Nükleer santral ve duyarlılık fay hattında

Türkiye'nin nükleer santral ile imtihanı artık farklı bir boyutta ilerliyor. AKP Hükümeti'nin kararıyla Mersin Akkuyu'da yapılması planlanan nükleer santral projesini gerçekleştirecek olan Akkuyu NGS Elektrik Üretim A.Ş. 14 Aralık 2010'da kuruldu. Şirket, geçen günlerde kuruluşunun birinci yılını kutladı. Buraya kadar sorun yok, sorun bu şirketin nükleer santral inşaatı için 13 Aralık 2011 tarihine kadar vermesi gereken belgelerle ilgili. Akkuyu NGS Elektrik A.Ş.'nin, inşaat lisansı için Türk Hükümeti’ne verdiği belgelerdeki eksiklik var. Şirket, 13 Aralık 2011 günü nükleer santral inşaat lisansını alabilmek için gerekli belgeleri teslim etmiş. Etmiş etmesine de "ufak bir ayrıntı" eksiğiyle. 
Akkuyu'da yapılacak nükleer santralle ilgili en büyük tartışma, bilindiği üzere, santralın yapılacağı bölgenin çok yakınından geçen deprem fay hattı ile ilgili olarak yapılıyor. Şirketin, teslim ettiği belgeler arasında, bölgenin sismik raporu yani bölgenin deprem risklerini gösteren araştırma yok. Bu sanıldığı gibi gizli bir durum da değil. Zira, Akkuyu NGS Elektrik A.Ş. Genel Müdürü Alexander Superfin'in, geçen hafta yaptığı açıklama bir nevi itiraf niteliğinde. Superfin, gerekli belgeleri hükümete verdiklerini ancak, sismik araştırmaların halen devam ettiğini söyledi. Nükleer santralın en tartışmalı konusu olan güvenlik ve depremle ilgili konularda gerekli raporlar hazırlanmadan, inşaat lisansı için başvurmak, projede güvenlik konusuna gösterilen duyarlılığın ne düzeyde olduğunun açık bir göstergesi. Superfin, açıklamasında, "30 yıl önce yapılan çalışmaları dikkate aldıklarını, aralık ayı içinde sismik araştırmaların sona ereceğini, veriler toplandıktan sonra değerlendirmek ve onaylanmak üzere TAEK'e gönderileceğini" kaydetmişti. Dolayısıyla, meselenin en can alıcı kısmı netleştirilmeden yine kollar sıvanmış oldu. 

Akkuyu'daki tartışma neydi?
Rusya’ya geçen yıl ihalesiz verilen ve anlaşması hızla imzalanan Akkuyu nükleer santralinin 25 kilometre yakınından Ecemiş Fay Hattı geçiyor, şu anda aktif ve yüksek enerji birikimli bir hat olarak tehlikeli grupta yer aldığı belirtiliyor. 1976'da alınan yer lisansına göre, Akkuyu'ya nükleer santral kurulması isteniyor. 35 yıl önce Ecemiş Fay Hattı, ölü fay olarak nitelendiriliyor ve bu durum hiçbir güncellemeye tabi tutulmadan Akkuyu'ya lisans veriliyor. Uzmanlar, 35 yıl önce bu lisans verilirken, fay hattına ilişkin bilgilerin kayıtlı olmadığına da dikkat çekiyor.  
Jeoloji Mühendisleri Odası'nın sitesinde yer alan uyaralar dikkat çekici. Öncelikle santralın yeriyle ilgili bilimsel (jeolojik, jeoteknik, jeofizik) verilerin nükleer reaktör kurulmasına elverecek olumluluk ve netlikte olmadığı ifade ediliyor. Bilgiler şöyle: "Santralın kurulacağı yerin yakınından geçen Ecemiş Fayı’nın sismik karakteri konusunda ciddi kaygılar yaratacak bilimsel araştırmalar var. Ecemiş Fayı, 300 kilometre uzunluğunda olup, Akkuyu’nun 20-25 kilometre yakınından geçerek denizde devam ediyor. Yılda 3 mm sol yönlü doğrultu atımlı harekete sahip, aktif bir fay. 500 yıldır 6-7 büyüklüğünde bir depremin olmaması bu fay boyunca tehlikeli bir enerji birikiminin olduğuna işaret ediyor." 
Hatta, 35 yıl önce Akkuyu’ya yer lisansı veren üç kişilik ekipte yer alan Prof. Dr. Tolga Yarman bile, "O zamanki kriterlerle bugünküler bir değil" diyerek, Akkuyu’nun lisansının geçersiz olduğunu söylemişti.
Bu arada, geçtiğimiz aylarda, Viyana Üniversitesi, Akkuyu'ya kurulması planlanan santralda olası bir kaza durumunda hangi bölgelerin etkileneceğine ilişkin bir analiz hazırlamış, Akkuyu'daki olası bir kaza halinde, kazadan sadece 15 gün sonra Doğu Avrupa ve Afrika'nın bile etkileneceğini ortaya koymuştu. Fukuşima'daki kazanın ardından yapılan araştırmada, dünyadaki 234 nükleer santral analiz edilmişti. Yüksek performanslı bilgisayarlarda hazırlanan analize göre, riskli bir kaza olması durumunda, kaza anında ilk olarak Mersin ve çevre iller etkilenecek. Kazadan bir hafta sonra tüm Türkiye, 15 gün sonraysa Türkiye’nin tüm komşuları, Doğu Avrupa, Kafkaslar, hatta Afrika’ya kadar olan geniş bir bölge, radyoaktif maddelerin etkisi altında kalacak. 
Dolayısıyla, hükümet, insanların can ve mal güvenliğini ilgilendiren deprem gibi bir kriteri de içeren yer lisansını yenilemeyi düşünmediği gibi inşaat lisansı kapsamında yapılara ilişkin sismik değerlendirmenin de sonraki aşamalara bırakılmasında bir sakınca görmüyor. Bırakın nükleeri, kısa süre önce yaşanan Van depremi deneyimi hiç olmamış gibi...

***********

Meclis'te Ekolojik 
Anayasa'yı anlattılar
Türkiye'nin hemen tüm kesimleri farklı anayasa platformlarıyla biraraya gelerek, yeni anayasanın nasıl daha sivil, demokratik, özgürlükçü ve barıştan yana bir anayasa olması gerektiğini konuşuyor uzun zamandır. Türkiye'de "doğanın da hakları" olduğunu savunanlar, Türkiye'de ilk kez ekolojik anayasa ihtiyacını dile getiriyor ve tartışmaya farklı bir boyut kazandırıyor. Ekolojik Anayasa, en fazla Latin Amerika ülkelerinde yaygın. Avrupa'da ise Almanya ve Fransa, yeni maddeler ekleyerek anayasada güncelleme yapıyor. Aslında, anayasanın ekolojik de olması, dünyada da çok yeni bir kavram. Devletin temel niteliklerinden biri olarak ekolojik ifadesinin de konması, yeni yeni talep ediliyor. 
Türkiye'de, Ekolojik Anayasa Girişimi, bir süre önce "yeryüzünün ve doğanın" haklarını tanımlayan, tanıyan ve güvence altına alan bir anayasa için çalışma başlattı. Geçen hafta, bu girişimin temsilcileri, TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda Ekolojik Anayasa taslağını anlattı. AKP’den Mehmet Ali Şahin, CHP’den Süheyl Batum, MHP’den Faruk Bal ve BDP’den Ayla Akat Ata‘dan oluşan 1 Numaralı Alt Komisyon, heyetin talep ve önerilerini dinledi. Heyet, sürdürülebilir kalkınma hedefini tehlikeli bulduklarını, yaşamın sürdürülebilir kılınması gerektiğini ve bunlara bağlı olarak insan ve doğa merkezli ve doğayla uyumlu bir anayasa taleplerini anlattı. Doğa haklarını savunacak bir kamu denetçisi niteliğinde ombudsman oluşturulması istendi. Taleplerin ne kadarı dikkate alınacak önümüzdeki süreçte göreceğiz. 

İklim değişikliği büyüme azmimizi engelleyemez!

Bu yıl BM İklim Konferansı Güney Afrika'nın Durban kentinde gerçekleştirildi. İçeride bu ay sonu süresi dolacak olan Kyoto Protokolü sonrası iklim değişikliği ile mücadelenin nasıl devam edeceği konusunda çetin pazarlıklar yaşanırken, dışarıda çevrecilerin, aktivistlerin, çevre ve iklim meselesiyle derdi olan, sesini duyurmak isteyen herkesin eylemleri vardı. İklim değişikliğiyle mücadelede öncü rol üstlenen AB, 2015'e dek bağlayıcı bir anlaşmaya varılmasını, bu anlaşmanın 2020'de yürürlüğe girmesinin yanısıra, atmosferi en çok kirleten sanayileşmiş ülkeler için de bağlayıcı hedefler koyulmasını istiyor. Durban'da Kanada, ABD, Japonya ve Suudi Arabistan Kyoto Protokolü'nün bir dönem daha uzatılmasına karşı çıkarken, AB, G-77 ve Çin Grubu, Ada Ülkeleri, Afrika ülkeleri ise eğer yerine yenisi gelmeyecekse sürmesini talep etti. Normalde cuma günü sona ermesi gereken zirve, bir gün daha uzatılarak dün de devam etti. Gelişmiş ülkelere 5 Mart 2012'ye kadar seragazı salımı indirim hedeflerini iletmeleri için süre tanındı. Ülkeler hedefler konusunda anlaşmaya varırsa, önümüzdeki süreçte yeni bir protokol hazırlanacak. Ortaya üzerinde çok net mutabık kalınmış bir protokol metni, bir anlaşma çıkmamış olsa da, iki hafta boyunca en gelişmişlerden en yoksullara kadar herkes bu konuda kafa yordu.
Peki, bu sırada Türkiye neredeydi, neler yaptı? Türkiye İklim Müzakerecisi Mithat Rende, çevre konularından sorumlu iki bakan Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar ile Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, Durban'da yoktular. 2023'te dünyanın 10 büyük ekonomisi arasında olma hedefindeki Türkiye'ye yaraşır şekilde ve çevre konularıyla alay edercesine ülkeyi Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz temsil etti. Gelelim rakamlara... Türkiye, seragazı salımlarını 1990 seviyesine göre dünyanın yüzde 5 indirim sağlamaya çalıştığı süreçte bu oranı yüzde 96 arttırmış. Mevcut durumu yeterince utanç verici değilmiş gibi Türkiye, Durban'da 2020 için hedeflediği rakamı yüzde 20 olarak açıkladı. Yani, halihazırdaki artıştan yüzde 20 azaltma. Üstelik tüm raporlar, iklim değişikliğinin en kötü sonuçlarını yaşayacak coğrafyalardan birisinin Türkiye olduğunu gösterirken. Örneğin Germanwatch adlı sivil toplum örgütü 1991-2010 dönemini içeren İklim Risk İndeksi'ni yayınladı. Buna göre aşırı iklim olaylarından en çok etkilenen ülkelerin başında Bangladeş geliyor. Bangladeş'i Myanmar ve Honduras izliyor. Türkiye ise 1991-2010 ortalamasında 106. sırada yer alsa da, 2010 listesinde 88. sıraya yükselmiş.


Türkiye dünya sera gazı salımlarının yüzde 1'ini gerçekleştirirken, sera gazı salımı artışlarında ilk sıralardan aşağı hiç düşmüyor. Şu anda Türkiye'de planlanan yeni 50 tane kömürlü termik santral projesi var. Bunlar hayata geçtiğinde Türkiye, karbon salımı konusunda yeni rekorlara koşar adım gidecek gibi görünüyor. Ülkenin pek çok noktasında toplumun karşı çıkmasına rağmen, HES'ler konusundaki inat da hükümetin iklim değişikliği konusundaki vurdumduymazlığının ifadesi. Durban'da açıklanan ve Germanwatch ile CAN Europe (İklim Eylem Ağı) tarafından hazırlanan iklim değişikliği performans endeksi, Türkiye için tam bir yüz karası. Enerji kaynaklı salımların yüzde 90’unu kapsayan 58 ülkenin değerlendirildiği raporda, son dörde giren ve listede 58. sırada yer alan Türkiye en kötüler arasında. Bu kadar mı, tabi ki değil. İklim müzakerelerinde sonucu olumsuz etkileyecek politikalar ortaya koyan ülkelere verilen Günün Fosili ödülünü 3 aralık günü Türkiye aldı. CAN yaptığı açıklamada, Türkiye'nin ödüle layık görülmesinin nedenini, seragazı salımlarını indirmek için hedef belirlemeden, Kyoto Protokolü'nün mekanizmalarından faydalanarak teknolojik ve finansal destek almaya çalışmak olarak gösterdi. Türkçesiyle şark kurnazlığı!


Tüm bunlar, Türkiye'nin iklim konusundaki politikasızlığının göstergeleri. Kalkınma söz konusu olduğunda büyüyen bir ekonomi olmakla övünüyor. Ancak, içinde bulunmak istediği "gelişmişler liginde" yer alan ülkeler çok daha farklı seviyelerde Durban'da temsil edilir ve müzakere ederken Türkiye konuya büyük bir ciddiyetsizlik içinde yaklaşıyor. Durban’daki tavır geleceğimizi ilgilendiren hayati bir konudaki müzmin politikasızlığının, plansızlığının açık tezahürü. Sorumluluklarını yerine getirmeyen, politika oluşturmayan, üstelik finansal yardım alma talebinde bulunan bir ülkeyi kim ciddiye alır? İçine düşülen acizliğin, itibar kaybının farkında bile olunmadığı bir durum sözkonusu. Greenpeace Akdeniz Direktörü Uygar Özesmi, Durban'da "Türkiye'nin bundan sonra kömürlü termik santral yapmayacağız" demesinin bile çok etkili bir açıklama olabileceğini, içeride halkın takdirini kazanacağını söylüyor. Özesmi, "Türkiye iklim değişikliği konusunda içeride ve dışarıda güçlü bir politika oluşturmamakla vatandaşlarının geleceğini tehlikeye atıyor. Doğu Akdeniz bölgesinde iklim değişikliğinden en fazla etkilenecek ülkelerin başında geliyor" diyor.
Sahi, Türkiye iklim değişikliği konusunu yanlış anlamış olabilir mi?

Pozitif gündemden hayal kırıklığına

Bilindiği üzere, Avrupa Birliği, Türkiye’nin en büyük ticaret ortağı. Türkiye, AB’nin ihracat yaptığı ülkeler arasında Gümrük Birliği öncesi 12. sıradayken, şimdi beşinci sırada; ithalat yaptığı ülkeler arasında ise yedinci. AB, Türkiye’nin dış ticaret hacminde ortalama yüzde 40 paya sahip. Geçen yıl Türkiye’ye gelen doğrudan yabancı yatırımın yüzde 80’i AB ülkeleri kaynaklı, bu rakamın 2011’de daha da arttığı ifade ediliyor. Öte yandan, 1996’dan itibaren Türkiye ile AB arasındaki ticari ilişkiler Gümrük Birliği çerçevesinde ilerliyor. O tarih itibariyle taraflar arasında gümrük vergileri, miktar kısıtlamaları kaldırıldı, Türkiye, AB’nin ortak ticaret politikasını uygulamaya başladı. Aynı zamanda Türkiye’deki ticaret politikası, rekabet, vergilendirme, gümrükler ve fikrî mülkiyet hakları alanlarındaki mevzuatlar AB ile uyumlaştırıldı. 
Üzerinden uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen, halen Gümrük Birliği’nin işleyişinde ciddi sorunlar yaşanıyor. Bu sorunlar içinde Türkiye’nin en fazla aleyhinde olan konu şu: AB’nin Serbest Ticaret Anlaşmaları (STA) yaptığı üçüncü ülkelerin, Gümrük Birliği çerçevesinde AB üzerinden serbestçe Türkiye pazarına giriş imkânları elde ederken, Türkiye ile de bir STA imzalama konusunda isteksiz davranmaları. Türkiye, AB’nin STA süreçlerine doğrudan dâhil edilmediği için bu konudaki AB politikalarının takip edilmesi zorlaşıyor. Tabii, Türk vatandaşlarına yönelik uygulanan katı vize rejimi de Gümrük Birliği kapsamında ikili ticari ilişkiler üzerinde ciddi anlamda olumsuz etkiye sahip konulardan bir diğeri.
Dolayısıyla Türkiye AB’ye tüm üye olmadığı için, AB’nin ortak dış ticaret politikasını yürütmekle görevli olan Avrupa Komisyonu’ndaki 133 No’lu Komite’ye de katılamıyor. Bu da, AB’nin en büyük ticaret ortaklarından ve aynı zamanda dünyanın en büyük 16. ekonomisine sahip Türkiye’nin dış ticaret politikasının önünde, ortaya çıkacak sonuçları kendisinin hiçbir şekilde etkileyemediği biçimde büyük bir sorun olarak duruyor. Örneğin, AB’nin Güney Kore, Hindistan, Ukrayna, ASEAN ülkeleriyle imzaladığı veya imzalayacağı STA’lar, Türkiye’nin ihracatında önemli bir paya sahip ve görece rekabet üstünlüğü olan tekstil ve otomotiv sektörlerine ciddi darbe vuruyor. Bu durum, yıllardan beri çeşitli platformlarda dile getiriliyor. 
İşte bu toplantılardan biri de geçenlerde düzenlendi. Dış ticaretin bu en önemli meselelerinden birine dikkat çekmek üzere geçen ay TUSKON (Türkiye İşadamları ve Sanayicileri Konfederasyonu) European Policy Center ile “Türkiye-AB Ortak Çıkarları Yeniden Değerlendirme” başlıklı bir konferans düzenledi. Bu konferansa TUSKON’un davetlisi olarak AB Genişleme ve Komşuluk Politikasından Sorumlu Komiseri Stefan Füle ve AB Ticaretten Sorumlu Komiseri Karel De Gucht katıldı. Toplantının basına açık bölümü öncesi Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan, Füle ve Gucht ile birkaç saat süren bir toplantı gerçekleştirdi. Türkiye, bu sorunu Gümrük Birliği’ne dâhil olduğundan beri dile getiriyordu, AB tarafı pek umursamıyordu. Ancak, Avrupa Komisyonu’nun AB kurumları arasında her zaman Türkiye’nin yanında olduğunu hatırlatmakta fayda var. 
Kapalı toplantıda, ilk kez AB tarafı, Türkiye’nin taleplerini dikkate alan bir tutum sergiliyor. Hatta, Türkiye’nin üçüncü ülkelerle imzalanacak STA’larda 28. ülke olarak katılması önerisini getiriyorlar ki, bu son derece olumlu bir gelişme. Uzun yıllardan beri dile getirilen ve Türkiye’nin zarar gördüğü aşikâr bu meselede en somut adımlardan biri atılırken, Çağlayan, toplantının basına açık olan kısmında, bu konular hiç gündeme gelmemişçesine özellikle vize konusunda AB’yi eleştiren bir tutum sergiliyor. Konuşmasında, “Türkiye pozitif bir gündemle” geldiklerini söyleyen Füle’ye yönelik olarak Çağlayan, “Türkiye’ye pozitif gündemle geldiniz. Ama sizden ricamız şu; pozitif gündemle gelirken pozitif yaklaşımla gelin negatif yaklaşımla gelmeyin” diyor. Türkiye’nin tamamen yanında bir niyetle gelen ve Gümrük Birliği’nin iyi işlemesi için çözüm arayışında olan komiserler, hiç beklemedikleri Bakan Çağlayan’ın bu konuşması karşısında büyük bir hayal kırıklığı yaşıyor. Bu gelişmelerin ardından da TUSKON’un, Füle ve Gucht’ten özür dilediği belirtiliyor. 
Gümrük Birliği ve vize meselesi iş dünyasında can yakan konulardan, bu önemli bir gerçek. Ancak, herkesin hassasiyetleri ortada, çabaları da...

Nükleer enerji karşıtlığı siyasetin belirleyicisi oluyor


Japonya’da yaşanan deprem ve tsunami felaketi sonrası özellikle gelişmiş ülkelerin nükleer enerji santrallerine olan yaklaşımı ve konuyla ilgili gelişmelere yönelik algısı büyük oranda değişti. Biz de ise pek yeni bir durum yok. Geçen hafta Enerji Bakanı Taner Yıldız, ekonomik gelişmişlik ve kalkınmanın ölçüsünü nükleer santral sahipliğine indirgeyerek yaptığı kıyaslamada, “Nükleer santraller keşke 30-40 yıl önce kurulsaydı, bırakın enerji fiyatlarını, sanayinin durumu şu anki durumun belki iki üç katı olurdu” gibi absürt bir çıkarsamasa bulundu. Petrol zengini Arap ülkeleri neden kendi başlarına kalkınmakta zorlanıyor acaba? Bakan bununla da yetinmeyerek, nükleer güç santrallerine elektrik üretimi açısından bakılmaması ve sanayileşmenin önemli bir kalemi olarak görülmesi gerektiğini ifade etti. İsteriz ki o ‘keşke’nin içine yenilebilir enerji türleri de dâhil edilmiş olaydı... Enerji, siyasetten ve hamasetten arındırılmış bir sektör değil, bunun örnekleri pek çok. Ancak, artık siyasetin belirleyici unsurlarından birinin de ekoloji olduğunu görememek, 30-40 yıl önceki siyasetçi modeline tekabül ediyor. İnsana ve çevreye yönelik ciddi tehlikeler oluşturan, ekolojik dengeye zarar veren enerji türlerinin artık koşulsuz kabulü diye bir durum söz konusu değil. Son dönemde özellikle nükleer santraller gelişmiş ülkeler tarafından sorgulanıyor, yatırımlarda yenilebilir enerji türlerine yönelik paylar artıyor.
Bakalım Avrupa’ya. Enerji ihtiyacının yüzde 80′ine yakınını nükleer santrallerden sağlayan Fransa’da nükleer endüstrinin lobi gücü haliyle çok yüksek. Fakat, Fukushima felaketi ve ardından Almanya’da kamuoyunun baskısıyla nükleer santrallerin kapatılması kararı, Fransa’da nükleer enerji karşıtlarının seslerini yükseltmesine yol açtı. Hatta artık siyaseten nükleer enerji karşıtlığının veya yandaşlığının halk nezdinde önemli bir parametre olarak ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Fransa özelinde bakarsak, siyasi partilerin hemen hepsi bir şekilde enerji politikalarında değişime giderken, Cumhurbaşkanı Sarkozy ve hükümetinin enerji politikası giderek yalnızlaşıyor. İş artık nükleer olsun mu olmasın mı noktasından, nükleer enerji santrallerinin orta vadede kapatılmasını isteyenlerle, bu enerji türünün payını azaltmak isteyenler noktasına evriliyor.


Çevreci sosyalizm

Nisan-Mayıs 2012’de Fransa’da yapılacak başkanlık ve parlamento seçimleri öncesi Sosyalist Parti ve Yeşiller, genel seçimlerde birlikte hareket etmek için en sonunda anlaştı. Yeşiller, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Sosyalistlerin adayı François Hollande’a destek verecek. Dolayısıyla, Sosyalistlerin kazanması halinde, farklı bir politika uygulanacağı kesin. Çünkü, geçen haftaki anlaşmaya göre, iki tarafta da yeni bir ekonomik, sosyolojik ve ekolojik modelin benimsenmesi konusunda istek ve kararlılık gösteriyor. Hedef, hayata geçirilecek bir enerji dönüşümü yasasıyla 2025’te nükleer enerjiyi yüzde 50’ye indirmek, 24 adet nükleer santrali kademeli olarak devreden çıkarmak ve yeni proje geliştirmemek üzerine kurulu. Kimi çevreciler ve nükleer karşıtları tarafından yetersiz bulunan bu anlaşmaya rağmen yine de ezberi bozulan Sarkozy’nin söyleyebildiği tek şey, “nükleer enerji üretimini düşürmek çılgınlık” ve bizim siyasetçileri hatırlatan ”mum devrine mi döneceğiz” şeklinde oldu. Yetmedi, nükleer uzmanları da dâhil herkesin lüzumsuz olarak nitelediği yeni bir nükleer santral sözü verdi.

Hâlbuki yakınlarda BBC’nin 23 ülkede yaptırdığı bir araştırma, kamuoylarının artık yeni nükleer santraller istemediğini ve nükleer enerjiye güvenmediğini açık bir şekilde gösteriyor. Araştırmaya göre, Türklerin yüzde 41’i nükleer enerjinin tehlikeli olduğunu, dünyadaki santrallerin en kısa sürede kapatılması gerektiğini düşünüyor.

Yüzde 32’lik bir kesim ise dünyada var olan nükleer santrallerin kullanılmasını ancak yenilerinin yapılmamasını istiyor. Yani toplamda yüzde 73, yeni nükleer santrallere karşı. Araştırmaya göre, Almanya’da nükleer enerjiye muhalefet altı yıl önce yüzde 73 iken şimdi yüzde 90. Nükleer santral karşıtlığı Fransa’da yüzde 66’dan yüzde 83’e, Rusya’da yüzde 61’den yüzde 83’e yükselmiş durumda. Varolan santrallerini hemen kapatmaya en istekli ülkeler Almanya ve İspanya. Santrali olmayıp da isteyen ülkelerin başını Nijerya, Gana ve Mısır gibi ülkelerin çekiyor olması da araştırmanın ilginç notu. Fransa’da IFOP’un (Institut Français d’Opinion Publique) temmuzda yaptığı bir araştırmada “Yenilenebilir enerjiyle tüm ülkenin enerji ihtiyacı karşılanabilir mi” sorusuna halkın yüzde 52’si evet demişti. Bu oran Almanya ve İspanya’da yüzde 70, İtalya’da yüzde 72’ydi.

Tüm bu gelişmelerin özeti, Fransa’da uzun vadede nükleer enerjiden vazgeçilmesi için mücadele eden yeni siyasetçiler iktidara gelebilir. Dünyanın en fazla nükleer enerjiye bağımlı bir ülkesi bu enerjiden çıkış için yeni yollar ararken, Türkiye’nin siyasetçilerinin nükleer ısrarı ve toplum seviyesinde hiçbir ciddi tartışma olmaması açıkçası sırıtıyor.

Almanya'nın enflasyon korkusu

Avro Bölgesi'nin içinde bulunduğu krizin çözümü için uzun vadeli stratejiler oluşturulmaya çalışılıyor ancak pek çok uzman finans sisteminin köklü şekilde reformdan geçirilmesi gerektiği görüşünde. Son günlerde liderler, Avrupa Merkez Bankası'nın para basmasını ve sorunlu ülkelerin tahvillerini almaya devam edip etmemesini tartışıyor. Bu konuda, görüş ayrılıkları geçtiğimiz aylarda Avrupa Merkez Bankası'nda istifalar getirmişti. Diğer yandan, Avrupa Merkez Bankası, borç krizinin derinleşmesiyle yükselen tahvil faizlerini kontrol altına almak üzere yaptığı tahvil alımlarına haftalık üst limit getirdi. Avrupa'daki bazı merkez bankası başkanları ve Avrupa Merkez Bankası'nın kimi yönetim kurulu üyeleri, tahvil alımlarına tümden karşı çıkıyor. Hal böyleyken, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'nin geçen hafta para basılması teklifi, Almanya Başbakanı Angela Merkel tarafından tereddütsüz biçimde reddedildi. Almanya Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle de, aynı yönde bir açıklama yaparak, para basmanın geçici bir rahatlama yaratacağına, enflasyonu tetikleyeceğine ve reformlara zarar vereceğine işaret etti. Ancak, tam tersi yönde, para basılması konusunda da Fransa tarafı ısrarlı. Birkaç gün önce çeşitli temaslarda bulunmak üzere Türkiye'ye gelen Fransa Dışişleri Bakanı Alain Juppe, iş, akademi ve kültür dünyasından temsilcilerle biraraya geldiği bir toplantıda, bu konuyu gündeme getirmiş.
Bir ara Ekoloji ve Kalkınma Bakanlığı da yapan Juppe'nin verdiği örnek ilginç: Almanların geçmiş tecrübeleri, bugün gündeme gelen para basma meselesine engel oluyor. 1920'lerde başlayan Almanya'nın Naziler öncesi yaşadığı güvensizlik, işsizlik, sadece bir ekmek almaya yeten bol sıfırlı banknotlar, dünya tarihinde eşine az rastlanan enflasyon rakamları ve ardından nazizmin bu dönemde Almanların isteklerini yerine getirmek vaadiyle ortaya çıkarak, umut peşinde olan halkın desteğini alması.
İnsanların yoksullaştığı, şirketlerin iflas ettiği ve halk kitlelerinin ülkenin geleceğinden kaygı duyduğu dönemler. Dolayısıyla, Almanlar, para basılmasıyla birlikte enflasyonun tırmanacağından ve geçmişte yaşananların tekrarından korkuyor. Ancak, Juppe'ye göre, para basılmamasıyla birlikte zamanla avronun gücü azalacak, ülkeler eski para birimlerine dönmek zorunda kalacak ve 550 milyonluk Avrupa üzerinde önemli bir gücü bulunan Almanya, zaman içinde bu gücünü kaybedecek. Bu tartışma belli ki daha çok sürecek. Liderler, bundan sonra aldıkları kritik kararlarla durumu ya rahatlatacak ya da daha da derinleştirecek.


* * *


Kriz varsa o zaman
biraz 'yeşillenelim'
Avro Bölgesi epey uzun zamandır finansal kriz ve kamu borçlarıyla sarsılıyor. Avrupalı liderlerin, siyasi ve mali entegrasyonu daha fazla arttırıcı tedbirler alması gereken bir ortamda, fikirleri giderek ayrışıyor, önlemlerle ilgili tartışmalar yaşanıyor. Geçen hafta Avrupa'nın borç krizinin aşılması konusunda Avrupa Yeşiller Partisi de önerilerini ortaya koydu. Yeşiller'in Paris Deklarasyonu, kısa, orta ve uzun vadede yapılması gereken 12 düzenlemeyi içeriyor. Deklarasyonun en çarpıcı tarafı, Yeşiller'in Avrupa’nın kurucu anlaşmalarının yeniden gözden geçirme çağrısı yapması. Öneriler ise şöyle sıralanıyor: "Yunanistan’ın borç yükünü sürdürülebilir kılmak, Avrupa Mali İstikrar Fonu'nu etkili bir siper haline getirmek, Avrupa bankalarını yeniden sermayelendirmek, 'Sadece kemer sıkma' yaklaşımını gözden geçirmek, Avrupa’nın mali piyasalarını güçlü bir regülasyona tabi tutmak, Vergi kaçaklarıyla mücadele ve vergi kolaylıklarını asgariye indirmek de dahil olmak üzere kapsamlı bir Avrupa vergi stratejisi geliştirmek, Avrupa Para Fonu’nu kurmak, Makroekonomik izleme çerçevesini hayata geçirmek, Güçlü ve ciddi bir Avrupa Hazinesi'nin oluşmasını sağlayacak bir Avrupa bütçesini iktisat politikalarının bir aracı haline getirmek, Avrupa için 'Yeşil New Deal' lanse etmek, AB 2020 hedeflerini istikrarla, büyüme ve mali hedeflerle aynı seviyede değerlendirmek, Karbondioksit fiyatını daha gerçekçi kılmak ve bu sayede 2020’de seragazı emisyonları azaltma hedefini yüzde 30’a yükseltmek, Mali kuruluşlara karbon stres testi uygulamak, Yasalara iklim riskini bir sistem riski olarak dahil etmek, 'yeşil endeks' kurmak, gerekirse vergi destekleri getiren yeşil bankacılığı geliştirmek, Yeşil yatırımları destekleme amacıyla Avrupa Merkez Bankası'nın yeşil bono çıkarması, yeşil yatırımlar ve şirketlerin kağıtlarını kamusal emeklilik fonlarını almaya zorunlu kılarak özel emeklilik fonlarını teşvik etmek, Nükleer ve fosil yakıtlar dışında yenilenebilir enerjiye geçişi gerçekleştirmek, Hayati iktisat politikalarında ortak karar almak, Yeni bir Avrupa için Sözleşme."

Fransa’yı krizden kim kurtarır yarışı



Avrupa’yı kasıp kavuran kriz, Avrupalı liderleri sahneden birer birer indiriyor, hükümetleri deviriyor, ülkelerin borç krizlerine bir de siyasi krizler eklemleniyor. Kurtarma paketleri, tasarruf önlemleri Avrupa’nın kemikleşmeye başlayan meselelerine bir türlü deva olamazken, hataların faturaları doğal olarak liderlere kesiliyor. Avrupa’nın derinleşen borç krizi karşısında bir türlü yapısal çözüm getiremeyen, günü kurtaran çözümleriyle krize neşter vuracak kararları alamayan liderler koltukları birer birer bırakırken, sürekli erken seçim takvimleri konuşuluyor. İrlanda, Portekiz, İspanya, Slovakya, Yunanistan ve İtalya derken, gözler Mayıs 2012’de seçime gidecek olan Fransa’da. Fransa ile birlikte dünya ekonomisinin lider ülkelerinden Almanya ve ABD’de de seçim var.
Kemer sıkma önlemleri ile bir yandan bütçe açığını kontrol altına çalışan bir yandan da AAA olan kredi notunu korumaya çalışan Nicolas Sarkozy Hükümeti’nin durumu gelecek seçimler açısından pek parlak değil. Geçtiğimiz günlerde biraraya gelme fırsatı bulduğum çeşitli sivil toplum kuruluşlarına mensup Fransızlar, artık ülkenin yeni bir lidere ihtiyacı olduğunu düşünüyor. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin en güçlü adaylarından olan Sosyalistlerin adayı François Hollande seçim kampanyasını başlattı. Fransız sosyalistlerinin ve Fransa solunun, Fransa’yı ve dolayısıyla Avrupa’yı etkileyebilecek önemli bir değişim sürecini başlatabileceği inancı var. Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde Sosyalistlerin adayı François Hollande Sarkozy’ye 20 puan fark atıyor. Türkiye’nin AB üyeliğine destek veren bir isim olan Hollande, yine de AB’nin Türkiye’yi hazmetmesinin zor olacağını düşündüğü için bu konuya şimdilik mesafeli.Fransa’da yapılan son anketler, Sosyalist Parti’nin Cumhurbaşkanlığı seçimini rahat bir şekilde kazanacağını ortaya koyuyor. Sarkozy’ye verilen destek ise yüzde 30’lara kadar düşmüş durumda. Krizin en yakıcı döneminde yönetime gelmesi muhtemel Sosyalistler’in aslında şimdiki hükümete göre çok farklı ekonomi politikaları yok ancak anketlerde yüzde 48’lik bir kesim Hollande’ın ekonomi politikalarının Fransa’nın geleceği konusunda daha etkili olacağına inanıyor. Aslında temelde soru şu, Fransa’da borç krizini Sarkozy mi yoksa Hollande mı daha iyi idare eder? Geçen yıl oybirliği ile kabul edilen Sosyalist Parti Programı ekonomideki verilerin son durumuna göre yeniden güncelleniyor. Program yüzde 2,5’luk bir büyüme oranı hedefiyle hazırlanmıştı, ancak son verilere göre bu oran yüzde 1’ler seviyesinde kalacak. Program bu gibi verilere göre yeniden düzenleniyor. Hollande, önseçimlerdeki kampanyasında ağırlıklı olarak kullandığı, “kamu borçlarının azaltılması ve mali dengelerin yeniden oluşturulması” söylemini sürdürüyor.
Öte yandan, New York başta olmak üzere Madrid, Londra, Atina, Frankfurt gibi kentlerde devam eden Indignados Fransızcasıyla Indignés (Öfkeliler) eylemleri henüz Paris’te çok güçlü değil. Eylemciler, geçtiğimiz günlerde Paris’in Wall Street’i denebilecek La Défense’i işgal etti. Şimdilik sesleri pek gür çıkmasa da, seçimlere uzanan süreçte işgal eylemlerinin artması ve büyük toplumsal patlamaların yaşanması bekleniyor.


Şirket iflasları başladı

Geçtiğimiz günlerde Fransa Başbakanı Francois Fillon, ülkenin bütçe açığını kapatmak için 2016’ya kadar 100 milyar avro tasarruf edileceğini, iflasın artık Fransa için de soyut bir kelime olmadığını söylemişti. Bütçe kesintilerinin bir parçası olarak pek çok tasarruf önlemi alınırken, bankaların kredi musluklarını kesmesinin ardından Fransa’da şirket iflaslarının gelmeye başladığı belirtiliyor. Hatta, Fransa ile iş yapan Çinli şirketlerin de bu durumdan etkilenerek iflas ettiği söylenenler arasında. Fransa’nın iş dünyası örgütü MEDEF, şirket iflaslarının ciddiyetine dikkat çekerken, bu krizin 10 yıl daha süreceğini ve 2012-2013’ün çok daha zor geçeceğini öngörüyor. Türkiye’ye ise krizin 2013’te etki edeceği beklentisi var. Yine MEDEF’in tahminlerine göre, Almanya’nın ekonomisi durgunluk sinyalleri veriyor, bu durum Avrupa’yı 2012’de resesyona sürükleyecek. Öte yandan, Fransız iş dünyası Sarkozy’nin seçimi kaybedeceğine kesin gözüyle bakarken, “Fransa’daki büyük burjuvazinin artık Sarkozy’yi istemediği”, “Sarkozy ile Fransa’nın 21. yüzyıla devam edemeyeceği” ifade ediliyor. Sarkozy, özellikle iş dünyası nezdinde kredibilitesini tamamen kaybetmiş bir lider. Tüm bunlar Hollande’ın önünün açık olduğuna işaret.


Sol ittifakta ‘nükleer’ anlaşmazlığı

Ancak, Hollande ile ilgili sol ittifak içinde nükleerle ilgili bir pürüz var. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turunda ittifak yapması beklenen Sosyalist Parti ve Yeşiller’in nükleer santrallerle ilgili farklı tutumları ciddi bir kriz olarak değerlendiriliyor.Hollande’ın, seçilmesi halinde Flamanville nükleer santralinin yapımına devam edileceğini söylemesi Yeşiller’le Sosyalistler arasındaki ipleri gerdi. Hollande, enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesi gerektiğini düşündüğünü, ancak gerekli güvenlik tedbirlerine uyulması halinde EPR inşaatının sürebileceğini söyledi. Yeşiller, şimdi “Hollande yeni santrallere dur demeyecekse anlaşma olmaz” kozunu ortaya sürüyor.

Avro krizi Avrupa’yı federalleştirecek mi

Borç kriziyle birlikte Yunanistan’ın geldiği nokta sebebiyle Avrupa Birliği bir süredir tarihsel bir dönemecin eşiğinde duruyor. Geçen hafta Yunanistan Başbakanı Yorgo Papandreu, artık kronikleşmiş borç krizinden çıkmak için en son 26 ekimde Brüksel’de Avrupa Birliği ülkeleriyle mutabık kaldığı mali yardım paketini beklenmedik bir kararla referanduma götüreceğini açıkladı. Alınan bu karar bir hafta boyunca dünya borsalarında çalkantılara sebep olurken, hem Avrupalı liderlerden hem de partisi PASOK’tan gelen tepkiler üzerine Papandreu referandumdan vazgeçti. Cumartesi sabaha karşı sonuçlanan oylama ile Papandreu, muhalefet partilerinin de yer alacağı bir milli birlik hükümeti kurma ve şubat sonunda erken seçime gitme sözü karşılığında parlamentodan güvenoyu aldı.
Açıkça görünüyor ki, uygulanmakta olan istikrar veya kurtarma programlarıyla borç krizinin aşılması mümkün değil. Ancak, Türkiye’de de çokça seslendirildiği gibi “Yunanistan Avro’dan çıkmalı”, “Avro artık bitti” şeklindeki kolaycılıkla da sonuç alınmayacak.
Üstelik başkalarının felaketinden mutluluk duyan insanlar, halklar ya da siyasetçiler en iflah olmayanlardır, kendilerinden bir hayır geldiği de görülmemiştir. Şimdi Avrupa Birliği’nin gündeminde en geniş anlamda ekonomik politikalar açısından daha federal bir birlik haline gelmek var. Çalışmalar başlamış. Aslında bu konuda bundan sonra atılacak adımların çerçevesi Avro Bölgesi liderlerinin biraraya geldiği 26 Ekim zirvesinin sonuç bildirgesinde yer alıyor. Yunanistan’ın tıraşlanan 100 milyar avrosuna fazla takılıp kalındığından olsa gerek, bu kısım hemen hemen ne Avrupa ne de Türk medyasında gündeme geldi. Bundan sonra mali olarak federal bir Avrupa fikrinin, yani başta uyumlu maliye politikalarının nasıl olacağına ilişkin ipuçları 10 gün önceki zirvenin sonuç bildirgesinde ortaya kondu.


Maliye politikalarının entegrasyonu

Ekonomik ve Mali Koordinasyon ile Gözetim başlığı altında, “Krize karşı kullanılan araçları güçlendirmenin yanı sıra, koordinasyon, gözetim ve disiplini kuvvetlendirerek ekonomik ve mali politikaların entegrasyonunda ilerleme kaydedileceği ve tek para birimi sisteminin işleyişini destekleyen politikaların geliştirileceği ifade edilmiştir” deniyor. Avro Bölgesi’nde Yönetişim Yapısı başlığı altında ise, “Sorunlarla daha etkili bir şekilde mücadele edebilmek ve daha sıkı bir bütünleşme sağlayabilmek amacıyla Avro Bölgesi’nde ekonomi yönetişimi yapısının güçlendirileceği belirtilmiştir. Avro Bölgesi’nde ekonomik ve mali politika alanında stratejilerin belirlenmesi amacıyla yılda iki defa olmak üzere Avro Zirvesi düzenlenmesi kararlaştırılmıştır” ifadesi kullanılmış. En can alıcı kararlar ise Güçlendirilmiş Entegrasyon başlığı altında kaleme alınmış: “AB projesinin kalbinde Avro’nun yer aldığına atıfta bulunularak, ekonomik birliğin parasal birlikle uyum içerisinde güçlendirileceği belirtilmiştir. AB Konseyi Başkanı’na, AB Komisyonu’nun Başkanı ve Avro Grubu Başkanı ile birlikte ekonomik birliği mümkün olan sınırlı antlaşma değişikliği ile güçlendirecek olası adımları belirlemeleri için yetki verilmiştir. Temel amaç, Avro Bölgesi’nde ekonomik yakınsamanın arttırılması, mali disiplininin iyileştirilmesi ve ekonomik birliğin derinleştirilmesidir. Konuya ilişkin yol haritasını da içeren ara raporun Aralık 2011’de sunulması kararlaştırılmıştır. Alınan tedbirlerin nasıl uygulanacağına ilişkin nihai rapor ise Mart 2012’de sunulacaktır.”
Buradan net olarak anlaşılacağı gibi, Avrupa Komisyonu’nun ekonomi ve parasal işlerden sorumlu üyesi Olli Rehn, Komisyon Başkanı José Manuel Barroso tarafından Komisyon Başkan Yardımcılığı’na getiriliyor ve yetkileri genişletiliyor. Barroso, konuyla ilgili yaptığı açıklamada, “Bir Komisyon üyesini özellikle Avro’dan sorumlu makama getirmemiz, Avro Bölgesi’ndeki yönetimi ortak bir çerçeveye oturtmak istediğimizi gösteriyor. Bu, Komisyon’un AB’nin ve özellikle Avro Bölgesi’nin ekonomi yönetiminde koordinasyon, denetim ve uygulamanın sağlanması için en iyi yol” demişti. Rehn’e verilen yeni yetkilerin ayrıntıları henüz netleşmiş değil, ancak ülkelerin bütçe açığı ve borç tavanını aşmamaları konularında daha fazla söz sahibi olacağı ifade ediliyor. Çünkü, Avro Bölgesi’nde kamu borcunu yüzde 60, bütçe açığını yüzde üç ile sınırlayan İstikrar ve Büyüme Paktı pek çok üye tarafından delinmiş durumda. Avrupa’da gerçek bir ekonomik birlik için daha fazla uyum ve disiplin gerekiyor. Bu uyum ve disiplinin önce çekirdek bir ülke grubuyla başlayacağı ve diğerlerinin bu çekirdek grubun çekici gücüne tabi olacağı beklenmeli. Avrupa, sorunu geçici ya da konjonktürel olarak algılamaktan vazgeçiyor gibi görünüyor.

Avrupa’nın borç krizinin ilacı Çin’de

Geçen hafta Avrupa Bölgesi liderleri biraraya geldikleri zirvede tarihî kararlar aldılar. Yunanistan’ın borcunun 100 milyar avrosunun silinmesinin yanı sıra 440 milyar avroluk Avrupa Finansal İstikrar Fonu’nun miktarının bir trilyon avroya çıkarılması, ayrıca tahvil ihraç edecek ve elde ettiği geliri ikincil piyasalarda Avro Bölgesi’nin sorunlu ülkelerinin tahvillerini satın almada kullanacak bir SPIV (özel amaçlı yatırım aracı) oluşturulması bu kararlardan bazıları. Bu, işin finansal ve teknik boyutu. İşin bir de sosyolojik ve toplumsal boyutu var ki, son derece dikkat çekici. Tüm bu tartışmaların etrafında geçen hafta zirve öncesi Alman Meclisi’nde Başbakan Angela Merkel’in bir açıklaması, borç krizinin ekonomik olmaktan çıkıp başka bir boyuta geçmek üzere olduğunu çok iyi anlatıyordu. Aynı zamanda bir “birlik, barış ve refah projesi” olarak nitelendirilen Avrupa Birliği’nin geleceğiyle de ilgili olan şu sözleri önemliydi: “Plan kabul edilmezse, Avrupa’da barış ve refah garanti edilemez. Bu nedenle avro çökerse Avrupa da çöker. Tüm dünya, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana yaşanan en büyük krizde, Almanya’nın sorumluluk alıp alamayacak kadar güçlü olup olmadığını izliyor. Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra 50 yıl barış ve refah içinde yaşadık. Bundan sonraki 50 yıllık barış ve refah içinde yaşayacağımızı kimse garanti edemez. Avro biterse, Avrupa da biter deyişimin sebebi o.”
Avrupa’nın krizine yeni bir çözüm getirildiği havası yaratılan plan kabul edildi edilmesine, ancak pek çokları tarafından bunun da geçici olduğu ifade ediliyor. Çünkü, parasal birliğin temelinde üye ülkelerin maliye politikalarının ortak olmayışından tutun da büyüme sürecine yönelik adımlar atılması gerekliliğine kadar pek çok sorun mevcut. Almanya yanına aldığı Fransa ile üstlendiği sorumlulukla artık Yunanistan, İspanya, İtalya çevresinde süregelen krizi merkeze çekmiş durumda.  
Çin’in tutumu belirleyici

Finansal çıkmazın en büyük kurtarıcısı olarak Çin görülüyor. Avrupa Birliği’nin ticaret yaptığı ülkelerin başında gelen Çin, aynı zamanda en fazla ABD Hazine tahvillerine sahip ülke. ABD’nin ardından AB de şimdi Çin’e kurtarıcı gözüyle bakıyor. Çin’in bir numaralı ticari ortağı AB. Yıllık ticaret hacmi 350 milyar avro. Çin 3,2 trilyon dolarlık toplam rezervinin 800 milyar dolarlık kısmını avro cinsi varlıklarda tutuyor. Avro Bölgesi kurtarma fonu EFSF’nin (Avrupa Finansal İstikrar Fonu) Başkanı Klaus Regling, Çin’in EFSF’ye yatırım yapması için müthiş bir çaba içinde. EFSF’nin, Çin’in istemesi halinde yuan cinsinden tahvil ihraç edebileceğini belirten Regling, Çinli yetkililerin onay vermesi halinde zor olsa da bunu düşünebileceklerini söyledi. Avrupalı liderler, EFSF’nin, birincil piyasada Avro Bölgesi tahvillerini satın alacaklara garanti vererek ya da Çin ve Brezilya’nın da arasında bulunduğu bazı ülkelerden fon sağlamak için oluşturulacak özel amaçlı yatırım aracı SPIV yoluyla büyütülebileceğini düşünüyorlar.
AB ekonomilerindeki kötüye gidişi fırsat bilen Çin, durumdan vazife çıkarmakta gecikmedi. Avrupa’ya yardıma hazır olduklarını söylemekte birlikte mesafeyi korumalarının altında, yapacakları yardım karşılığında almak istedikleri ticari imtiyazlar yatıyor. Özellikle, pazar ekonomisi statüsünün tanınması konusunda ısrarlılar. Bu statünün tanınması halinde Çin, damping suçlamalarından da kısmen kurtulacak. Dünya Ticaret Örgütü’nde başı sürekli serbest ticaret kuralları ihlal ettiği için derde giren Çin’in, bu yardımları karşılığında hatırı sayılır bir jest bekleyeceği aşikâr. Belli kota ve tariflerle Avrupa pazarının kapılarını zorlayan Çin, daha önce Yunanistan ekseninde ilerleyen krizle ilgili, “En büyük ticaret ortağımız AB’deki krize kayıtsız kalamayız ama bizden, borçlu ülkelerin kurtarılması beklenmesin” açıklaması yapmıştı. Şimdi, işin boyutları değişti. Devreye Almanya ve Fransa daha güçlü şekilde girdi. ABD yönetimini gevşek para politikası uygulayarak doların değerini düşürmekle suçlayan Çin’in, kendi açısından güçlü bir Avrupa ve avro istemesi çok doğal. Çin, şimdilik, kurtarma fonunu genişletme planının detaylarının ortaya çıkmasını bekleyeceğinin açıklayarak, temkinli durduğunu gösterdi. Asıl merak konusu, Avrupa borç krizinde daha fazla rol alması beklenen Çin’in Avrupa’dan hangi imtiyazları koparacağı olacak.

Yüzde 1’in malı yüzde 99’un çenesini daha çok yoracak

Dünya artık bir sistem ve hak kavgasına doğru gidiyor. Bunun en çarpıcı örneği de Amerika’da yaşanıyor. Bir ayı aşkın bir süredir dünyanın en sembolik finans merkezinde “Biz yüzde 99’uz, bizi sömüren yüzde 1’e karşıyız” sloganı altında birleşen gruplar bir dizi protesto eylemi gerçekleştiriyor. ABD’de başkanlık seçimlerine bir yıl kala, eylemler Amerika’nın bütün şehirlerine dalga dalga yayılıyor. “Wall Street’i İşgal Et” adı altında toplanan bu sivil girişim, gelir dağılımındaki adaletsizliğe dolayısıyla zenginlere, finans kesiminin bonuslarla daha da şişkinleşen maaşlarına, topyekûn mali yapıya, borsaya, bankalara, serbest piyasa ekonomisine, adaletsizliği böylesine açığa çıkmış bir sisteme daha fazla boğun eğmemeye karar verdi. Dünyada olup biteni çok daha fazla takip eden, çok daha fazla bireyselleşmiş, haklarının ve özgürlüklerinin daha fazla farkında olan bu kitlelerin baş kaldırması aslında şaşırtıcı değil. Bizler Türkiye’de kendi içsel ve bölgesel dertlerimizden bir türlü başımızı alamamamızın da etkisiyle sadece Türk’ün Türk’e propangadasıvari söylemlerle “krizden etkilenmedik” plağını tekrar tekrar çalıyoruz.
Avrupa’da ve ABD’de başgösteren eylemlerde, en fazla seslendirilen “adil bir ekonomi” talebi. Mevcut yapıya, insanın değersizleştirilerek yerine doymak bilmeyen kazanç ve kar hırs konmasına daha fazla razı olmayan gruplar artık sokaklara döküldü. Katılımcılar arasında Başkan Barack Obama ve hükümetinin ekonomik politikalarını sorgulayanların, çevrecilerin, küresel ısınma karşıtlarının, sendikaların bulunması durumu iyice ilginçleştiriyor. Bu, artık Amerikan rüyasının da sonuna geldiğimize işaret ediyor. Temelde, yoksullaşan orta sınıfın bugünkü krize sebep olmadığında, dolayısıyla krizin bedelini de bu toplumsal kesimlerin ödememesi gerektiğinde birleşiyorlar. Son dere haklılar. Zira geçen hafta İsviçre bankası Credit Suisse tarafından bu haklılığı ortaya koyan son derece çarpıcı bir rapor yayımlandı. Küresel yetişkin nüfusun yüzde 8,7’si küresel servetin yüzde 82,1’ine sahip. Bankalardaki mevduatlar, menkul kıymetler, finansal varlıklar ve gayrimenkuller bu servetin hesaplamasına dahil ediliyor. Tabloda başka neler var? Ocak 2010 ve Haziran 2011 arasındaki dönemde toplam küresel refah yüzde 14 artışla 231 trilyon dolar olmuş. Bu 231 trilyon doların yüzde 38,5’i, serveti bir milyon doların üzerinde olan aşağı yukarı 30 milyon kişinin elinde bulunuyor. Bu sayı, dünyanın yetişkin nüfusunun sadece binde 6’sına denk geliyor. ABD’nin, 2016’da toplam hanehalkı refahı bakımından 81 trilyon dolarla ilk sırada yer almaya devam etmesi beklenirken, Çin’in aynı yılda toplam hanehalkı refahını ikiye katlayarak 39 trilyon dolara çıkarması ve Japonya’yı geçerek ikinci sıraya yerleşmesi öngörülüyor. ABD, 233 milyon yetişkinin sahip olduğu 58,1 trilyon dolarla küresel ligde birinci sırada oturuyor. Yetişkin başına ortalama servet 248 bin dolar. Küresel olarak bakıldığında, serveti bir milyon dolardan fazla olan kişilerin yüzde 34’ü ABD’de yaşıyor ve sayıları 10 milyonun üzerinde. Rapor, çarpıcı gerçekleri bir bir sıralarken, zenginin malı yoksulun ve orta sınıfın çenesini daha çok yoracak gibi görünüyor...


Troyka Atina’ya yerleşmeye kararlı

Gelelim komşu Yunanistan’a. Avrupa’nın, ekonomisini kurtarmak için milyarca avro para döktüğü ancak istediği gelişmeyi de bir türlü göremediği Yunanistan için bir süre önce dillendirilen bir nevi Düyun-u Umumiye modeli gerçek olabilir. 19’uncu yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı, dış borçlarını ödeyemeyince alacaklılarıyla anlaşma yoluna gitmiş, devletin vergi toplama ve alacaklılara ödeme görevi, İngiliz, Hollandalı, Alman, Fransız, İtalyan üyelerden oluşan Düyun-u Umumiye’ye verilmişti. AB, IMF ve Avrupa Merkez Bankası yetkililerinden oluşan Troyka Heyeti’nin son incelemeler sonrası yazdığı rapor tahmin edileceği üzere hiç iç açıcı değil. Rapor, Yunanistan’ın borcunun uzun vadede sürdürülebilir olması için bu ülkenin tahvillerini elinde bulunduran özel kesimin bu tahvillerde yüzde 60 kadar kaybı göze alması gerebileceğine işaret ediyor. AB’nin 21 temmuzda düzenlediği zirvede, Yunan tahvillerini elinde bulunduran bankalar ve finansal kuruluşlar, Yunanistan’ın borcunu yüzde 21 oranında silmeyi kabul etmişti. Bugünlerde Avrupa’da yapılacak zirvelerde alınacak son derece kritik kararlar merak konusu. Bu arada, To Vima gazetesinde yer alan bir habere göre, üç ayda bir Atina’ya incelemeler için gelen Troyka heyetinin sürekli denetleme yapabilmek için bir bina istedikleri belirtiliyor. Troyka, işi sıkıya almakta epey kararlı olmalı ki, sadece bina değil aynı zamanda gayrıresmî bir Troyka Bakanlığı’nın da kurulmasını istemiş. Avrupa’da da süreç “parayı verenin düdüğü çaldığı” bir döneme doğru hızla ilerleyecek gibi...

Daha çok ağaç kesip daha çok beton dökelim

Kimilerinin hayal gücünün sınırları şaşırtıcı derece insanı zorlayıcıdır, sarsıcı ve hatta ürkütücüdür. Nasıl düşünebilmiştir, nasıl hayal edebilmiştir sorularını defalarca kendimize sormamıza neden olur. 1890’da doğan Avusturyalı mimar, yönetmen, senaryo yazarı ve film yapımcısı Fritz Lang’ın 1927’de çektiği, sinema tarihinin en önemli yapıtlarından biri olan Metropolis, tam da bu tanıma uyacak cinstendir. Sinema tekniği açısından çığır açan Metropolis’te Lang, gelecekteki bir şehirde insanların yaşamlarından kesitler sunar, makineleşmeden, insanın robotlaştırılmasından, muktedirlerle yönetilenler arasındaki ilişkiden, insanın değersizleşip metaların değer kazanmasından bahseder. Lang’ın o gün için hayali hatta ütopik sayılabilecek şehirleri bugün artık gerçekten var. Lang’ın hayal dünyasında yarattığı şehirlerin en kötü örneklerine, Türkiye’nin birbirinin karbon kopyası olmuş kentlerinde sıklıkla tanık oluyoruz. Öyle ki Balıkesir’i Bitlis’ten, Tekirdağ’ı Manisa’dan ayırt etmek artık mümkün değil.
Türkiye’deki inşaat fetişizmi, konut ve mülkiyetin hem metalaştırılıp hem de simgeleştirilmesi üzerine son dönemde kaleme alınmış en çarpıcı yazılara bu ayki Birikim dergisinde rastlamak mümkün. “İnşaat ya resulullah” başlığıyla çıkan dergide, Sinan T. Gülhan, Türkiye’deki konut üreticiliğini ve AKP iktidarı döneminde TOKİ’nin geçirdiği serüvenle bugün geldiği noktayı çok iyi anlatıyor. TOKİ’nin statüsünün 2004-2008 arasında yapılan değişiklikle Kamu İhale Kanunu dışına çıkarılması, belediyelerin yetkisinden bağımsız imar yapması, neredeyse olağanüstü yetkilerle özerk bir statüye kavuşturulması dile getiriliyor. Gülhan’ın yazısındaki şu cümle bence vahameti en iyi özetleyen cümle: “Bu olağanüstü yetkiler, TOKİ için temelde şunu ifade ediyor. İstediği kentsel araziye el koyabilir, bunu istediği ve uygun gördüğü koşullarda, kapitalizmin en temel arz-talep ilkelerinden bağımsız şekilde istediği sermayedara vakfedebilir.”
Daha fazla üretme ve dolayısıyla daha fazla tüketme, sadece kalkınma ve konut üretme odaklı politikalar, siyasetçilerin bünyesine öylesine sirayet etmiş ki, Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, Antalya’da yaşanan sel felaketinin ardından soluğu orada alıyor. Bayraktar, bakanlığının adında geçen çevreye değil de şehirciliğe öncelik vererek, –TOKİ başkanlığı döneminden gelen alışkanlıkla olsa gerek–, “Sele kapılan evleri yeniden yapacağız” diyor. Yağışlarla dolan derelerin taşması dolayısıyla etrafındaki yerleşim alanlarının sular altına kalmasının esas nedenlerinden bahsetmiyor. Dere ıslahı adı altında yapılan betonlama, set çekme, üzerine yol ve ev yapma faaliyetlerini anmıyor. Yolların, binaların derelerin önünde set işlevi görerek ıslah kanallarının dereleri taşırdığını söylemiyor. Derenin ıslahı için ihale yapılacağını, denize kadar ıslah edileceğini anlatıyor.


Çevrenin sadece adı var

Dün, Kızılcahamam’da AKP’nin İstişare ve Değerlendirme toplantısında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, partililere ve milletvekillerine tanıtıldı. Tanıtım kitapçığında Bakanlık şöyle tanıtılıyor: “Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, kamu yatırımlarına yönelik planlama iş ve işlemlerini hızlandırarak bu yatırımları zaman kayıpları yaşanmadan hızla ekonomiye kazandırmak amacıyla hazırlık ve onay işlemlerini yürüten merkezi bir kurum olarak yapılandırılmış bulunmaktadır. Bu yönüyle planlama bürokrasisinde yeni ve etkin bir yaklaşım sergileyecek olan Bakanlık, ‘sürdürülebilir çevre ve yaşam kalitesi yüksek yerleşmeler’ hedefine ulaşmak için çalışmalarına başlamıştır.”
Yani “çevre”nin sadece adı var.

Başlı başına bir diğer “çevre felaketi” geçen hafta Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu’nun açıklamalarından geldi. Bakanlığının adından orman geçen Bakan, şöyle diyordu: “Türkiye’nin kaynaklarını işadamlarımızın istifadesine sunmak istiyoruz. Orman alanlarını turizme açabiliriz. Türkiye’nin buna ihtiyacı var. Arap Baharı nedeniyle Türkiye’ye çok büyük talep var. Bu konuda Milli Parklar’dan projeye uygun olmak kaydıyla nerede olursa olsun ormanlık alanları turizm için tahsise hazırız.”
Eroğlu, sivil toplum kuruluşlarının halkı HES’lerle ilgili de yanlış yönlendirdiğinden yola çıkarak, Türkiye’de boşa akan dereler bulunduğunu ve bu derelere baraj ve HES yapılması, kurulması için su kullanma anlaşması yoluyla özel sektörü devreye sokan bir sistem kurduklarını ve bunun da çok iyi işlediğini anlatıyordu...

Lang, hayal dünyasında gelecekte olması muhtemel en kötü döngüyü yaratmıştı, biz ise bugünün dünyasında kendi cehennemimizi yaratıyoruz.

Avroya cansuyu: Non-Eurozone ülkeleri

İki yılı aşkın süredir devam eden Avro Bölgesi'ndeki borç sorunu giderek daha tehlikeli bir evreye giriyor. Müflis Yunanistan'ın etkisiyle borç krizi Avro Bölgesi ve dolayısıyla Avrupa Birliği'nin meşruiyetini sorgular bir noktaya kadar uzandı. Hatta durum Avrupalı hükümetleri sallıyor. Avrupa'da büyümenin lokomotifi olarak görülen ülkeler borç kriziyle mücadele ederken, bir yandan da siyasi cephede kan kaybediyor. Almanya eyalet seçimlerinde hezimete uğrayan Başbakan Angela Merkel, kendi seçim bölgesinde yapılan oylamayı dahi kaybetti. Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, 2012 baharında yapılacak başkanlık seçimleri öncesi prova niteliği taşıyan Senato seçimlerinde büyük darbe aldı, Senato'da çoğunluk muhalefete geçti. Sarkozy'nin zaten tavan yapmış kötü reytingi borç meselesiyle iyice artmış durumda. İtalya'da Başbakan Silvio Berlusconi'nin lideri olduğu merkez sağ hükümeti, 2010 yılı devlet harcamalarına ilişkin bilançonun bir maddesinde çoğunluk sağlayamadı, bugün güvenoylaması var, muhalefet "hükümet istifa" temposu tutuyor. Slovakya'da Avrupa Mali İstikrar Fonu'nun genişletilmesi oylaması hükümete güvenoylamasına dönüşünce, muhalefet erken seçim tarihi koparma karşılığında parlamentoda EFSF'nin genişletilmesine onay vereceğini açıkladı. Örnekler çoğaltılabilir...
Tartışmanın "Yunanistan avroda kalsın mı kalmasın mı" noktasına gelmesi Avrupalı liderleri en fazla yoran konuların başında geliyor. Başta Avrupa ekonomisinin lokomotifi durumundaki ülkelerden "Yunanistan avrodan çıksın" sesleri yükselirken, şimdi Avrupa'nın orta ve küçük boy ülkelerinde de bu görüşe sahip olanlar var. İngiltere'nin eski Dışişleri Bakanı David Owen ve Londralı çeşitli kurumların yöneticilerinin oluşturduğu think tank kuruluşu OMFIF (The Official Monetary and Financial Institutions Forum) Başkanı David Marsh'ın Financial Times'ta birlikte kaleme aldıkları makale bu anlamda pek ilginç. Malum, AB'ye üye 27 üyenin 17'si Avro Bölgesi'nde. Owen ve Marsh, geri kalan İngiltere, Polonya, İsveç gibi 10 ülkenin bir Non Eurogroup (NEG) kurmasını ve bunun o ülkeleri daha avantajlı kılacağını hem de son tahlilde AB'de bir nevi denge unsuru olacağını söylüyor. Ekonomisi iyi yönetilen bu ülkeler, avroda olanlardan daha istikrarlı diyen ikili, şu örnekleri veriyor: İngiltere, İsveç ve Danimarka'nın uzun vadeli faizleri pek çok Avro Bölgesi ülkesinden daha aşağıda. Çek Cumhuriyeti'nin uzun vadeli faizleri Avrupa Merkez Bankası'nın faizinden bile düşük. İsveç'in 10 yıllık Hazine bonosu Almanya'nınkinden daha değerli. Polonya'nın büyüme rakamları son birkaç yılda AB'nin en iyisi.
Owen ve Marsh, eğer NEG kurulursa, bu iki grup arasında ülkeler açısından geçişkenlik yaratılır, Yunanistan gibi borç krizi yaşayan ülkeler avrodan çıksın mı çıkmasın da tartışması da böylelikle biter, diyor özetle. Böyle bir NEG kurulmasının devamlı avro dışında kalınacağı anlamına da gelmediği belirtiliyor. Ancak, özellikle dikkat çektikleri bir gerçek var ki, içinde bulunulan durum sanıldığından çok daha uzun sürecek ve dolayısıyla böyle bir gruba kesinlikle ihtiyaç var. Avro dışındaki 10 ülkenin hükümetleri ve merkez bankaları sağlam bir çerçevede biraraya toplanır, swap olanakları ve diğer kredi araçlarınca desteklenen bir mekanizma yaratılırsa, NEG bütün Avrupa için istikrar yaratıcı bir mekanizma haline gelebilir. Şimdiki bölünmüşlüğüne karşı bir birliktelik kaynağı olabilir. Avrupa'nın içinde bulunduğu durum göz önüne alındığında bu AB'yi destekler bir hale gelir.
Ancak, bunun için Lizbon Antlaşması'nın 14'üncü ve 15'inci maddelerinde ifade değişikliğine gidilmesi gerekiyor. Çünkü, Lizbon Antlaşması gereği bir ülkenin Avro Bölgesi'nden ne çıkması ne de atılması mümkün değil. Ayrıca, avroya dahil olmayan ülkelerin bir gün eninde sonunda avroya dahil olacaklarına dair ifadeler içeriyor. Owen ve Marsh, yapılacak değişikliklerle NEG ile yeni bir statü getirileceğini söylüyor. Avro Bölgesi dışında kalanlara da en az orada olanlar kadar eşitlikçi bir statü olması kaydıyla. Yine aynı şekilde bu ülkelerin ayrı bir grup kurmaları, diğerleriyle yapacağı her türlü işbirliğine de engel olmayacak. Bunların dışında, önerilerden biri de, Avrupa Konseyi Başkanı Herman Van Rompuy ve kendisinden sonra gelecek başkanın aynı Avro Bölgesi liderleri toplantısı gibi yılda en az iki kez NEG toplantısı yapması gerektiği yönünde. Hatta Owen ve Marsh'a göre, Rompuy'un yerine gelecek başkan bir NEG ülkesinden bile olabilir. Kimbilir! Her hal ve karda avro krizinin boyutunun provokatif fikirleri tetiklediği açık.

AB'nin çevreyle ilgili 'gör' dediği endişeler

Türkiye'nin Avrupa Birliği İlerleme Raporu, son şeklini birkaç gün içinde alarak 12 ekimde resmen açıklanacak. Türkiye'nin hem siyasi hem de ekonomik reform alanlarının yıllık karnesi olma özelliği taşıyan AB İlerleme Raporu'nun taslağı geçen hafta basına sızdı. Türkiye ile AB ilişkilerinde bir yıllık değerlendirmeyi içeren İlerleme Raporları'nın hem işlevi hem de Türkiye üzerindeki etkisi artık tartışılır bir konumda. Zira, geçmiş yıllarda AB Komisyonu tarafından sızdırılan taslak raporlar, çok daha fazla yankı bulur, günlerce konuşulurdu. Raporla ilgili bu ayrıntıya dikkat çektikten sonra Türkiye'nin son dönemde en büyük farkındalıklarından birinin yaşandığı en hassas gündem maddelerinden biri olan çevre konusuna geçiyorum. Raporda, her alandaki değerlendirmelerde en sık kullanılan kelimelerden biri "endişe" olmakla birlikte konuları fazla genişletmeden sadece Çevre başlığı altındaki tespitlere değineceğim.
İlerleme Raporu'nun Çevre başlığı altında özetle, "Türkiye doğa konusunda hiçbir ilerleme kaydetmedi" deniyor. İlk dikkat çekilen konu, Nisan 2011'de değişikliğe gidilen ÇED (çevre etki değerlendirme) Yönetmeliği. Hatırlanacağı üzere, ÇED Yönetmeliği'nde yapılan değişikliklerle doğa ve insan üzerinde önemli etkisi olacak projelerin önü açılmıştı. Yapılan değişikliğe göre, 2015'e kadar yatırımına başlanacak projelerde, ÇED aranmayacak. Sosyal ve çevresel etkileri nedeniyle kamuoyunda tartışılan konular arasında yer alan nükleer ve termik santraller, üçüncü Boğaz Köprüsü ve otoyollar gibi dev yatırımlar, 2015'e kadar ÇED aranmaksızın tamamlanabilecek. Tüm bu ÇED'den istisna bırakılan yatırımlardan, tahmin edeceğiniz üzere "endişe" duyuluyor. Bunlar ne AB müktesebatıyla uyumlu ne de bu halleriyle uygulanabilir durumda. Rapora göre, çevresel kararlarda bırakın halkla istişare etmeyi, komşu ülkelerle sınırötesi ÇED konusunda da Türkiye sınıfta kalmış. Diğer ülkeleri de ilgilendiren ÇED konusunda hiçbir ikili anlaşma henüz ortada yok.
Ulusal ve uluslararası alanda Ruslarla birlikte Akkuyu'ya yapılacak olan nükleer santral "endişe" yaratıyor.


HES'ler endişe kaynağı
Rapora düşülen en önemli notlardan biri şüphesiz HES'lerle ilgili. Türkiye'nin kanayan yarası haline dönüşen HES'lerle ilgili ne ciddi ÇED çalışması var ne de bu yapılanlar AB direktiflerine uygun. AB üyesi ülkelerin hükümetlerinin Avrupa sınırları içinde tehlikede bulunan doğal yaşam alanlarının ve canlı türlerinin koruma altına alınması amacıyla hazırlanmış doğal çevre koruma ağı Natura 2000 listesinin hala Türkiye tarafından hazırlanmadığı dikkat çekilen diğer bir nokta. Ulusal biyoçeşitlilik eylem planı ve çerçeve yasası beklemede. HES'lerin ve enerji altyapı çalışmalarının, koruma altındaki flora ve faunada yaratacağı zarar "endişe" yaratıyor. Yeni yönetmeliklerle sulak alanların korumasının güçlendirileceğine zayıfladığı, Uluslararası Öneme Sahip Sulak Alanlar Hakkında Sözleşme'ye uyumun olmadığı, Türkiye'deki yasaların gerekliliklerin çok gerisinde kaldığı belirtiliyor. Önemli tespitlerden biri de, farklı yetkili kurumlar arasında doğa koruma konusunda kimin hangi konudan sorumlu olduğuna ilişkin netliğin olmayışı.
Bu arada, Çevre ve Orman Bakanlığı'nın ikiye bölünerek, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile Orman ve Su İşleri Bakanlığı'nın ortaya çıkmasına değinilerek, idari alanda çok sınırlı bir ilerleme kaydedildiği notu düşülmüş. Özel Çevre Koruma ve Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlükleri'nin kapatılarak, bunların hepsi bir müdürlük altında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın altında toplandı. Böylelikle, çevre yönetim daha merkezi bir hale geldi. Öte yandan, Ulusal Çevre Ajansı kurulmasıyla ilgili hiçbir ilerleme kaydedilmedi. Çevre koruma gereklilikleri genel çerçeve politikalara uymuyor, altyapı projelerinin uygulanmasında yeterince dikkate alınmıyor. İklim değişikliği konusunda farklı bakanlıklar arasında daha fazla birlikte çalışma ve koordinasyona ihtiyaç var. Sonuç bölümünde, Türkiye'nin doğa koruma alanında hiçbir ilerleme kaydetmediği, çevre alanındaki yatırımların arttırılması ve iklim değişikliğiyle ilgili gereksinimlerin yerine getirilmesi gerekliliği önemle vurgulanıyor.


Ekvator ve Türkiye
Geçen hafta katıldığım bir toplantıda Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Latin Amerika ülkesi Ekvator'un yağmur ormanlarındaki dev petrol rezervini "doğal dengeyi bozmama ve küresel ısınmayı arttırmama" adına çıkarmamak karşılığında ülkesine 3.6 milyar dolar ödenmesine yönelik BM ile ön anlaşma yaptığından bahsetti. Ekvator, bu parayı yenilebilir enerjiye yatıracak. BM Genel Kurulu'nda bu konu gündeme geldiğinde bu çok önemli çevre projesine Türkiye olarak biz de maddi destek vermişiz. Davutoğlu, bu konuyu çok güzel özetledi: "Doğanın derinlerindeki enerjiyi çıkarmak için doğayı yıpratıyorlar. Varoluşsal alan yol edilmemeli, bu acımasız rekabet doğayı, varoluş alanının tümüyle bitirir. Bunun bir sınırı olmalı."
Hazır, AB, çevre, doğa politikaları ve enerji yatırımlarıyla ilgili Türkiye'deki hemen her gelişmeden "endişe" duyuyor, içerde olan bitene bakıp, bunları biraz da Türkiye uygulasa nasıl olur?

Doğa siyasetçilerin malı değildir

Geçen hafta dünyanın çeşitli yerlerinden çevre hareketleri üç önemli kazanım elde etti. Brezilya’da dünya genelinde çeşitli protestolara neden olan Belo Monte Barajı’nın bölgedeki yerli halkın Amazon’un kolu olan Xingu Nehri’ndeki balıkçılık faaliyetlerine zarar vereceği gerekçesiyle mahkeme, projeyi durdurma kararı verdi. Brezilya hükümeti, 11 milyar dolarlık proje hakkındaki kararı temyize götürecek. Belo Monte Barajı’nın, dünyadaki üçüncü büyük hidroelektrik santrali olması planlanıyordu. Dünyanın dört bir yanından çevreciler ve yerli halk, barajın bölgedeki doğal hayatı yok edeceği ve su altında kalacak bölgede yaşayan 40 bin kişiyi evlerinden edeceğini savunuyor. Süreç zorlu ancak mücadele devam ediyor. Benzer bir olay yine bir Latin Amerika ülkesi olan Bolivya’da yaşandı. Bolivya’da hükümetin Amazon ormanlarından geçmesi planlanan otoyol projesine karşı bir aydan uzun süredir devam eden gösteriler üzerine Devlet Başkanı Evo Morales, projeyi askıya almak zorunda kaldı. Bolivya’nın büyük kentlerindeki onbinlerce kişi Morales’e karşı gösterilere katıldı. Anayasasına tabiat ana hakları koyan, çevre haklarını evrensel bir beyanname haline getiren, ormanların, doğanın ve yerli halkların satılık olmadığı vurgusu yapan Morales, şimdi ciddi bir ikilem içinde. Polisin protestoculara sert müdahalesi üzerine operasyona karşı çıkan Bolivya Savunma Bakanı Cecilia Chacon istifa etti. Muhalefetin polisin müdahalesine yönelik sert eleştirileri İçişleri Bakanı Sacha Llorenti’nin de istifasına yol açmıştı. Bir diğer çevre hareketi ise Mynmar’dan. Devlet Başkanı Thein Sein, tartışmalara yol açan Myitsona Barajı’nın yapımının askıya aldı. Sein, açıklamasında, Çin’in destek verdiği ve 3,6 milyar dolar maliyeti olan Myitsona Barajı inşaatının, halkın ve milletvekillerinin istekleriyle ters düştüğünü söyledi. Myitsona Barajı’nın Singapur kadar bir alanı sular altına bırakacağı iddiası var. Myanmarlı muhalif lider Aung San Suu Kyi de, ülkenin en büyük nehri Irrawaddy üzerindeki projenin yeniden gözden geçirilmesi için uğraşan azınlık grupları ve çevrecilere destek veriyor. Çevreciler ve azınlık grupları, barajın köylüleri yerinden edeceğini ve önemli gıda kaynağı çevreyi altüst edeceğini ileri sürüyor.

Dünyadan çevre hareketi manzaraları böyleyken, biz de hemen her yerden gelen HES mücadelesi verenlere uygulanan şiddet manzaraları ve yıldırma operasyonları var.
Ülkenin verimli topraklarına, akarsularına, derelerine, ormanlarına, SİT alanlarına saldırılar var. Dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi HES’lere karşı mücadelenin insanların yaşadıkları yerler konusunda söz söyleme haklarıyla ilgili olduğunu her zaman hatırlamak gerekiyor. HES başta olmak üzere çeşitli alanlarda çevre hareketi yürüten grupların yasal, hukuksal ve demokratik mücadelelerle aldıkları yargı kararları, bilimsel raporlar ve yaşananlar görmezden geliniyor, bunun zaten doğrudan doğruya bir demokrasi mücadelesi olduğu idrak edilemiyor.
Bu gerçeği görmezlikten gelmekten ne zaman vazgeçeceksiniz? Tüm niyetleri yaşadıkları yeri korumak olan o yörelerin insanlarını, jandarmayla, polisle, şirket çalışanlarıyla karşı karşıya getirmenin kötü bir şey olduğunu ne zaman göreceksiniz? Hopa başta olmak üzere, Gerze, Solaklı ve Tortum ve daha pek çok bölgede yaşananlar bu sürecin beraberinde getirdiği gerilimin en açık göstergelerinden biri.
Türkiye’de türüne hiç rastlamadığımız bir istifa haberi de vardı geçen hafta. AKP’den iki dönemdir belediye başkanı seçilen Tortum İlçesi’ne bağlı Bağbaşı Belediyesi Başkanı Karabey Eroğlu, HES’lere tepki için partisinden istifa etti. HES mücadelesi bir yerel yöneticiyi, bir belediye başkanını istifaya kadar götüren bir mücadele haline geldi. Bu anlayana, kendine ders çıkarana büyük bir mesajdır. Yaşanan en yakın gerçekten örnek verirsek, Rize’de yaşanan sel felaketlerinin Rize’deki HES’lerle ilgisini göremediğimiz sürece, Türkiye, giderek daha fazla bir doğal felaketler cehennemine doğru evrilecek. Çünkü, doğayı sadece afet olduğunda ve katledilmek istendiğinde konuşuyoruz, korumaktan, kollamaktan hiç bahsetmiyoruz...

Bir gün bir yerde başınıza bir doğa felaketi gelirse, doğayı suçlamayın. Aklınıza doğanın bir sebep sonuç ilişkisiyle varolduğu gelsin, doğayı kalkınma odaklı, para kazanmanın bir aracı olarak kullananlar gelsin, HES’ler gelsin, siyanürle altın arayanlar gelsin, kömürlü termik santraller kuranlar gelsin, nükleer santraller kurmak isteyenler gelsin, yanlış hesaplanarak yapılmış otoyollar gelsin.

Suni bir kriz: Kıbrıs’ın offshore petrolü

Türkiye’nin epeyi bir zamandır komşusu olan ülkelerle yaşadıkları, dış politikada “komşularla sıfır sorun” stratejisinin çöktüğüne mi işaret ediyor? Gazeteciler, yorumcular, akademisyenler bu soruyu devamlı soruyor artık. Ahmet Davutoğlu’nun kuramcısı olduğu bu politika, muhakkak azami iyi niyetle başlatılmıştı. Yalnız, son dönemlere hızla bir göz attığımızda komşularla sıfır sorundan, sorunlar sarmalına doğru evrildiğimizi görüyoruz. Gündemin en sıcak meselesi olan ve geçen hafta ekseni Ankara-Lefkoşa’dan New York’a uzanan Kıbrıs üzerinde duralım. Askerî olarak bölünmüş adanın bir tarafında yani güneyinde AB üyesi ve tüm dünya nezdinde Kıbrıs’ın tamamını temsil eden Kıbrıs Cumhuriyeti, diğer tarafta Türkiye’den başka kimsenin tanımadığı KKTC var. Türkiye, ilan ettiği münhasır ekonomik bölgede ABD’li ve İsrailli şirketlerle petrol arayacağını açıklamasının ardından Güney Kıbrıs’a tepki gösterdi.
ABD Jeoloji Araştırma Kurumu Nisan 2010’da Lübnan-İsrail-Kıbrıs ve Suriye arasındaki denizaltı bölgesinde 3,5 trilyon metreküp doğalgaz ve 1,7 milyar varil petrol olabileceğini açıkladı. Bölge dünyanın beşinci en zengin bölgesi olarak anılıyor. Diğer sahildar ülkeler gibi Kıbrıs da adanın güney sularında 2009’dan bu yana sismik araştırma yapıyor. Diğer bir deyişle bu mesele hep gündemdeydi. İş fiiliyata dökülünce, Türkiye hemen donanmasını, hava kuvvetlerini o bölgeye göndermekten, yapılan bu arama faaliyetlerinin cevapsız kalmayacağından bahsetmeye başladı. Türkiye, kendisi, KKTC ve Kıbrıs Cumhuriyeti arasında münhasır alanlar belirlenmediği için arama faaliyetlerine itiraz etti. İtirazı ve talepleri pek gerçekçi olmasa da, İsrail’e ve Güney Kıbrıs’a sopa gösterme hevesi ağır bastı. Türkiye’nin sesli itirazların ardından devreye Yunanistan girdi. KKTC, şu anda birleşme müzakereleri konusunda somut ve ciddi sonuçlar elde etmiyor olsa da, Kıbrıs Cumhuriyeti ile müzakere halinde ve bu konunun müzakereleri olumsuz etkilemesinden rahatsız. Bu gelişmelerle birlikte 2012’nin temmuzunda AB Dönem Başkanlığı’nı devralacak olan Güney Kıbrıs ile olan durumumuz, zaten tavsamış bulunan Türkiye-AB ilişkilerinin geleceği açısından da umut vaat etmiyor.
Güney Kıbrıs’ın ilan ettiği münhasır ekonomik bölgede petrol ve doğalgaz arama çalışmasına misilleme olarak Türkiye, geçen hafta New York’ta gösterişli bir kıta sahanlığı anlaşması imzaladı. Başbakan Erdoğan ile KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu arasında imzalanan anlaşmayla beraber, Türkiye kendi kıyısıyla Kuzey Kıbrıs kıyısı arasında Akdeniz’de petrol ve doğalgaz arayabilme yetkisine sahip oldu. Ardından bu doğrultuda hakkında bin bir şaibe dolaşan Koca Piri Reis gemisini yola çıkardı. Bu gelişmelerle durum son derece karmaşık bir hâl aldı. Elimizde, bir yanda müzakereler sürerken içerde siyaseten sıkışan Dmitris Hristofyas’ın çıkardığı petrol arama krizi, bir yanda bu durumdan vazife çıkarıp kendi karasularını genişletme heveslisi bir Türkiye var. Atılan bu adımların çözüm ve barışa yönelik olmadığı açık. Türkiye’nin petrol arama için gönderdiği Koca Piri Reis’in arama yapacağı bölge ise, Karpaz ile İskenderun Körfezi arasında ve hâlihazırda Güney Kıbrıs’ın sondaj gerçekleştirdiği münhasır ekonomik bölge ile hiçbir ilgisi yok. İşi Akdeniz’e donanma göndermeye kadar vardıran Başbakan Erdoğan’ın, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, Kıbrıs meselesinden bahsederken bir kez bile KKTC demeyip, “Kıbrıs Türk tarafı” gibi nötr bir ifade kullanmasını da ayrıca ilginç bir not olarak düşmek isterim.
Son dönemde, konuyla ilgili en aklıselim açıklamalardan biri Alman Federal Meclis Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı Ruprecht Polenz’den geldi. Polenz Hıristiyan Demokrat olmasına rağmen Türkiye’nin AB’ye üye olmasını savunan ender Alman sağ politikacılardan biri. Sorunun uluslararası bir mahkeme tarafından çözülmesi gerektiğine vurgu yapan Polenz, 21. yüzyılda sorunların askerî yöntemler yerine uluslararası mahkemede çözülmesi gerektiğini belirterek, “Kanımca bu tür anlaşmazlıkların mahkemelerde çözülmesi konusunda ısrarcı olmak gerekiyor. 21. yüzyılda bu tür sorunlar, savaş gemisi fazla olan tarafın üstünlüğüyle çözülemez. Bu, 21. yüzyılda izlenebilecek bir siyaset değil. Bu nedenle de taraflara şu çağrı yapılabilir: Eğer önemli bir sorununuz varsa ki, doğal kaynakların kime ait olduğu meselesi önemli bir sorundur ve bu konuda farklı görüşler mevcutsa, sorun, konunun mahkemeye götürülerek uzlaşma sağlanmasıyla çözülebilir” diyor.
Donanma yollama girişiminin haftaya Meclis açılınca Türkiye’nin çok daha hayati olan Kürt sorunu ile yeni anayasa çalışmalarının gölgesinde kalacağını ve sert retorikten öteye gitmeyeceğini temenni edelim.

İsrail’den sonra Kıbrıs’a ayar

Türkiye’nin İsrail ile arasındaki gerginlik yükselmişken, Kıbrıs’ın doğalgaz arama niyeti Akdeniz’de Türkiye’yi hem Kıbrıs hem İsrail ile karşı karşıya getiriyor. ABD’li enerji şirketi Noble, İsrailli Delek şirketiyle birlikte 1 ekimde Kıbrıs’ta münhasır ekonomik bölge olarak adlandırılan 12. parselde doğalgaz araması yapmaya başlayacak. Türkiye ile İsrail ve Kıbrıs arasında yaşanan gerginlik sonrası, Noble firması, geçen hafta yaptığı açıklamada, yollarına devam ettiklerini, doğalgaz arama işinden vazgeçmediklerini belirtti. Uzun yıllardır petrol arama istediği içinde olan Kıbrıs’ın tek yanlı olarak Akdeniz’de petrol ve doğalgaz arama çıkarma çalışmaları, Türkiye’nin sert açıklamalarına sebep oldu. Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış, Güney Kıbrıs’ın münhasır ekonomik bölgede doğalgaz arama çalışmaları konusunda “Donanmamız bunun için var” sözleri, Rum siyasilerden tepki aldı. Bu açıklamaların ardından AB Komisyonu, devreye girerek, Türkiye’ye “tehditten kaçının” mesajı verdi. Gerginliğin boyutu Kıbrıs Cumhuriyeti Lideri Dimitris Hristofyas’ı kesmemiş olacak ki, iki gün önce, doğalgaz arama çalışmalarına tepkilerle ilgili olarak, “Rum Milli Muhafız Ordusu’nun teyakkuz halinde ve hazırlıklı olması gerektiğini” söyledi. Bu açıklamanın ardından, Yunanistan Başbakan Yardımcısı Teodoros Pangalos da, “ Kıbrıs’a yapılacak herhangi bir saldırının Yunanistan’a yapılmış sayılacağını, Yunanistan’ın Kıbrıs’ı desteklediğini” ifade etti. Kıbrıs, doğalgaz ve petrol arama girişimiyle bölgede yeni bir sürtüşme konusu yaratmış durumda.

Konu, şu aşamada bulunması muhtemel petrol ve doğalgazın değeri ya da nasıl paylaşılacağı meselesi değil, tamamen siyasi bir mesele.

Peki, Güney Kıbrıs bile bile bu gerginliği neden yaratıyor? Adanın güneyi, 11 temmuzda askerî üste meydana gelen patlamanın ve sonrasında Vasiliko elektrik santraline verdiği zararın ardından ortaya çıkan elektrik açığı ile başlayan felaketler dizisinden büyük zarar gördü. Patlamanın ardından ülkede ayaklanmalar oldu, hükümet düştü, ardından yeni bir hükümet geldi. Bunlara ek olarak, Avrupa’nın borç krizinin kara bulutları Kıbrıs’ın da üzerinde dolaşıyor. AB’den bu proje için 10 milyon avro alan Lefkoşa’nın petrol boru hatlarını döşeyebilmek için en az 60-70 milyon avroya ihtiyacı olduğu belirtiliyor. Hristofyas, patlamayla başlayan süreçte içeride zor günler geçirirken, özellikle dış politikada şahin bir kabine kuruldu. Bunların içinde de Dışişleri Bakanı Erato Kozaku Markulli başı çekiyor.

Uzmanlar, Kıbrıs’ın bu hamlesinin iyi düşünülmüş olduğunu, hem Türkiye’yi hem AB’yi hem de KKTC’yi köşeye sıkıştıracak bir hamle olduğunu söylüyor. Türkiye, Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’ni imzalamadığı için mahkemeye gidemeyecek. Mevcut halde zaten Kıbrıs Cumhuriyeti’ni de tanımıyor. Dolayısıyla, Kıbrıs’ın denizlerinde petrol aranması için henüz Kıbrıs Cumhuriyeti ve KKTC arasında yapılmış uluslararası hukuk tarafından kabul edilmiş bir anlaşma da yok. Kıbrıs’ın genel statüsünün tanımı netleştirilmeden doğal kaynakların nasıl dağılacağı önemli bir muamma olarak ortada duruyor.

Bu arada, KKTC Lideri Derviş Eroğlu ve Kıbrıs Cumhuriyeti Lideri Dimitris Hristofyas arasında çok fazla bir yenilik ve gelişme olmasa da müzakereler sürüyor. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-moon’un Kıbrıs Özel Danışmanı Aleksander Downer, birkaç gün önce, “Ekim ayında New York’ta yapılacak yeni üçlü görüşmeden ve Genel Sekreter’in Güvenlik Konseyi’ne sunacağı rapordan sonra önümüzdeki bütün olasılıklar incelenecek” dediği basına yansıyanlar arasındaydı. BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs sorununun çözümüne yönelik çizdiği yol haritası, Kıbrıs sorununun kökten çözümü için önemli bir fırsat ve beklentiler Annan Planı benzeri bir çözüm planının ortaya çıkacağı yönünde. Dolayısıyla, bu gelişmeler ve beklentiler de Hristofyas’ı, “Türkiye ve KKTC üzerine oynamaya” iten, bu tür çatışmaları uluslararası gündeme taşımaya yönlendiren mevcut durumlar.
Güney’de durum böyleyken Kuzey’de hissiyat nasıl? Açıkçası, herkes son derece rahatsız. Konuya yakın kaynaklar, “Müzakere sürece devam ederken Güney büyük bir aymazlıkla böyle bir girişim başlattı ve tuz biber ekti” diyor. KKTC’de konuyla ilgili büyük bir moralsizlik ve şaşkınlık var. Türkiye’nin, Kıbrıs’ın ve keza Yunanistan’ın gerginliği tırmandırıcı yönde yaptığı açıklamalardan herkes rahatsız. Özellikle “sıcak çatışma” dilinin kullanılıyor olması KKTC’lileri iki arada bırakıyor, Türkiye’nin son zamanlarda bölgesel güç politikasının uzandığı son noktanın Kıbrıs olduğu ifade ediliyor.

Avrupa daha azla yetinmeye alışacak

Gelişmiş ülkeler ve özellikle Avrupa ciddi bir borç krizinin ortasında. Her gün, liderlerden, finansal kurumların yöneticilerinden, siyasilerden farklı açıklamalar geliyor. Ancak, Avrupa’yı düze çıkaracak, kamu maliyesine köklü ve kalıcı bir iyileştirme getirecek çözüm manifestosu hâlâ bulunabilmiş değil. Başta Avrupa Birliği’nin Avro Bölgesi’ne dâhil 17 ülkesinde ekonomik işleyişiyle ilgili radikal değişiklikler yapılması gerekiyor. Üye ülkelerin kamu harcamaları ve vergi politikalarında daha fazla uyum öteden beri konuşulan konuların başında geliyor. Avrupalı ülkelerin kamu maliyesinde ciddi sorunlar var. Bugün, Avrupalı liderlerin geceleri uykularını kaçıran sorunlar yumağının, Avro Bölgesi’nin farklı ekonomik ve demografik yapıdaki ülkelerinin mali politikalarını yönlendirecek gerekli altyapı kurulmadan oluşturulmasından kaynakladığı artık açıkça ortada. Bunun için başta en gelişmiş olanlar olmak üzere yeni bir mutabakat metninde anlaşması gerekiyor.
Avrupa “hem sorunlar çözülsün, hem yine eskisi gibi zengin olalım” iddiasını sürdürüyor. Ancak kriz, sistemdeki delikleri, sorunları ortaya çıkardı ve bunların yamayla kapanmayacağı açık. Dünyada paranın kokusunu iyi alabilen ve para kazanmanın bir şekilde yolunu bulabilen bazı spekülatörler dışında, kimsenin bu krizin etkilerinden kaçabilmesi mümkün değil. Hükümetlerin başlıca hedefi ise krizin etkilerinden tamamıyla kurtulmak yerine, diğerlerine göre daha az etkilenmek. Ekonomik krizle ilgili durum özetle böyleyken, Avrupa’nın büyük ekonomileri ve ABD gelecek on beş ay içinde seçimlere gidecek. Ekonomik dengeler böyle devam ederse, 2012’de gelişmiş ülkelerde pek çok lider koltuğunu kaybetmiş olacak, iktidardaki hemen hiçbir siyasetçi neredeyse seçim kazanamayacak.
Öte yandan, Avrupalı liderlerin alınacak tedbir kararlarının ardından yaşanacak değişimin boyutları hakkında kamuoylarını yeterince bilgilendirmedikleri ortada. Kamu harcamaları azaltılacak, sosyal devlet olmanın getirdiği en temel sağlık ve eğitim harcamaları bu kesintilerden nasibini alacak. Yani, sosyal refah sistemine alışmış olan eski Avrupa’yı pek kestiremediği, alışık olmadığı yeni bir süreç bekliyor. Bu değişimleri gündeme getirmek, halka açık bir dille anlatmak ise güvenilirliği yüksek liderleri gerektiriyor.
Avrupa’da uygulanacak tedbirlerin kilit noktasında Almanya var. Avrupa’nın esas finansörü Almanya. Yunanistan, Portekiz ve İtalya için neden kemer sıkmak gerektiğini anlamak Almanlar için zor olabilir. Vergisini toplamayı başaramayan ülkelere destek olmak gerektiği konusunda Almanları ikna etmek hiç de kolay olmayacak. Yapılan anketlere göre, Alman halkının çoğunluğu, Başbakan Angela Merkel’in mevcut finansal krizin üstesinden gelebileceğine inanmıyor ya da çok az güveniyor. Almanya’da birkaç hafta yapılan bir ankette, katılımcıların yüzde 55’i Merkel’in ve Alman hükümetinin krizin üstesinden gelebileceğine çok az güven duyarken, yüzde 20’si hiç güvenmediğini ifade etmişti. Merkel’in partisi CDU içinde de, Merkel’e karşı olanların avro kurtarma paketine ilişkin tasarının Alman Meclisi’ndeki oylamasında alacakları tavır merakla bekleniyor. CDU içinde 60 civarında milletvekilinin kurtarma paketine karşı oy kullanarak Merkel’i istifaya zorlayabilecekleri konuşuluyor. Avro kurtarma paketine ilişkin tasarı Alman Meclisi’nde gelecek hafta 7-8 eylül tarihlerinde tartışıldıktan sonra, 23 eylülde oylanacak. Gelecek haftalar, Merkel için son derece kritik.


Almanlar keza Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin de krizin üstesinden gelebileceğine inanmıyor. Ankete göre, Alman halkının yüzde 63’ü Sarkozy ve hükümetine çok az güven duyuyor. Sarkozy, Fransa, krizle ilgili olarak sorgulanmaya başlayınca tatilini yarıda kesip Paris’e dönmüştü. Ayrıca, Sosyalistler gelecek Başkanlık seçiminde Sarkozy’yi epey zorlayacak gibi görünüyor. Ekonomik krizin pençesindeki İspanya erken seçim kararını çoktan aldı bile. Ülkede yapılan son kamuoyu yoklamaları, şu anda seçim olması halinde ana muhalefetteki Halk Partisi’nin tek başına iktidara gelebileceğini gösteriyor.
Ama sorun nöbet değişimiyle hallolacak gibi durmuyor. Avrupalı liderler ve partileri seçim kaybetseler bile iktidara gelecek olanların sorunları çözebileceklerinin hiçbir garantisi yok. Eğer çok radikal ve dolayısıyla seçmenlerinin hoşuna gitmeyecek kararlar almazlar ise.

Yaklaşan insan dalgası, iklim mültecileri

Ramazan ayı vesilesiyle tüm detaylarıyla Somali’deki açlık, kuraklık ve ölümle yoğrulan hayatların dramına tanık olduk. Bu hayatta kalabilme savaşının temelinde iklim değişikliği ve buna bağlı gelişmelerin büyük payının bulunduğunu görmek gerekiyor. Her yıl sayıları giderek artan oranlarda mülteci ve sığınmacı, ülkelerindeki başta siyasi sorunlar, iç çatışmalar ve insan hakları ihlallerinden kaçarak, daha güvenli bir yaşam özlemiyle bulundukları bölgelerden sınırları aşmaya çalışıyor. Artık mülteci kavramı sadece bunlarla ifade edilmiyor. Küresel iklim değişiklikleri, günümüzde mülteci kavramının tanımını da genişletmiş durumda. Küresel ısınmaya sebep olan gelişmiş ülkelerin sorumluluğunu, iklim değişikliğine hiçbir etkisi olmayan ancak iklim felaketlerinden en çok zarar gören yoksul Asya ve Afrika ülkeleri taşıyor.
İklim mültecisi kavramı, 1980’lerin ortalarında ortaya çıkmış. Bu kavramı çevresel mülteci olarak ifade edenler de var. 1990’larda bu sebeplerle yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kalanların sayısı 25 milyonken, bugün bu rakamın 50 milyonu bulduğu belirtiliyor. İklim mültecilerinin sayısının 2050’ye kadar 1 milyarı bulacağına ilişkin yapılan tahminler, insanlığın karşı karşıya bulunduğu trajedinin ciddiyetini büyük ölçüde gözler önüne seriyor.
Toplam yüzölçümü Türkiye’ye yakın olan ve 10 milyon civarı nüfusa sahip Somali’den, artık kuraklık ve açlıkla savaşmaktan yorulmuş yüzbinlerce insan sığınmak için Kenya sınırını geçmeye çalışıyor. Uluslararası Göç Örgütü’ne göre, çevre kirliliği, çölleşme, su taşkınları, kıyı erozyonları ve doğal afetler nedeniyle evlerini terk etmek zorunda kalan iklim mültecilerinin sayısı çığ gibi artıyor. The International Organization of Migration verilerine göre, dünyada 2050’de her 45 kişiden biri iklim değişiklikleri ya da çevresel etkiler nedeniyle yer değiştirmiş olacak. Dünya nüfusunun yüzde 3’ü doğdukları yerin dışında yaşıyor ve bu rakamda da artışlar gerçekleşecek. Örneğin, doğal afetin ardından meydana gelen nükleer sızıntı sonrası denize, havaya ve toprağa karışan radyasyon nedeniyle Japonya’daki Fukuşima bölgesi bir daha yerleşime açılmayacak.
Yardım kuruluşu Christian Aid’in raporuna göre, “insan dalgası” olarak nitelendirilen bu iklim değişikliklerine bağlı dev nüfus hareketleri, gelecek 40 yılda artacak. Christian Aid’in çalışması küresel ısınma mültecilerinin, insanlık tarihinin en büyük nüfus hareketi olacağına dikkat çekiyor. Christian Aid, kaynakların zaten kıt olduğu bölgelerdeki nüfus hareketlerinin güvenlik riskleri yaratacağına, bunun da eninde sonunda dünya çapında istikrarsızlık tehdidi oluşturacağı görüşünde.

Geri dönme imkânı yok

Uzman kuruluşların raporlarına göre, küresel iklim değişimlerinin sonuçları dünyanın her bölgesinde aynı etkiyi göstermiyor. Bir bölgede aşırı yağışlar, kasırgalar ve seller yaşanırken, bir başka bölgede ise aşırı kuraklık ve çölleşme hızlanıyor. Her iki durumda da insanların temel ihtiyaçlarını karşıladıkları tarım alanları zarar gördüğü için zorunlu iç ve dış göç yaşanıyor. İklim mültecilerini, diğer mülteci ve sığınmacılardan ayıran en önemli unsur, bu kişilerin yaşam alanlarını kaybetmeleri ve bir daha evlerine geri dönme imkânlarının olmaması.
Küresel ısınma ve iklim değişiklikleri, her yıl pek çok felaketi de beraberinde getiriyor. ABD’nin yeni kasırgası Irene kaç kişiyi evinden, yaşadığı yerden edecek kestirmek zor. 2005’te Katrina ve Rita kasırgaları, New Orleans’ta binlerce kişinin ölümüne neden olurken, iki milyon kişiyi evsiz bıraktı. 2006’da Çin’de meydana gelen tayfunlarla 500 bin kişi evsiz kaldı. Örnekler çoğaltılabilir, Pakistan’ı, İngiltere’yi vuran seller, Avustralya’da kuraklık, Rusya’daki orman yangınları. Dünyanın ilk iklim mültecileri, buzulların erimesi ve deniz seviyesinin yükselmesiyle sebebiyle kıyıları sular altında kalan Tuvalu halkıydı. 12 bin nüfuslu Tuvalu’nun önemli bir bölümü Yeni Zelanda’ya göç etmek zorunda kaldı.
Yakın gelecekte ise en fazla zarar görecek kesimler, alçak kıyılar ve Afrika’daki kuraklık tehlikesi altındaki bölgeler. Uzun vadede, İngiltere, Hollanda ve hatta ABD gibi zengin ülkelerin de iklim değişikliklerinden olumsuz etkileneceği belirtiliyor. Dolayısıyla iklim mültecileri sorunu tüm dünyanın önemini kavraması gereken son derece ciddi bir sorun. Küresel ısınmanın yol açtığı iklim göçleriyle birlikte iklim mültecileri, gittikleri ülkelerdeki konumlarını güvence altına alacak hukuki düzenlemeler talep ediyor. Bu durum uluslararası hukuk ve devletler hukuku bakımından yeni tartışma alanları olarak ortaya çıkıyor.

Türkiye’nin tapusu artık Erdoğan Bayraktar’da

Üçüncü AKP iktidarı döneminde bakanlıklarda yapılan değişiklikler sırasında en çok tartışma yaratan düzenleme, hatırlanacağı gibi Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na yönelik olmuştu. Hele de Bakanlığa TOKİ eski Başkanı Erdoğan Bayraktar’ın getirilmiş olması, tepkileri çoğaltmıştı. Özünde doğayı, çevreyi, doğal hayatı koruma görevi üstlenen bir bakanlıkla, beton, asfalt, bina, toplu konut gibi unsurların tek çatı altında toplanması, gelişmiş ülkelerde pek görülmeyen bir uygulama. Bu gibi uygulamalara sahip olanlar da çevresel ve toplumsal zararlarını gördükten sonra sadece kalkınmaya yönelik bu modelleri terk etmiş durumda.
Geçen yılın sonlarına doğru Kültür ve Tabiatı Varlıklarını Koruma Kanunu kapsamında değişikliklere gidilerek, tüm doğal alanlar, tarihî ve kültürel SİT alanlarına yönelik geri dönüşü olmayan bir tahribatın yolu açılmak istenmişti. Hatta, Avrupa Komisyonu, kanun tasarısının TBMM gündemine girmesinden hemen sonra yayımladığı Türkiye 2010 İlerleme Raporu’nda tasarıyı “endişe verici bir gelişme” olarak nitelendirmişti. Bu durumun kendisi bile AKP hükümetinin yasa tasarısına ilişkin gerekçesinde dayanak olarak sunduğu “AB uyum süreci doğrultusunda hazırlandığı” iddiasını çürütmüştü. Dolayısıyla paradigmayı, kentsel büyümeyi doğayı azamî koruyarak gerçekleştirmek değil, doğayı kentsel büyümeye uyarlamak olarak özetleyebiliriz.

İmar planlama yetkileri

Geçen hafta, tam da bu tanıma uygun bir düzenleme gerçekleştirildi. Türkiye, kendi sıcak gündemiyle meşgulken, 17 ağustosta Resmî Gazete’de yayımlanan 648 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile Türkiye’nin çevre, doğa ve kültür mirasının yönetimine ilişkin çok önemli bir değişiklik yapıldı. Doğal SİT alanlarına yönelik yetkiler Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na geçerken, KHK ile 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu, Meclis’te tartışmaya bile gerek duyulmadan aslında yürürlüğü sokulmuş oldu. Bunun adı TBMM’ye kanun teklifi sunmadan kanun hükmünde kararnamelerle kamusal varlıkların yokolmasına sebep olacak düzenlemeler yapmak değil de nedir? Muhalefet milletvekilleri bir yana AKP milletvekillerinin kaçının bu yeni durumdan haberi var, merak ederiz.
648 sayılı KHK, Meclis komisyonlarında bekleyen ya da Genel Kurul’a indirilmiş ancak görüşülmemiş kanun tekliflerini de içerecek biçimde genişletilerek yayımlandı. Bu KHK ile 4708 sayılı Yapı Denetimi Hakkında Kanun, 3194 sayılı İmar Kanunu, 2873 sayılı Milli Parklar Kanunu, 2863 Sayılı Kültür ve Tabiat Varlıkları Kanunu, 4848 sayılı Kültür ve Turizm Bakanlığı Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun, 3234 sayılı Orman Genel Müdürlüğü Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun, 6107 sayılı İller Bankası Anonim Şirketi Hakkında Kanun’da değişiklikler yapıldı.

Altı ay sonra ne olacak?

“Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname” ile birlikte Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesindeki koruma kurullarının tabiat varlıklarıyla ilgili yetkileriyle il genel meclisleri ve belediyelerin tasarrufundaki imar planlama yetkileri Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na geçti, 1989’dan beri faaliyette olan Özel Çevre Koruma Kurumu kapatıldı. Kurumun sorumluluğundaki tüm işler için, “Bakan tarafından uygun görülen Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın birimlerince yürütülür” dendi. Artık, milli parklar, tabiat parkları, tabiat anıtları, tabiatı koruma alanları, doğal SİT alanları, sulak alanlar, özel çevre koruma bölgelerinin kullanma ve yapılaşmaya ilişkin kararları Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından verilecek. Kararname’nin 17. maddesine eklenen Geçici 6. Madde ile, “Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihte, doğal SİT alanı ve tabiat varlığı olarak tesbit ve tescil edilmiş alan ve varlıklara ilişkin her türlü belge, bu alan ve varlıkların statülerinin yeniden değerlendirilmesi için en geç altı ay içinde Bakanlığa devredilir” hükmü getirildi. Bu hüküm, altı ay sonra bu statülerin kalmayacağının habercisi niteliğinde. Yalnızca doğal SİT’ler değil aynı zamanda doğal SİT’lerle kesişen arkeolojik, kültürel, kentsel ve tarihi SİT’ler de tehlike altında girmiş bulunuyor.

SİT’ler yeniden belirlenecek

Yine aynı maddenin 3. fıkrasına göre, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nca tesbit edilecek uzmanlardan oluşan komisyonda yeniden tesbit edilen doğal SİT alanı ve tabiat varlıklarıyla ilgili statüler, Çevre ve Şehircilik Bakanı’nın onayıyla, yapı yasağı öngörülen statüler ise Bakanlar Kurulu’nca onaylandıktan sonra tescil edilecek. Bu alanlar ve varlıklar yeni statüsüne, ören yerleri ise mevcut statülerine uygun koruma ve kullanma esaslarına göre yetkili idarelerce yönetilecek.
Dolayısıyla, AKP iktidarının en yaratıcı, en cevval değişiklikleri Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile ilintili olarak yaptığını söylemek çok yanlış olmaz. Bu kanun hükmünde kararnamenin hükmünde çevre mevre artık yok...

TEPCO nükleerden çekildi, hükümetin ısrarı değişmedi

Geçen hafta, nükleer enerji tarihinin en büyük felaketi olarak nitelendirilen Fukuşima’daki nükleer kazada büyük sorumluluğu bulunan TEPCO (Tokyo Electric Power Company) şirketi, Türkiye’de Sinop’ta kurulması planlanan nükleer santral işinden çekildiğini açıkladı. TEPCO, martta meydana gelen deprem ve tsunami felaketlerinin ardından nükleer santralde yaşanan gelişmelerle ilgili izlediği tavırla güvenilirliği dibe vurmuş bir şirket olarak zaten gündemden Türkiye tarafından düşürülmeliydi. İlginçtir, aşağıda detaylarını aktaracağım bu şirket, hükümetin isteği ile değil de, kendi isteği ile konsorsiyumdan çekiliyor. Bu, hükümetin nükleer konusunda nasıl bir vurdumduymazlık, enerjisinin büyük kısmını nükleerden sağlayan ülkelerin bile alternatif planları masaya koyduğu bir dönemde nasıl bir anlamsız inat sergilediğinin açık göstergesi olmaya yeter de artar bile.

Hükümetin tavrı

Japonya’da kazadan sonra 14 yeni reaktör inşaatı iptal edildi. Yine kazadan sonra Sinop için görüşmeleri erteleyen taraf Japonya oldu. Türk hükümetinin TEPCO ile görüşmeleri bu zamana kadar devam ettirmesi, hem Türkiye hem de bölge ülkelerin halklarını risk altında bırakan bir tavırdı.
Nükleer felaketle ilgili TEPCO’nun ve Japon hükümetinin büyük ihmalleri olduğu, TEPCO’nun borsada işlem gören hisse senetlerinin değer kaybını azaltmak için felaketi bilerek ve isteyerek, mevcut durumdan daha küçükmüş gibi göstermeye çalıştığı artık bu işi takip edenler için bir sır değil. Üstelik, pek çok kez uzmanlar tarafından burada tsunami olabileceği dile getirilmişken, kafalarını kuma gömüp hiçbir önlem almamış olmaları, felaketin ardından durumun kontrol altına alınması konusunda büyük bir sorumsuzluk göstermiş olmaları da, bizim hükümet için bir şey ifade etmemişti.
TEPCO, kazanın ardından başlayan ve günümüze kadar gelen süreçte takındığı tavırla tüm dünyada tepkileri üzerine çekmiş bir şirket. Süreç boyunca şeffaflıktan uzak bir tavır sergileyen TEPCO, radyasyon seviyeleri konusunda eksik ve yanlış bilgi verdi. Sinop’ta kurulması planlanan nükleer santral için Japonya ile yapılan görüşmeler, Fukuşima’da yaşanan kazanın ardından nisan ayında, TEPCO tarafından geçici olarak ertelenmişti. Hükümet ise kazadan sadece üç ay sonra sicili bozuk TEPCO ile görüşmelere devam etti. Görüşmeleri olumsuz olarak sonlandıran taraf ise TEPCO oldu. Bu süreçte çevreci kuruluşların uyarılarının asla dikkate alınmadığını söylemeye gerek yok.

TEPCO’nun bozuk sicili

İsterseniz bu en büyük nükleer felaketin yaşandığı Japonya’daki Fukuşima nükleer santralinin sahibi TEPCO’yu Greenpeace’in verdiği bilgiler doğrultusunda biraz tanıyalım.
• 2007’de Japonya’da meydana gelen 7.1’lik depremden sonra, TEPCO’nun işletmecisi olduğu ülkenin en yeni santrali Kaşivazaki Kariva’daki üç reaktör aylarca kapalı kaldı.
• Fukuşima’da yaşanan kazadan sonra yapılan bir ankete göre, halkın yüzde 73’ü TEPCO’nun verdiği bilgilerin güvenilir olmadığı görüşünde.
• Deprem olduğu sırada bakım nedeniyle kapalı olan dördüncü reaktör, atık çubuklarının açığa çıkması nedeniyle sızıntı yaptı. İkinci reaktörde deprem sonrası açılan 20 cm’lik çatlak nedeniyle 10 binlerce ton radyoaktif su denize karıştı.
• TEPCO’nun üç reaktörde erime olduğunu saptaması iki ay sürdü, reaktörleri koruyan tanklardaki delikler ise ancak mayısta rapor edildi.
• Japonya’nın nükleer ajansının müdahalesi Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nca da şeffaflık konusunda eleştiri konusu oldu.
• Santralde soğutma işlemleri hâlâ duraklatılıyor ve santralin etrafındaki tahliye alanının biraz dışında bir çiftlikten gelen haberlere göre, daha önce rastlanmamış sakat doğumlar radyasyon güvenliği sorusunu gündeme getiriyor.
• TEPCO çalışanları, Fukuşima Daiichi Nükleer Santrali’nde 1 ve 2 numaralı reaktörlerde saatte 10 bin milisievert radyoaktivite ölçtü. Bu rakam marttan bu yana ölçülen en yüksek radyoaktivite. Japon Bilim Bakanlığı’nın broşürlerine göre, eğer bir insan 10 bin milisievert radyoaktiviteye maruz kalırsa bir ya da iki haftada ölebilir.

Gelişmiş ülkeler ve nükleer

Fukuşima’daki felaketten sonra pek çok ülke nükleer planlarını askıya aldı ya da iptal etti. Japonya 2050’ye kadar nükleer santrallerini kapatacak. İsviçre üç yeni nükleer reaktör planını iptal ederek, 2034’e kadar nükleer santrallerini kapatacağını açıkladı. Alman hükümeti, yedi nükleer santrali kapatarak, 2022’ye kadar tüm santrallerin aşamalı olarak devre dışı bırakılacağını duyurdu. Çin hükümeti, nükleer santral planlarını askıya aldı. İtalya’da nükleer santral kurulması konusu referanduma taşındı ve iptal edildi. Fransa ise nükleerin geleceğini tartışıyor. Yani anlayacağınız, enerjilerinin büyük bölümünü nükleerden elde eden ülkeler bile, gelecek planlarında nükleerin payını azaltıp, yenilenebilir ve alternatif enerji türlerinde neler yapabileceklerini araştırıyor. Yenilenebilir enerji imkânları geniş bir ülke olarak biz ise ısrarla nükleer gibi riski yüksek, maliyetli ve yapımı uzun yatırımlara dayanan bir enerji türünün peşinden koşuyoruz. Doğanın bize sunduğu imkânlardan korkmadan, nükleer kararının aynı zamanda etik bir karar olduğu gerçeğini gözardı etmeden ve kararı toplumsal boyutundan soyutlamadan yeniden ele almak gerekiyor.