki gibi ihtiyatlı cevaplarını sıraladı. 2011 beklentilerini sıraladığı giriş konuşmasının ardından Yalçıntaş, Ceyda Erem'in sahibi olduğu CNR Fuarcılık ile Dünya Ticaret Merkezi arasındaki davayla ilgili rüşvet iddiaları konusunda başlatılan soruşturma kapsamındaki soruların çoğunu yanıtsız bıraktı.

Allah öğrendiklerimi unutturmasın

Yalçıntaş, rüşvet iddialarıyla ilgili soruşturma kapsamında tutuklanması ve tahliyesi süreciyle ilgili, referandum döneminde bir sivil toplum kuruluşu olarak güçlü bir şekilde evet cephesinde yer aldığı için üzerinde böyle bir siyasi oyun oynanmış olabileceği iddialarının dillendirmesi üzerine, "Üzerimde bir siyasi oyun oynandığını düşünmüyorum" cevabı verdi. Tutuklandığı dönemde -benim burada açıkça yazamayacağım-, Yalçıntaş'ın siyasi birtakım çekişmelerin "kurbanı" olduğu yönünde epey söylenti duymuştuk. Yargıda devam eden bir süreç olduğunu ve bu konuda başka bir şey söylemesinin mümkün olmadığını belirten Yalçıntaş, bu konuda gazetecilerin haber arzusunu saygıyla karşıladığını ancak, konuyla ilgili konuşmayacağını vurguladı.

ABD'den dönerken başıma bu geldi

Tüm bu yaşananlardan birey olarak nasıl etkilendiğine ilişkin soruya da Yalçıntaş, "Bir süreçti ve yaşandı bitti'' karşılığını vermekle yetindi. Yaşadıklarının kendisine çok şey kattığını, tanıdık ve tanıdık olmayan insanların desteğinin kendisine moral verdiğini anlatan Yalçıntaş, o dönemle ilgili duygularını "Allah öğrendiklerimi unutturmasın ve bir daha yaşattırmasın" şeklinde özetledi. Mümkün olduğunca az sözle durumu izah etmeye çalışan Yalçıntaş'ın, "Hayatta her şey oluyor, insanın başına her şey geliyor. ABD'den dönerken benim başıma da bunlar geldi" cümlesini herşeye rağmen samimi buluyorum. İnsan ne oldum dememeli, ne olacağım demeli.
Bu süreçte, Başbakan Erdoğan ile görüşüp görüşmediği ile ilgili olarak da Yalçıntaş, Nihat Ergün, Ali Babacan başta olmak üzere bakanlarla ve bürokratlarla görüştüğünü söyledi ancak Başbakan'la görüşme konusuna pek açıklık getirmedi. Eğer mart başına kadar bir görüşme olmazsa Yalçıntaş ve Erdoğan, 1-5 Mart tarihlerinde İTO'nun partner ülke olduğu Almanya'da yapılacak olan CeBIT Fuarı'nın açılışında karşılaşacak.


Halen TOBB (Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği) Başkan Vekilliği görevini de yürüten Yalçıntaş'ın adı sık sık TOBB başkanlığı için de dillendirilir. Malum, 2012 sonunda mevcut Başkan Rifat Hisarcıklıoğlu'nun görev süresi doluyor ve kanunen bir kez daha başkan seçilmesi mümkün değil. TOBB ve genel seçimlerde milletvekili adaylığı olasılıklarına ilişkin sorulara da Yalçıntaş, şu an itibarıyla tek düşüncesinin 2013'e kadar İTO Başkanlığı görevini sürdürüp, hizmet üretmek olduğunu, şu an için bir planı olmadığını belirtti.

Büyüme demokratikleşmeyle doğru orantılı
Yalçıntaş, büyümeyle demokratikleşmenin doğru orantılı olduğunu belirterek, 2011'de yeni Anayasa ile ilgili çalışmalara hız verilmesi gerektiğini, kendilerinin de İTO olarak bu konuda hazırlık ve çalışmalara başladıkları bilgisini verdi. Dünya piyasalarındaki gelişmeler gözönüne alındığında Türkiye'de iç talep kaynaklı bir büyümenin gerçekleşeceğinin rahatlıkla söylenebileceğini vurgulayan Yalçıntaş, Türkiye için risk ve kırılganlık anlamında tek noktanın cari açık olduğuna dikkat çekti. GSMH'nin yüzde 5.5'ine denk gelen 45 milyar dolarlık bir açık olduğunu, 2011'de açığın daha da artmasının beklendiğiniv ifade eden Yalçıntaş, 2010'da bütçe disiplininden ödün verilmediğini ve seçim yılı olmasına karşın 2011'de de ayın trendin devam edeceği değerlendirmesi yaptı. Öte yandan, TBMM Genel Kurulu'nda, önceki gün Türk Borçlar Kanunu Tasarısı'nın kabul edilmesiyle ilgili olarak Yalçıntaş, TBMM üyelerine bir araya gelip ekonomiyle ilgili yasaların geçmesini sağladıkları için teşekkür etti, ancak düzenlenmesi gereken noktalar olduğunu da ekledi.

Bilgi Üniversitesi'ne dair birkaç küçük not

 Geçen haftanın zirvede yer alan konularından biri Bilgi Üniversitesi'nde yaşananlardı. Yasakçı zihniyete, ahlaki boyuta ya da üniversitede porno olurdu olmazdı tartışmasına hiç girmeden, ama yeri de gelmişken Bilgi ile ilgili bahsedeceğim birkaç küçük not, son yaşananlarla ilgili belki ipucu verebilir. Bilindiği gibi uluslararası üniversite ağına sahip Laureate Education 2006'da Bilgi'ye ortak oldu, daha sonraki dönemde de çoğunluk hisselerine sahip oldu. Üniversitedeki karışıklıkların başladığı tarih de o zamanlara denk gelir ki, Bilgi'nin üzerindeki kara bulutlar o tarihten bu yana hiç eksilmedi. Noter kanalıyla bazı hocaların üniversiteden gönderilmesiyle başlayan olumsuz süreç sendikalaşma döneminde de sürdü. Son olarak gündeme gelen bitirme tezi hadisesinin ardından üniversitede ciddi kurumsal ve yönetimsel zaafiyet yaşandığına bir kez daha tanık olduk. Bu noktada Laureate kimdir, ne iş yapar, niyetleri nedir diye ufak bir araştırma yapmak yeterli oldu. Adlarını burada vermeyeceğim insanlardan aldığım bilgilerin bir bölümünü aktarıyorum.

Özel üniversite yasası için lobi
Eğitim deneyimi öyle çok eskilere dayanmayan Laureate, 1998'de kurulmuş. 25 ülkede 60'a yakın okula sahip ama İngiltere'deki Liverpool Üniversitesi'ni (ve belki eski Bilgi Üniversitesi) saymazsak portföyünde dünya çapında bir okul yok. Okulların yüzde 80'i internetten diploma veriyor. Şirket Nasdaq'ta işlem görüyor, piyasa değeri 2.5 milyar dolar civarında. Yönetim kurulundakilerin çoğu finans kökenli. Dünyada özel üniversite kanunlarının geçerli olduğu ülkelerde faaliyet gösteriyor. Portföyünde bu kurala uymayan dört ülke var: Çin, Şili, Hindistan ve Türkiye. Kendini Türkiye'de kar amaçlı olmayan bir çerçeveye sokmaya çalışan Laureate'in hedefi aslında tam da bu. Borcu olan ya da özelleşmek isteyen üniversiteleri ağına katmak. Türkiye'de dört gözle özel üniversite yasasının çıkmasını bekleyen ve tüm planlarını buna göre yapan Laureate'in patronu birkaç kez Ankara'ya gelerek bu konuyla ilgili lobi çalışmaları yapmış. Bunun için Anayasa değişikliği gerekiyor, esas hedef bu değişikliği yaptırmak.
 

Mütevelli heyeti başkanı değişecek mi?

Laureate, Türkiye operasyonuna başladıktan sonra okulu adım adım satın aldı, ardından okulun mütevelli heyeti, rektörü ve idari çalışanları bu sermaye değişikliğini yansıtacak şekilde değişti. Bilgi ve Laureate'i buluşturan kişi olarak bilinen Rifat Sarıcaoğlu, bir süredir Mütevelli Heyeti Başkanlığını yürütüyor. Söylenenlere göre, birkaç aydır Sarıcaoğlu için bir tasfiye süreci başlamış, ancak çeşitli bahanelerle henüz bu tasfiye gerçekleşememiş. Daha önce sendikalaşma sırasında işten çıkarılanlarla ilgili süreçte kendini bir şekilde kurtaran Sarıcaoğlu'nun son hadiselerle birlikte durumu bir kez daha belirsizleşmiş.

Derman'ın yaptığı altın vuruş mu?
"Porno tezi" hadisesinde bir nevi günah keçisi ilan edilerek okuldan gönderilen Görsel Tasarım Bölümü kurucusu Prof.Dr. İhsan Derman'ın, Bilgi Üniversitesi'nin eski sahibi Oğuz Özerden'in yakın arkadaşı olduğu herkes tarafından bilinen bir gerçek. Derman'ın bölümünün okulda adeta bir "kurtarılmış bölge" gibi faaliyet gösterdiği, çeşitli ayrıcalıklara sahip olduğu, toplantılara katılmadığı, asistanlarına dışarıya işler yaptırdığı konuşulanlar arasında. Bu sebeplerden bu bölüme bazı baskılar yapıldığı için Derman'ın rahatsız olduğu ve okuldan gitme hazırlıkları yaptığı, giderayak bu porno tezi meselesiyle de okula zarar vermek istediği söyleniyor. Bu arada, yaşananların ardından Laureate'in Türkiye'den çekilme durumunun bile gündeme gelebileceği dillendiriliyor. Yazabileceğim kısımlar bu kadar... Türkler girişimcilikleri ile çok övünüyor ama salt girişimcilik yetmiyor, yönetim kabiliyeti, kurumsal kültür ve krizleri idare edebilmek de lazım.

* * *
Kıbrıs'ta çözüm yine bir
başka baharı mı kalacak?

Türkiye'nin AB serüveninde 14 müzakere başlığının açılmasını engelleyen "Kıbrıs sorunu" ile ilgili 2010'un son günü uzlaşmaya varıldığı, Türkiye'nin Kıbrıs Cumhuriyeti'ne limanlarını açması karşılığında askıya alınan ve Rumların veto etme kararı aldığı 14 başlığın önünün açılabileceği yönünde bir haber yayıldı. Kısa sürede haberin gerçeği yansıtmadığını öğrendik ancak Belçika'nın arabulucuğunun hala masada olduğu, gelecek aylarda bu formülün tekrar gündeme geleceği belirtiliyor. Artık hepimizin aşina olduğu birçok nedenden AB sürecinde yavaşlama olduğu bir gerçek. Toplam 33 başlığın 13'ü açıldı, 14'ü Kıbrıs yüzünden askıda, 4'ünü Fransa engelliyor geriye iki tane açılabilir durumda başlık var. Avrupa Komisyonu Türkiye Delegasyonu Başkanı Marc Pierini, açılacak başlık kalmazsa, açılan başlıkları kapatma çalışmalarına başlayabileceklerini söylemişti ancak bunun için Konsey kararı gerekiyor, üstelik bu araformül gerçekleşse dahi mevcut sorunları ötelemekten başka bir işlev görmeyeceği açık. Kıbrıslı dostlarıma bu haberin orada nasıl bir yansıması olduğunu sordum, durum hiç parlak değil, gündeme bile gelmemiş.


Güney Kıbrıs'ta seçim atmosferi
Mayıs ayında yapılacak temsilciler meclisi seçimleri öncesi Hristofyas'ın da Türkiye'ye karşı tavrını sertleştirdiği konuşuluyor ve bu süreçte Belçika'nın çözüm formülünü kabul etmesi pek beklenmiyor. Güneyde milliyetçiliğin ötesinde ırkçı seslerin yükseldiği söylenirken, ana muhalefet partisi DİSİ'nin Lideri Nikos Anastasiadis'in kazanma olasığının yüksek olduğu belirtiliyor. Anastasiadis, yönetimi, AB'nin ve diğer ülkelerin Kıbrıs sorununun çözümüne etkin katılımlarını gözardı ettiği gerekçesiyle eleştiriyor.


AB süreci Kıbrıslının umurunda değil
Kıbrıs İşlerinden Sorumlu Devlet Bakanı Cemil Çiçek'in uygulattığı ekonomik önlem paketiyle Kıbrıslılar perişan. Adada her gün bir eylem, her gün bir protesto var. Sendikalar ve sivil toplum kuruluşları çok tepkili. AB ile ilgili gelişmeler algılanmıyor, takip edilmiyor. Maaş kısıntıları var, Güney'den alışveriş yapmayın deniyor ama KDV oranları arttırılıyor. Yani, çok başka bir ruh hali hakim. Öte yandan, KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu'nun hastalığı nedeniyle Dimitris Hristofyas ile yapılan müzakere süreci bir süredir askıda. Bugüne kadar 18 görüşme yapan iki liderin 12 Ocakta tekrar biraraya gelmesi bekleniyor. 26 Ocakta da, BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon'un katılımıyla Cenevre'de üçlü görüşme yapılacak. Bu arada, Rumlar 11 Ocakta Almanya Başbakanı Angela Merkel'i ağırlayacak. Rum Politis gazetesi Merkel'in, temaslarında "Kıbrıs sorunu yüzünden Türkiye ile Güney Kıbrıs ve dolayısıyla AB ile NATO arasındaki sorunları çözme girişiminde bulunacağını" yazdı.


Dost acı söyler
Yunanistan Başbakanı Yorgo Papandreu'nun Adadaki Türk askerini kastederek "Kıbrıs'ta işgal sürdükçe Türkiye AB üyesi olamaz" diyerek Erzurum'da şok etkisi yaratan konuşmasını da, dost acı söyler şeklinde değerlendirmek lazım. Büyükelçilere yapılan bu konuşmanın da normal şartlarda basına kapalı yapılması gerekiyormuş. Ülkesinde ekonomik krizin getirdiği çalkantılar yaşanırken, Yunan bankalarının batacağı söylentileri ayyuka çıkmışken Türkiye'ye gelip bu mesajı veriyor olmasının vardır bir hikmeti.

Strateji Belgesi tamam, şimdi uygulamayı görelim

Türkiye'nin 2011-2014 yıllarını kapsayan, 72 eylem başlığından oluşan, yatay ve sektörel politikalar olmak üzere iki temel üzerine kurulan, bir anlamda ekonominin yol haritası olacak Sanayi Strateji Belgesi, dün Sanayi Bakanı Nihat Ergün tarafından kamuoyu ile paylaşıldı. Kalabalık bir dinleyici grubuna hitap eden Bakan Ergün'ün yanı sıra TOBB (Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği) Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, TÜSİAD (Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği) Başkanı Ümit Boyner, MÜSİAD (Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği) Başkanı Ömer Cihad Vardan, TİM (Türkiye İhracatçılar Meclisi) Başkanı Mehmet Büyükekşi, TUSKON (Türkiye İşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonu) Başkanı Rızanur Meral de birer konuşma yaptı.
Belge, Türkiye'nin 2023 için koyduğu hedeflere ulaşmada büyük önem taşıyor. Mayıs 2009'da çalışmalarına başlanan belgenin nihai hali 30 Aralık 2010 tarihinde Ekonomi Koordinasyon Kurulu'na sunulmuş. Belgenin hazırlanması aşamasında dokuz bakanlıktan müsteşarlar, bürokratlar, iş dünyası ve sivil toplum kuruluşları temsilcilerinden oluşan 600 kişilik bir ekip çalışmış. Sonunda da 3000 sayfalık 24 sektörü ilgilendiren Türkiye'yi Avrasya'nın üretim üssü yapma vizyonuna sahip bu belge ortaya çıkmış.
Türkiye, bugüne kadar sanayi ve ekonomi politikalarındaki plansızlığı nedeniyle maalesef pek çok sektörde, pek çok ülkeden geride kaldı. Bu plansızlığa siyasi istikrarsızlık dönemlerini, iç çatışmaları da eklediğimizde kalkınma hamleleri istenen verimi sağlayamadı. Sanayi Strateji Belgesi, son derece iyiniyetlerle oluşturulmuş, pek çok kesimin görüşü ve katkısı alınarak yaratılmış bir çalışma. Ancak, söylenmeyen ne söylüyor, içeriğinde yeni olan ne var diye baktığımızda, belge bize, aslında Bakan Ergün'ün son bir yıldır yaptığı konuşmalarda yer alan sözlerin tekrarından öte pek bir şey söylemiyor. Zaten, önemli olan nokta, belgenin hazırlanması kadar, belgede yer alan 72 eylem planının etkin şekilde uygulamasının gerçekleştirilmesi.

Yenilik yok ama hiç yoktan iyidir
Ancak, önemli birkaç nokta var ki onların cevabını belgenin içeriğine yansımasını pek göremedim. Stratejiler oluşturulurken hangi ülkelerin tecrübeleri örnek alındı ya da incelendi? Türkiye'nin geçmiş politikalarından hareketle bir etki analizi yapıldı? Dünyada yaşanan son küresel kriz, bildiğimiz doğruların hepsini yeniden gözden geçirmemiz gerekliliğini ortaya koydu. Son kriz sürecinde dünyada yaşananlar belgenin oluşumunda ne kadar dikkate alındı? Gözlemler, bu noktaların biraz eksik kaldığı yönünde.
Toplantının ardından konuştuğum pek çok işadamı da buna katılıyor ve görüşleri genel olarak şöyle: Belgede yeni ve duymadığımız bir şey yok. Bunların çoğu bildiğimiz, taleplerimiz içinde yer alan noktalar. Ancak, hiçbir şey yapılmıyor olmasından kısa vadeli de olsa böyle bir belgenin ortaya konması önemli. Bundan sonra uygulamayı takip edeceğiz.
Belgenin somut olarak ortaya koyduğu en büyük gelişmelerden bir tanesi, iş dünyanın dört gözle beklediği Türk Ticaret Kanunu'nun bu ay itibariyle Meclis'te yeniden görüşülecek olması ve mevzuatın 2012'ye kadar tamamlanması hedefi. Hatta TÜSİAD Başkanı Boyner konuşmasında, siyasi partilerin Türk Ticaret Kanunu gibi tüm ülkenin menfaatini ilgilendiren bir konuda uzlaşmış olmalarını memnuniyetle karşıladıklarını söyleyerek, bu kanunun iş dünyası açısından reform niteliğinde bir dönüşüm başlatacağı değerlendirmesinde bulundu.
Eskiler geç olsun da güç olmasın derler. Strateji Belgesi geç de olsa ortaya çıktı, şimdi sıra ekonomi bürokrasisinin ve iş dünyasının küresel rekabetin en keskin olduğu bir dönemde eylem planlı bir çalışma sistematiğine geçişinin imtihanında.

Gençler yumurta atmasın, toplum gönüllüsü olsun

Bir yıla daha yeni bir başlangıcın, umudun, barışın heyecanını taşıyarak giriyoruz. 2011, umutların kırılmadığı, toplumsal barışa ve huzura biraz daha yaklaştığımız bir yıl olsun. Umut demişken, yılın ilk yazısını aralık ayında yayınlanmış iki araştırmaya ayırmak istiyorum. Zira, ikisi de iş dünyası temsilcilerinin ve siyasilerin her platformda bahsetmekten gurur duyduğu Türkiye'nin genç nüfusu ile ilgili araştırmalar.
Türkiye'de gençlik son dönemde siyasilere attıkları yumurtalarla gündemde. Demokratik ve ekonomik standartlar geliştiği ölçüde gençlerin talepleri karşılanabilir. Onların taleplerine önem vermek, eleştirmeden önce dinlemek, gençliği ötekileştirmemek gerekiyor. Türkiye'nin tüm kesimlerinin taleplerini dikkate alan bir değişim ve dönüşüm sürecinde, gençliğin sesine daha fazla kulak verme gerekliliği yumurta olaylarıyla bir kez daha farkedilmiş oldu.

Daha eşitlikçi ve nitelikli eğitim
Araştırmalardan ilki, medyada da epeyce ses getiren BETAM'ın (Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi) PISA (Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı) araştırması ile ilgili değerlendirme notları. OECD, her üç yılda bir üye ülkelerdeki öğrencilerin okuma becerileri ile matematik ve fen okuryazarlığındaki yeterliliklerini ölçüyor. Burada hedef, bilgi amaçlı bir ölçüm yapmak değil, edinilen bilgi ve becerilerin günlük hayatta karşılaşılan zorlukların üstesinden gelmede ne derece kullanılabildiğini anlamak.
Bu açıdan bakıldığında PISA sonuçları, milli eğitim sisteminin performansının da bir ölçütü olarak karşımıza çıkıyor. Araştırma sonuçları, eğitim sisteminin güçlü ve zayıf yanlarını gösterirken, iyileştirmeye yönelik planlama için de gerekli verileri sunmuş oluyor. Türkiye olarak biz bu araştırmada neredeyiz diye bakarsak, 34 OECD ülkesi içinde tüm puan türlerinde 31'inci sıradayız. Detaylarına çok fazla girmeye gerek yok ancak, bu araştırmanın gözler önüne serdiği en önemli gerçeklerden biri, sadece öğrencilerin yeterlilik düzeylerinin düşüklüğü değil, Türk eğitim sisteminin katetmesi gereken mesafenin kısalmadığı, daha eşitlikçi ve daha nitelikli bir eğitime ihtiyacın devam ettiği gerçeğidir.

TOG, gençlik ve sivil inisiyatifler
Bahsedeceğim diğer araştırma ise, İbrahim Betil'in kurucusu olduğu TOG'un (Toplum Gönüllüleri Vakfı) yürüttüğü çalışmaların gençler üzerindeki etkilerini değerlendirmek üzere yaptırdığı TOG Etki Araştırması'nın sonuçları. Betil'in sekiz yıl önce gençleri merkeze alan bir değişim ve dönüşüm projesi olarak başlattığı Toplum Gönüllüleri Vakfı'nın araştırması, sosyal projelerin bireyselleşmeye, sosyal ve kişisel gelişime katkısını ölçmüş. Tüm faaliyetlerini gönüllü gençlerle yürüten TOG, 2010'da 22 bin 699 genç ve 500’ün üzerinde yetişkin aktif gönüllüsüyle 727 sosyal sorumluluk projesi gerçekleştirmiş.

Eleştirel olmanın başka yolları da var
Araştırmaya göre, gönüllü gençlerin sosyal ve bireysel gelişimi, akranlarına göre yüzde 20 daha yüksek. TOG faaliyetlerine katılan gençlerin birey olduklarının, kendilerine özgü özelliklerinin farkına varmaları konusundaki gelişim, akranlarına göre iki yılda yüzde 25 artmış. Kendilerini ve çevrelerini değiştirebileceklerine yönelik benlik yeterliliği ise yüzde 10 artış gösteriyor. Bu gençlerde, genel kabullere karşı eleştirel ve sorgulayıcı tutum ve davranışlar olarak tanımlanan olumlu sosyal direnç de güçlenmekte. Olumlu sosyal dirençteki artış iki yılda yüzde 25’e ulaşıyor. Araştırmada önemli gördüğüm tespit ise şöyle: Potansiyelleri hayata geçmemiş yurttaşlar, daha az 'kişi' daha az 'birey' olabiliyor. Bu nedenle bu yurttaşların sosyal fayda üretimleri düşük, dolayısıyla oluşturdukları sosyal hayatın devinimi cılız, dönüşümü sönük.
Buradan gençlere enerjilerini yumurta atmak yerine hem kendilerine hem de topluma fayda getiren işlere kanalize etmelerini önerebiliriz.

* * * * * * *

Yılın ilk müjdesi
Loç Vadisi'nden geldi

2010'un son 2011'in de ilk iyi haberi Loç Vadisi'nden geldi. 31 Aralık gecesi twitter'daki mesajları okurken, Doğa Derneği'nin tweet'i yüreklere su serpti: Müjde! Loç Vadisi'ndeki HES inşaatı resmen durduruldu! Loç Vadisi Koruma Platformu ve avukat Yakup Okumuşoğlu'nun 15 Ekim 2010 tarihinde ortaya çıkardığı ancak resmi makamların belgelendirmek için ayak sürüdüğü Cide HES projesinin kaçak olduğuna dair çabalarına en sonunda ses veren çıktı. Cide Kaymakamlığı'na Kastamonu İl Özel İdaresi'nden verilen belgede Cide HES şantiyesinin mühürlenmesi hususunda yılın son günü ve saatlerinde yazı gönderildi. Kaymakamlık, yazının gelmesi üzerine derhal Cide Jandarması'nı harekete geçirerek, akşam saatlerinde şantiyeyi mühürlettirdi. Mühür üzerinde, “31.12.2010 tarih ve 754 sayılı Kastamonu Özel İl İdaresi İmar ve Kentsel İyileştirme Müdürlüğü'nün yazıları gereği bu işyerinin faaliyetleri durdurulmuş olup, Cide Kaymakamlığı tarafından mühürlenerek kapatılmıştır. Mühürün izinsiz kırılması ve faaliyete devam edilmesi halinde yasal işlem yapılacaktır” ibaresi yer aldı.
Böylece, Cide HES projesinin imar planı olmadığı ve imar izni olmadan kaçak bir HES yapılmak istendiği de resmen onaylanmış oldu. Vurulan bu ilk mühürden sonra Loçlular, şimdi yürütmeyi durdurma ve ÇED iptal davasının sonuçlanmasını bekleyecek. Loç Vadisi’ndeki HES projesi, açılan yürütmeyi durdurma ve ÇED iptal davasına, köylülerin yaz boyu süren dere nöbetine ve Tophane Salı Pazarı'nda bulunan Orya Enerji önünde 24 gündür devam eden oturma eylemine rağmen inşaatı sürüyordu.
Noel Baba her zaman hediye getirmiyor. Bu gelişme, Noel Baba'nın Loçlulara yeni yıl hediyesi oldu, bazılarının ise kabusu...