Nükleer santral ve duyarlılık fay hattında

Türkiye'nin nükleer santral ile imtihanı artık farklı bir boyutta ilerliyor. AKP Hükümeti'nin kararıyla Mersin Akkuyu'da yapılması planlanan nükleer santral projesini gerçekleştirecek olan Akkuyu NGS Elektrik Üretim A.Ş. 14 Aralık 2010'da kuruldu. Şirket, geçen günlerde kuruluşunun birinci yılını kutladı. Buraya kadar sorun yok, sorun bu şirketin nükleer santral inşaatı için 13 Aralık 2011 tarihine kadar vermesi gereken belgelerle ilgili. Akkuyu NGS Elektrik A.Ş.'nin, inşaat lisansı için Türk Hükümeti’ne verdiği belgelerdeki eksiklik var. Şirket, 13 Aralık 2011 günü nükleer santral inşaat lisansını alabilmek için gerekli belgeleri teslim etmiş. Etmiş etmesine de "ufak bir ayrıntı" eksiğiyle. 
Akkuyu'da yapılacak nükleer santralle ilgili en büyük tartışma, bilindiği üzere, santralın yapılacağı bölgenin çok yakınından geçen deprem fay hattı ile ilgili olarak yapılıyor. Şirketin, teslim ettiği belgeler arasında, bölgenin sismik raporu yani bölgenin deprem risklerini gösteren araştırma yok. Bu sanıldığı gibi gizli bir durum da değil. Zira, Akkuyu NGS Elektrik A.Ş. Genel Müdürü Alexander Superfin'in, geçen hafta yaptığı açıklama bir nevi itiraf niteliğinde. Superfin, gerekli belgeleri hükümete verdiklerini ancak, sismik araştırmaların halen devam ettiğini söyledi. Nükleer santralın en tartışmalı konusu olan güvenlik ve depremle ilgili konularda gerekli raporlar hazırlanmadan, inşaat lisansı için başvurmak, projede güvenlik konusuna gösterilen duyarlılığın ne düzeyde olduğunun açık bir göstergesi. Superfin, açıklamasında, "30 yıl önce yapılan çalışmaları dikkate aldıklarını, aralık ayı içinde sismik araştırmaların sona ereceğini, veriler toplandıktan sonra değerlendirmek ve onaylanmak üzere TAEK'e gönderileceğini" kaydetmişti. Dolayısıyla, meselenin en can alıcı kısmı netleştirilmeden yine kollar sıvanmış oldu. 

Akkuyu'daki tartışma neydi?
Rusya’ya geçen yıl ihalesiz verilen ve anlaşması hızla imzalanan Akkuyu nükleer santralinin 25 kilometre yakınından Ecemiş Fay Hattı geçiyor, şu anda aktif ve yüksek enerji birikimli bir hat olarak tehlikeli grupta yer aldığı belirtiliyor. 1976'da alınan yer lisansına göre, Akkuyu'ya nükleer santral kurulması isteniyor. 35 yıl önce Ecemiş Fay Hattı, ölü fay olarak nitelendiriliyor ve bu durum hiçbir güncellemeye tabi tutulmadan Akkuyu'ya lisans veriliyor. Uzmanlar, 35 yıl önce bu lisans verilirken, fay hattına ilişkin bilgilerin kayıtlı olmadığına da dikkat çekiyor.  
Jeoloji Mühendisleri Odası'nın sitesinde yer alan uyaralar dikkat çekici. Öncelikle santralın yeriyle ilgili bilimsel (jeolojik, jeoteknik, jeofizik) verilerin nükleer reaktör kurulmasına elverecek olumluluk ve netlikte olmadığı ifade ediliyor. Bilgiler şöyle: "Santralın kurulacağı yerin yakınından geçen Ecemiş Fayı’nın sismik karakteri konusunda ciddi kaygılar yaratacak bilimsel araştırmalar var. Ecemiş Fayı, 300 kilometre uzunluğunda olup, Akkuyu’nun 20-25 kilometre yakınından geçerek denizde devam ediyor. Yılda 3 mm sol yönlü doğrultu atımlı harekete sahip, aktif bir fay. 500 yıldır 6-7 büyüklüğünde bir depremin olmaması bu fay boyunca tehlikeli bir enerji birikiminin olduğuna işaret ediyor." 
Hatta, 35 yıl önce Akkuyu’ya yer lisansı veren üç kişilik ekipte yer alan Prof. Dr. Tolga Yarman bile, "O zamanki kriterlerle bugünküler bir değil" diyerek, Akkuyu’nun lisansının geçersiz olduğunu söylemişti.
Bu arada, geçtiğimiz aylarda, Viyana Üniversitesi, Akkuyu'ya kurulması planlanan santralda olası bir kaza durumunda hangi bölgelerin etkileneceğine ilişkin bir analiz hazırlamış, Akkuyu'daki olası bir kaza halinde, kazadan sadece 15 gün sonra Doğu Avrupa ve Afrika'nın bile etkileneceğini ortaya koymuştu. Fukuşima'daki kazanın ardından yapılan araştırmada, dünyadaki 234 nükleer santral analiz edilmişti. Yüksek performanslı bilgisayarlarda hazırlanan analize göre, riskli bir kaza olması durumunda, kaza anında ilk olarak Mersin ve çevre iller etkilenecek. Kazadan bir hafta sonra tüm Türkiye, 15 gün sonraysa Türkiye’nin tüm komşuları, Doğu Avrupa, Kafkaslar, hatta Afrika’ya kadar olan geniş bir bölge, radyoaktif maddelerin etkisi altında kalacak. 
Dolayısıyla, hükümet, insanların can ve mal güvenliğini ilgilendiren deprem gibi bir kriteri de içeren yer lisansını yenilemeyi düşünmediği gibi inşaat lisansı kapsamında yapılara ilişkin sismik değerlendirmenin de sonraki aşamalara bırakılmasında bir sakınca görmüyor. Bırakın nükleeri, kısa süre önce yaşanan Van depremi deneyimi hiç olmamış gibi...

***********

Meclis'te Ekolojik 
Anayasa'yı anlattılar
Türkiye'nin hemen tüm kesimleri farklı anayasa platformlarıyla biraraya gelerek, yeni anayasanın nasıl daha sivil, demokratik, özgürlükçü ve barıştan yana bir anayasa olması gerektiğini konuşuyor uzun zamandır. Türkiye'de "doğanın da hakları" olduğunu savunanlar, Türkiye'de ilk kez ekolojik anayasa ihtiyacını dile getiriyor ve tartışmaya farklı bir boyut kazandırıyor. Ekolojik Anayasa, en fazla Latin Amerika ülkelerinde yaygın. Avrupa'da ise Almanya ve Fransa, yeni maddeler ekleyerek anayasada güncelleme yapıyor. Aslında, anayasanın ekolojik de olması, dünyada da çok yeni bir kavram. Devletin temel niteliklerinden biri olarak ekolojik ifadesinin de konması, yeni yeni talep ediliyor. 
Türkiye'de, Ekolojik Anayasa Girişimi, bir süre önce "yeryüzünün ve doğanın" haklarını tanımlayan, tanıyan ve güvence altına alan bir anayasa için çalışma başlattı. Geçen hafta, bu girişimin temsilcileri, TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda Ekolojik Anayasa taslağını anlattı. AKP’den Mehmet Ali Şahin, CHP’den Süheyl Batum, MHP’den Faruk Bal ve BDP’den Ayla Akat Ata‘dan oluşan 1 Numaralı Alt Komisyon, heyetin talep ve önerilerini dinledi. Heyet, sürdürülebilir kalkınma hedefini tehlikeli bulduklarını, yaşamın sürdürülebilir kılınması gerektiğini ve bunlara bağlı olarak insan ve doğa merkezli ve doğayla uyumlu bir anayasa taleplerini anlattı. Doğa haklarını savunacak bir kamu denetçisi niteliğinde ombudsman oluşturulması istendi. Taleplerin ne kadarı dikkate alınacak önümüzdeki süreçte göreceğiz. 

İklim değişikliği büyüme azmimizi engelleyemez!

Bu yıl BM İklim Konferansı Güney Afrika'nın Durban kentinde gerçekleştirildi. İçeride bu ay sonu süresi dolacak olan Kyoto Protokolü sonrası iklim değişikliği ile mücadelenin nasıl devam edeceği konusunda çetin pazarlıklar yaşanırken, dışarıda çevrecilerin, aktivistlerin, çevre ve iklim meselesiyle derdi olan, sesini duyurmak isteyen herkesin eylemleri vardı. İklim değişikliğiyle mücadelede öncü rol üstlenen AB, 2015'e dek bağlayıcı bir anlaşmaya varılmasını, bu anlaşmanın 2020'de yürürlüğe girmesinin yanısıra, atmosferi en çok kirleten sanayileşmiş ülkeler için de bağlayıcı hedefler koyulmasını istiyor. Durban'da Kanada, ABD, Japonya ve Suudi Arabistan Kyoto Protokolü'nün bir dönem daha uzatılmasına karşı çıkarken, AB, G-77 ve Çin Grubu, Ada Ülkeleri, Afrika ülkeleri ise eğer yerine yenisi gelmeyecekse sürmesini talep etti. Normalde cuma günü sona ermesi gereken zirve, bir gün daha uzatılarak dün de devam etti. Gelişmiş ülkelere 5 Mart 2012'ye kadar seragazı salımı indirim hedeflerini iletmeleri için süre tanındı. Ülkeler hedefler konusunda anlaşmaya varırsa, önümüzdeki süreçte yeni bir protokol hazırlanacak. Ortaya üzerinde çok net mutabık kalınmış bir protokol metni, bir anlaşma çıkmamış olsa da, iki hafta boyunca en gelişmişlerden en yoksullara kadar herkes bu konuda kafa yordu.
Peki, bu sırada Türkiye neredeydi, neler yaptı? Türkiye İklim Müzakerecisi Mithat Rende, çevre konularından sorumlu iki bakan Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar ile Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, Durban'da yoktular. 2023'te dünyanın 10 büyük ekonomisi arasında olma hedefindeki Türkiye'ye yaraşır şekilde ve çevre konularıyla alay edercesine ülkeyi Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz temsil etti. Gelelim rakamlara... Türkiye, seragazı salımlarını 1990 seviyesine göre dünyanın yüzde 5 indirim sağlamaya çalıştığı süreçte bu oranı yüzde 96 arttırmış. Mevcut durumu yeterince utanç verici değilmiş gibi Türkiye, Durban'da 2020 için hedeflediği rakamı yüzde 20 olarak açıkladı. Yani, halihazırdaki artıştan yüzde 20 azaltma. Üstelik tüm raporlar, iklim değişikliğinin en kötü sonuçlarını yaşayacak coğrafyalardan birisinin Türkiye olduğunu gösterirken. Örneğin Germanwatch adlı sivil toplum örgütü 1991-2010 dönemini içeren İklim Risk İndeksi'ni yayınladı. Buna göre aşırı iklim olaylarından en çok etkilenen ülkelerin başında Bangladeş geliyor. Bangladeş'i Myanmar ve Honduras izliyor. Türkiye ise 1991-2010 ortalamasında 106. sırada yer alsa da, 2010 listesinde 88. sıraya yükselmiş.


Türkiye dünya sera gazı salımlarının yüzde 1'ini gerçekleştirirken, sera gazı salımı artışlarında ilk sıralardan aşağı hiç düşmüyor. Şu anda Türkiye'de planlanan yeni 50 tane kömürlü termik santral projesi var. Bunlar hayata geçtiğinde Türkiye, karbon salımı konusunda yeni rekorlara koşar adım gidecek gibi görünüyor. Ülkenin pek çok noktasında toplumun karşı çıkmasına rağmen, HES'ler konusundaki inat da hükümetin iklim değişikliği konusundaki vurdumduymazlığının ifadesi. Durban'da açıklanan ve Germanwatch ile CAN Europe (İklim Eylem Ağı) tarafından hazırlanan iklim değişikliği performans endeksi, Türkiye için tam bir yüz karası. Enerji kaynaklı salımların yüzde 90’unu kapsayan 58 ülkenin değerlendirildiği raporda, son dörde giren ve listede 58. sırada yer alan Türkiye en kötüler arasında. Bu kadar mı, tabi ki değil. İklim müzakerelerinde sonucu olumsuz etkileyecek politikalar ortaya koyan ülkelere verilen Günün Fosili ödülünü 3 aralık günü Türkiye aldı. CAN yaptığı açıklamada, Türkiye'nin ödüle layık görülmesinin nedenini, seragazı salımlarını indirmek için hedef belirlemeden, Kyoto Protokolü'nün mekanizmalarından faydalanarak teknolojik ve finansal destek almaya çalışmak olarak gösterdi. Türkçesiyle şark kurnazlığı!


Tüm bunlar, Türkiye'nin iklim konusundaki politikasızlığının göstergeleri. Kalkınma söz konusu olduğunda büyüyen bir ekonomi olmakla övünüyor. Ancak, içinde bulunmak istediği "gelişmişler liginde" yer alan ülkeler çok daha farklı seviyelerde Durban'da temsil edilir ve müzakere ederken Türkiye konuya büyük bir ciddiyetsizlik içinde yaklaşıyor. Durban’daki tavır geleceğimizi ilgilendiren hayati bir konudaki müzmin politikasızlığının, plansızlığının açık tezahürü. Sorumluluklarını yerine getirmeyen, politika oluşturmayan, üstelik finansal yardım alma talebinde bulunan bir ülkeyi kim ciddiye alır? İçine düşülen acizliğin, itibar kaybının farkında bile olunmadığı bir durum sözkonusu. Greenpeace Akdeniz Direktörü Uygar Özesmi, Durban'da "Türkiye'nin bundan sonra kömürlü termik santral yapmayacağız" demesinin bile çok etkili bir açıklama olabileceğini, içeride halkın takdirini kazanacağını söylüyor. Özesmi, "Türkiye iklim değişikliği konusunda içeride ve dışarıda güçlü bir politika oluşturmamakla vatandaşlarının geleceğini tehlikeye atıyor. Doğu Akdeniz bölgesinde iklim değişikliğinden en fazla etkilenecek ülkelerin başında geliyor" diyor.
Sahi, Türkiye iklim değişikliği konusunu yanlış anlamış olabilir mi?

Pozitif gündemden hayal kırıklığına

Bilindiği üzere, Avrupa Birliği, Türkiye’nin en büyük ticaret ortağı. Türkiye, AB’nin ihracat yaptığı ülkeler arasında Gümrük Birliği öncesi 12. sıradayken, şimdi beşinci sırada; ithalat yaptığı ülkeler arasında ise yedinci. AB, Türkiye’nin dış ticaret hacminde ortalama yüzde 40 paya sahip. Geçen yıl Türkiye’ye gelen doğrudan yabancı yatırımın yüzde 80’i AB ülkeleri kaynaklı, bu rakamın 2011’de daha da arttığı ifade ediliyor. Öte yandan, 1996’dan itibaren Türkiye ile AB arasındaki ticari ilişkiler Gümrük Birliği çerçevesinde ilerliyor. O tarih itibariyle taraflar arasında gümrük vergileri, miktar kısıtlamaları kaldırıldı, Türkiye, AB’nin ortak ticaret politikasını uygulamaya başladı. Aynı zamanda Türkiye’deki ticaret politikası, rekabet, vergilendirme, gümrükler ve fikrî mülkiyet hakları alanlarındaki mevzuatlar AB ile uyumlaştırıldı. 
Üzerinden uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen, halen Gümrük Birliği’nin işleyişinde ciddi sorunlar yaşanıyor. Bu sorunlar içinde Türkiye’nin en fazla aleyhinde olan konu şu: AB’nin Serbest Ticaret Anlaşmaları (STA) yaptığı üçüncü ülkelerin, Gümrük Birliği çerçevesinde AB üzerinden serbestçe Türkiye pazarına giriş imkânları elde ederken, Türkiye ile de bir STA imzalama konusunda isteksiz davranmaları. Türkiye, AB’nin STA süreçlerine doğrudan dâhil edilmediği için bu konudaki AB politikalarının takip edilmesi zorlaşıyor. Tabii, Türk vatandaşlarına yönelik uygulanan katı vize rejimi de Gümrük Birliği kapsamında ikili ticari ilişkiler üzerinde ciddi anlamda olumsuz etkiye sahip konulardan bir diğeri.
Dolayısıyla Türkiye AB’ye tüm üye olmadığı için, AB’nin ortak dış ticaret politikasını yürütmekle görevli olan Avrupa Komisyonu’ndaki 133 No’lu Komite’ye de katılamıyor. Bu da, AB’nin en büyük ticaret ortaklarından ve aynı zamanda dünyanın en büyük 16. ekonomisine sahip Türkiye’nin dış ticaret politikasının önünde, ortaya çıkacak sonuçları kendisinin hiçbir şekilde etkileyemediği biçimde büyük bir sorun olarak duruyor. Örneğin, AB’nin Güney Kore, Hindistan, Ukrayna, ASEAN ülkeleriyle imzaladığı veya imzalayacağı STA’lar, Türkiye’nin ihracatında önemli bir paya sahip ve görece rekabet üstünlüğü olan tekstil ve otomotiv sektörlerine ciddi darbe vuruyor. Bu durum, yıllardan beri çeşitli platformlarda dile getiriliyor. 
İşte bu toplantılardan biri de geçenlerde düzenlendi. Dış ticaretin bu en önemli meselelerinden birine dikkat çekmek üzere geçen ay TUSKON (Türkiye İşadamları ve Sanayicileri Konfederasyonu) European Policy Center ile “Türkiye-AB Ortak Çıkarları Yeniden Değerlendirme” başlıklı bir konferans düzenledi. Bu konferansa TUSKON’un davetlisi olarak AB Genişleme ve Komşuluk Politikasından Sorumlu Komiseri Stefan Füle ve AB Ticaretten Sorumlu Komiseri Karel De Gucht katıldı. Toplantının basına açık bölümü öncesi Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan, Füle ve Gucht ile birkaç saat süren bir toplantı gerçekleştirdi. Türkiye, bu sorunu Gümrük Birliği’ne dâhil olduğundan beri dile getiriyordu, AB tarafı pek umursamıyordu. Ancak, Avrupa Komisyonu’nun AB kurumları arasında her zaman Türkiye’nin yanında olduğunu hatırlatmakta fayda var. 
Kapalı toplantıda, ilk kez AB tarafı, Türkiye’nin taleplerini dikkate alan bir tutum sergiliyor. Hatta, Türkiye’nin üçüncü ülkelerle imzalanacak STA’larda 28. ülke olarak katılması önerisini getiriyorlar ki, bu son derece olumlu bir gelişme. Uzun yıllardan beri dile getirilen ve Türkiye’nin zarar gördüğü aşikâr bu meselede en somut adımlardan biri atılırken, Çağlayan, toplantının basına açık olan kısmında, bu konular hiç gündeme gelmemişçesine özellikle vize konusunda AB’yi eleştiren bir tutum sergiliyor. Konuşmasında, “Türkiye pozitif bir gündemle” geldiklerini söyleyen Füle’ye yönelik olarak Çağlayan, “Türkiye’ye pozitif gündemle geldiniz. Ama sizden ricamız şu; pozitif gündemle gelirken pozitif yaklaşımla gelin negatif yaklaşımla gelmeyin” diyor. Türkiye’nin tamamen yanında bir niyetle gelen ve Gümrük Birliği’nin iyi işlemesi için çözüm arayışında olan komiserler, hiç beklemedikleri Bakan Çağlayan’ın bu konuşması karşısında büyük bir hayal kırıklığı yaşıyor. Bu gelişmelerin ardından da TUSKON’un, Füle ve Gucht’ten özür dilediği belirtiliyor. 
Gümrük Birliği ve vize meselesi iş dünyasında can yakan konulardan, bu önemli bir gerçek. Ancak, herkesin hassasiyetleri ortada, çabaları da...

Nükleer enerji karşıtlığı siyasetin belirleyicisi oluyor


Japonya’da yaşanan deprem ve tsunami felaketi sonrası özellikle gelişmiş ülkelerin nükleer enerji santrallerine olan yaklaşımı ve konuyla ilgili gelişmelere yönelik algısı büyük oranda değişti. Biz de ise pek yeni bir durum yok. Geçen hafta Enerji Bakanı Taner Yıldız, ekonomik gelişmişlik ve kalkınmanın ölçüsünü nükleer santral sahipliğine indirgeyerek yaptığı kıyaslamada, “Nükleer santraller keşke 30-40 yıl önce kurulsaydı, bırakın enerji fiyatlarını, sanayinin durumu şu anki durumun belki iki üç katı olurdu” gibi absürt bir çıkarsamasa bulundu. Petrol zengini Arap ülkeleri neden kendi başlarına kalkınmakta zorlanıyor acaba? Bakan bununla da yetinmeyerek, nükleer güç santrallerine elektrik üretimi açısından bakılmaması ve sanayileşmenin önemli bir kalemi olarak görülmesi gerektiğini ifade etti. İsteriz ki o ‘keşke’nin içine yenilebilir enerji türleri de dâhil edilmiş olaydı... Enerji, siyasetten ve hamasetten arındırılmış bir sektör değil, bunun örnekleri pek çok. Ancak, artık siyasetin belirleyici unsurlarından birinin de ekoloji olduğunu görememek, 30-40 yıl önceki siyasetçi modeline tekabül ediyor. İnsana ve çevreye yönelik ciddi tehlikeler oluşturan, ekolojik dengeye zarar veren enerji türlerinin artık koşulsuz kabulü diye bir durum söz konusu değil. Son dönemde özellikle nükleer santraller gelişmiş ülkeler tarafından sorgulanıyor, yatırımlarda yenilebilir enerji türlerine yönelik paylar artıyor.
Bakalım Avrupa’ya. Enerji ihtiyacının yüzde 80′ine yakınını nükleer santrallerden sağlayan Fransa’da nükleer endüstrinin lobi gücü haliyle çok yüksek. Fakat, Fukushima felaketi ve ardından Almanya’da kamuoyunun baskısıyla nükleer santrallerin kapatılması kararı, Fransa’da nükleer enerji karşıtlarının seslerini yükseltmesine yol açtı. Hatta artık siyaseten nükleer enerji karşıtlığının veya yandaşlığının halk nezdinde önemli bir parametre olarak ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Fransa özelinde bakarsak, siyasi partilerin hemen hepsi bir şekilde enerji politikalarında değişime giderken, Cumhurbaşkanı Sarkozy ve hükümetinin enerji politikası giderek yalnızlaşıyor. İş artık nükleer olsun mu olmasın mı noktasından, nükleer enerji santrallerinin orta vadede kapatılmasını isteyenlerle, bu enerji türünün payını azaltmak isteyenler noktasına evriliyor.


Çevreci sosyalizm

Nisan-Mayıs 2012’de Fransa’da yapılacak başkanlık ve parlamento seçimleri öncesi Sosyalist Parti ve Yeşiller, genel seçimlerde birlikte hareket etmek için en sonunda anlaştı. Yeşiller, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Sosyalistlerin adayı François Hollande’a destek verecek. Dolayısıyla, Sosyalistlerin kazanması halinde, farklı bir politika uygulanacağı kesin. Çünkü, geçen haftaki anlaşmaya göre, iki tarafta da yeni bir ekonomik, sosyolojik ve ekolojik modelin benimsenmesi konusunda istek ve kararlılık gösteriyor. Hedef, hayata geçirilecek bir enerji dönüşümü yasasıyla 2025’te nükleer enerjiyi yüzde 50’ye indirmek, 24 adet nükleer santrali kademeli olarak devreden çıkarmak ve yeni proje geliştirmemek üzerine kurulu. Kimi çevreciler ve nükleer karşıtları tarafından yetersiz bulunan bu anlaşmaya rağmen yine de ezberi bozulan Sarkozy’nin söyleyebildiği tek şey, “nükleer enerji üretimini düşürmek çılgınlık” ve bizim siyasetçileri hatırlatan ”mum devrine mi döneceğiz” şeklinde oldu. Yetmedi, nükleer uzmanları da dâhil herkesin lüzumsuz olarak nitelediği yeni bir nükleer santral sözü verdi.

Hâlbuki yakınlarda BBC’nin 23 ülkede yaptırdığı bir araştırma, kamuoylarının artık yeni nükleer santraller istemediğini ve nükleer enerjiye güvenmediğini açık bir şekilde gösteriyor. Araştırmaya göre, Türklerin yüzde 41’i nükleer enerjinin tehlikeli olduğunu, dünyadaki santrallerin en kısa sürede kapatılması gerektiğini düşünüyor.

Yüzde 32’lik bir kesim ise dünyada var olan nükleer santrallerin kullanılmasını ancak yenilerinin yapılmamasını istiyor. Yani toplamda yüzde 73, yeni nükleer santrallere karşı. Araştırmaya göre, Almanya’da nükleer enerjiye muhalefet altı yıl önce yüzde 73 iken şimdi yüzde 90. Nükleer santral karşıtlığı Fransa’da yüzde 66’dan yüzde 83’e, Rusya’da yüzde 61’den yüzde 83’e yükselmiş durumda. Varolan santrallerini hemen kapatmaya en istekli ülkeler Almanya ve İspanya. Santrali olmayıp da isteyen ülkelerin başını Nijerya, Gana ve Mısır gibi ülkelerin çekiyor olması da araştırmanın ilginç notu. Fransa’da IFOP’un (Institut Français d’Opinion Publique) temmuzda yaptığı bir araştırmada “Yenilenebilir enerjiyle tüm ülkenin enerji ihtiyacı karşılanabilir mi” sorusuna halkın yüzde 52’si evet demişti. Bu oran Almanya ve İspanya’da yüzde 70, İtalya’da yüzde 72’ydi.

Tüm bu gelişmelerin özeti, Fransa’da uzun vadede nükleer enerjiden vazgeçilmesi için mücadele eden yeni siyasetçiler iktidara gelebilir. Dünyanın en fazla nükleer enerjiye bağımlı bir ülkesi bu enerjiden çıkış için yeni yollar ararken, Türkiye’nin siyasetçilerinin nükleer ısrarı ve toplum seviyesinde hiçbir ciddi tartışma olmaması açıkçası sırıtıyor.

Almanya'nın enflasyon korkusu

Avro Bölgesi'nin içinde bulunduğu krizin çözümü için uzun vadeli stratejiler oluşturulmaya çalışılıyor ancak pek çok uzman finans sisteminin köklü şekilde reformdan geçirilmesi gerektiği görüşünde. Son günlerde liderler, Avrupa Merkez Bankası'nın para basmasını ve sorunlu ülkelerin tahvillerini almaya devam edip etmemesini tartışıyor. Bu konuda, görüş ayrılıkları geçtiğimiz aylarda Avrupa Merkez Bankası'nda istifalar getirmişti. Diğer yandan, Avrupa Merkez Bankası, borç krizinin derinleşmesiyle yükselen tahvil faizlerini kontrol altına almak üzere yaptığı tahvil alımlarına haftalık üst limit getirdi. Avrupa'daki bazı merkez bankası başkanları ve Avrupa Merkez Bankası'nın kimi yönetim kurulu üyeleri, tahvil alımlarına tümden karşı çıkıyor. Hal böyleyken, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'nin geçen hafta para basılması teklifi, Almanya Başbakanı Angela Merkel tarafından tereddütsüz biçimde reddedildi. Almanya Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle de, aynı yönde bir açıklama yaparak, para basmanın geçici bir rahatlama yaratacağına, enflasyonu tetikleyeceğine ve reformlara zarar vereceğine işaret etti. Ancak, tam tersi yönde, para basılması konusunda da Fransa tarafı ısrarlı. Birkaç gün önce çeşitli temaslarda bulunmak üzere Türkiye'ye gelen Fransa Dışişleri Bakanı Alain Juppe, iş, akademi ve kültür dünyasından temsilcilerle biraraya geldiği bir toplantıda, bu konuyu gündeme getirmiş.
Bir ara Ekoloji ve Kalkınma Bakanlığı da yapan Juppe'nin verdiği örnek ilginç: Almanların geçmiş tecrübeleri, bugün gündeme gelen para basma meselesine engel oluyor. 1920'lerde başlayan Almanya'nın Naziler öncesi yaşadığı güvensizlik, işsizlik, sadece bir ekmek almaya yeten bol sıfırlı banknotlar, dünya tarihinde eşine az rastlanan enflasyon rakamları ve ardından nazizmin bu dönemde Almanların isteklerini yerine getirmek vaadiyle ortaya çıkarak, umut peşinde olan halkın desteğini alması.
İnsanların yoksullaştığı, şirketlerin iflas ettiği ve halk kitlelerinin ülkenin geleceğinden kaygı duyduğu dönemler. Dolayısıyla, Almanlar, para basılmasıyla birlikte enflasyonun tırmanacağından ve geçmişte yaşananların tekrarından korkuyor. Ancak, Juppe'ye göre, para basılmamasıyla birlikte zamanla avronun gücü azalacak, ülkeler eski para birimlerine dönmek zorunda kalacak ve 550 milyonluk Avrupa üzerinde önemli bir gücü bulunan Almanya, zaman içinde bu gücünü kaybedecek. Bu tartışma belli ki daha çok sürecek. Liderler, bundan sonra aldıkları kritik kararlarla durumu ya rahatlatacak ya da daha da derinleştirecek.


* * *


Kriz varsa o zaman
biraz 'yeşillenelim'
Avro Bölgesi epey uzun zamandır finansal kriz ve kamu borçlarıyla sarsılıyor. Avrupalı liderlerin, siyasi ve mali entegrasyonu daha fazla arttırıcı tedbirler alması gereken bir ortamda, fikirleri giderek ayrışıyor, önlemlerle ilgili tartışmalar yaşanıyor. Geçen hafta Avrupa'nın borç krizinin aşılması konusunda Avrupa Yeşiller Partisi de önerilerini ortaya koydu. Yeşiller'in Paris Deklarasyonu, kısa, orta ve uzun vadede yapılması gereken 12 düzenlemeyi içeriyor. Deklarasyonun en çarpıcı tarafı, Yeşiller'in Avrupa’nın kurucu anlaşmalarının yeniden gözden geçirme çağrısı yapması. Öneriler ise şöyle sıralanıyor: "Yunanistan’ın borç yükünü sürdürülebilir kılmak, Avrupa Mali İstikrar Fonu'nu etkili bir siper haline getirmek, Avrupa bankalarını yeniden sermayelendirmek, 'Sadece kemer sıkma' yaklaşımını gözden geçirmek, Avrupa’nın mali piyasalarını güçlü bir regülasyona tabi tutmak, Vergi kaçaklarıyla mücadele ve vergi kolaylıklarını asgariye indirmek de dahil olmak üzere kapsamlı bir Avrupa vergi stratejisi geliştirmek, Avrupa Para Fonu’nu kurmak, Makroekonomik izleme çerçevesini hayata geçirmek, Güçlü ve ciddi bir Avrupa Hazinesi'nin oluşmasını sağlayacak bir Avrupa bütçesini iktisat politikalarının bir aracı haline getirmek, Avrupa için 'Yeşil New Deal' lanse etmek, AB 2020 hedeflerini istikrarla, büyüme ve mali hedeflerle aynı seviyede değerlendirmek, Karbondioksit fiyatını daha gerçekçi kılmak ve bu sayede 2020’de seragazı emisyonları azaltma hedefini yüzde 30’a yükseltmek, Mali kuruluşlara karbon stres testi uygulamak, Yasalara iklim riskini bir sistem riski olarak dahil etmek, 'yeşil endeks' kurmak, gerekirse vergi destekleri getiren yeşil bankacılığı geliştirmek, Yeşil yatırımları destekleme amacıyla Avrupa Merkez Bankası'nın yeşil bono çıkarması, yeşil yatırımlar ve şirketlerin kağıtlarını kamusal emeklilik fonlarını almaya zorunlu kılarak özel emeklilik fonlarını teşvik etmek, Nükleer ve fosil yakıtlar dışında yenilenebilir enerjiye geçişi gerçekleştirmek, Hayati iktisat politikalarında ortak karar almak, Yeni bir Avrupa için Sözleşme."

Fransa’yı krizden kim kurtarır yarışı



Avrupa’yı kasıp kavuran kriz, Avrupalı liderleri sahneden birer birer indiriyor, hükümetleri deviriyor, ülkelerin borç krizlerine bir de siyasi krizler eklemleniyor. Kurtarma paketleri, tasarruf önlemleri Avrupa’nın kemikleşmeye başlayan meselelerine bir türlü deva olamazken, hataların faturaları doğal olarak liderlere kesiliyor. Avrupa’nın derinleşen borç krizi karşısında bir türlü yapısal çözüm getiremeyen, günü kurtaran çözümleriyle krize neşter vuracak kararları alamayan liderler koltukları birer birer bırakırken, sürekli erken seçim takvimleri konuşuluyor. İrlanda, Portekiz, İspanya, Slovakya, Yunanistan ve İtalya derken, gözler Mayıs 2012’de seçime gidecek olan Fransa’da. Fransa ile birlikte dünya ekonomisinin lider ülkelerinden Almanya ve ABD’de de seçim var.
Kemer sıkma önlemleri ile bir yandan bütçe açığını kontrol altına çalışan bir yandan da AAA olan kredi notunu korumaya çalışan Nicolas Sarkozy Hükümeti’nin durumu gelecek seçimler açısından pek parlak değil. Geçtiğimiz günlerde biraraya gelme fırsatı bulduğum çeşitli sivil toplum kuruluşlarına mensup Fransızlar, artık ülkenin yeni bir lidere ihtiyacı olduğunu düşünüyor. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin en güçlü adaylarından olan Sosyalistlerin adayı François Hollande seçim kampanyasını başlattı. Fransız sosyalistlerinin ve Fransa solunun, Fransa’yı ve dolayısıyla Avrupa’yı etkileyebilecek önemli bir değişim sürecini başlatabileceği inancı var. Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde Sosyalistlerin adayı François Hollande Sarkozy’ye 20 puan fark atıyor. Türkiye’nin AB üyeliğine destek veren bir isim olan Hollande, yine de AB’nin Türkiye’yi hazmetmesinin zor olacağını düşündüğü için bu konuya şimdilik mesafeli.Fransa’da yapılan son anketler, Sosyalist Parti’nin Cumhurbaşkanlığı seçimini rahat bir şekilde kazanacağını ortaya koyuyor. Sarkozy’ye verilen destek ise yüzde 30’lara kadar düşmüş durumda. Krizin en yakıcı döneminde yönetime gelmesi muhtemel Sosyalistler’in aslında şimdiki hükümete göre çok farklı ekonomi politikaları yok ancak anketlerde yüzde 48’lik bir kesim Hollande’ın ekonomi politikalarının Fransa’nın geleceği konusunda daha etkili olacağına inanıyor. Aslında temelde soru şu, Fransa’da borç krizini Sarkozy mi yoksa Hollande mı daha iyi idare eder? Geçen yıl oybirliği ile kabul edilen Sosyalist Parti Programı ekonomideki verilerin son durumuna göre yeniden güncelleniyor. Program yüzde 2,5’luk bir büyüme oranı hedefiyle hazırlanmıştı, ancak son verilere göre bu oran yüzde 1’ler seviyesinde kalacak. Program bu gibi verilere göre yeniden düzenleniyor. Hollande, önseçimlerdeki kampanyasında ağırlıklı olarak kullandığı, “kamu borçlarının azaltılması ve mali dengelerin yeniden oluşturulması” söylemini sürdürüyor.
Öte yandan, New York başta olmak üzere Madrid, Londra, Atina, Frankfurt gibi kentlerde devam eden Indignados Fransızcasıyla Indignés (Öfkeliler) eylemleri henüz Paris’te çok güçlü değil. Eylemciler, geçtiğimiz günlerde Paris’in Wall Street’i denebilecek La Défense’i işgal etti. Şimdilik sesleri pek gür çıkmasa da, seçimlere uzanan süreçte işgal eylemlerinin artması ve büyük toplumsal patlamaların yaşanması bekleniyor.


Şirket iflasları başladı

Geçtiğimiz günlerde Fransa Başbakanı Francois Fillon, ülkenin bütçe açığını kapatmak için 2016’ya kadar 100 milyar avro tasarruf edileceğini, iflasın artık Fransa için de soyut bir kelime olmadığını söylemişti. Bütçe kesintilerinin bir parçası olarak pek çok tasarruf önlemi alınırken, bankaların kredi musluklarını kesmesinin ardından Fransa’da şirket iflaslarının gelmeye başladığı belirtiliyor. Hatta, Fransa ile iş yapan Çinli şirketlerin de bu durumdan etkilenerek iflas ettiği söylenenler arasında. Fransa’nın iş dünyası örgütü MEDEF, şirket iflaslarının ciddiyetine dikkat çekerken, bu krizin 10 yıl daha süreceğini ve 2012-2013’ün çok daha zor geçeceğini öngörüyor. Türkiye’ye ise krizin 2013’te etki edeceği beklentisi var. Yine MEDEF’in tahminlerine göre, Almanya’nın ekonomisi durgunluk sinyalleri veriyor, bu durum Avrupa’yı 2012’de resesyona sürükleyecek. Öte yandan, Fransız iş dünyası Sarkozy’nin seçimi kaybedeceğine kesin gözüyle bakarken, “Fransa’daki büyük burjuvazinin artık Sarkozy’yi istemediği”, “Sarkozy ile Fransa’nın 21. yüzyıla devam edemeyeceği” ifade ediliyor. Sarkozy, özellikle iş dünyası nezdinde kredibilitesini tamamen kaybetmiş bir lider. Tüm bunlar Hollande’ın önünün açık olduğuna işaret.


Sol ittifakta ‘nükleer’ anlaşmazlığı

Ancak, Hollande ile ilgili sol ittifak içinde nükleerle ilgili bir pürüz var. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turunda ittifak yapması beklenen Sosyalist Parti ve Yeşiller’in nükleer santrallerle ilgili farklı tutumları ciddi bir kriz olarak değerlendiriliyor.Hollande’ın, seçilmesi halinde Flamanville nükleer santralinin yapımına devam edileceğini söylemesi Yeşiller’le Sosyalistler arasındaki ipleri gerdi. Hollande, enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesi gerektiğini düşündüğünü, ancak gerekli güvenlik tedbirlerine uyulması halinde EPR inşaatının sürebileceğini söyledi. Yeşiller, şimdi “Hollande yeni santrallere dur demeyecekse anlaşma olmaz” kozunu ortaya sürüyor.