tag:blogger.com,1999:blog-22980082226049268652024-03-14T10:41:28.277+03:00Taraf KulisTaraf Kulishttp://www.blogger.com/profile/08350988942779711142noreply@blogger.comBlogger210125tag:blogger.com,1999:blog-2298008222604926865.post-4324024702298895702012-09-23T22:34:00.001+03:002012-09-23T22:34:34.754+03:00Avrupa’da GDO alarmıİnsan kendi felaketini kendi eliyle hazırlamaya ne denli meraklı ve bunu nasıl da şevkle yerine getiriyor. “Sofranıza ulaşan yiyecekleri yemek uğruna sağlığınızdan vazgeçmeniz gerekecek” dense, muhtemeldir bu cümleye muhatap herkes “önce sağlık” diyecektir. Ancak, devamında artık şu soruya da hazır olmanız gerek: “Sofranızdaki etin, sütün, yumurtanın, peynirin, meyve ve sebzelerin nereden geldiğinden, çocuklarınızı neyle beslediğinizden haberiniz var mı? Sofranızdaki bu ürünlerin sağlığınızı, geleceğinizi tehdit eden bir düşman haline gelebileceğinin farkında mısınız?”
Bir ay önce Türkiye Gıda Dernekleri Federasyonu’nun, Biyogüvenlik Kurulu’na yaptığı 29 adet GDO ithalatı başvurusunu geri çekmesi, hiç şüphesiz bu alanda alınmış önemli bir yoldu. Ancak, GDO üreticisi firmalar öyle güçlü lobilere sahip ki, GDO’lu ürünlerini bir ülkeye sokabilmek için her yola başvurabilir, büyük bütçelerle organik ürünlerin hiçbir besin değerinin olmadığı şeklinde kampanyalar yaptırıp, GDO’lu ürün üretilmezse insanlığın açlığa mahkûm olacağına ve dünyanın sonunun geleceğine dair insanları inandırabilir. Dünyanın her köşesinde temsilcileri ve müttefikleri bulunan bu şirketler öyle etkili ki, bir ürüne yasaklama geldiğinde hemen yenisini üreterek piyasaya sürebilir. Son zamanlarda, başka yöntemleri daha var. GDO üreticisi dev şirketler, organik ürün üreten şirketleri satın alıp bünyelerine katarak, hem bu şirketleri paravan gibi kullanıyor, hem onların bağımsızlıklarına ve güvenilirliklerine gölge düşürüyor. Fakat, artık onların da işi giderek zorlaşıyor.
Geçen hafta, Fransa’da devrim niteliğinde bir bilimsel buluşa imza atıldı, bugüne kadar GDO hakkında olumsuz olarak bilinen, tahmin edilen ya da iddia edilen pek çok görüş bu çalışmayla önemli bir somutluğa kavuştu. Caen Üniversitesi’nden biyolog Gilles-Eric Seralini’nin ekibi, GDO’lu tohum üreticisi ABD’li Monsanto, üretimi Roundup ilacına toleransı arttırılmış NK603 tipi mısırla beslenen ya da ABD’de tüketilmesine izin verilen seviyede Roundup içeren su verilen farelerin, normal beslenen farelerden daha erken öldüğünü açıkladı. Genetiği değiştirilmiş mısırla beslenen farelerin çoğunun kansere yakalandığı, bu tür mısırlarla beslenen dişi farelerin yüzde 93’ünde meme tümörleri belirlendiğini, erkek farelerin çoğunun ise böbrek ve karaciğer sorunları nedeniyle öldüğü kaydedildi. Çalışmayı 31,5 avro karşılığında www.sciencedirect.com/science/journal/aip/02786915 adresinden indirebilirsiniz.
Araştırmanın yöntemini standart altı bularak, sonuçların şüpheli olduğuna dair görüşler de mevcut. Monsanto Sözcüsü Thomas Helscher, araştırmayı derinlemesine inceleyeceklerini belirterek, “Şu âna kadar biyoteknolojik ürünler üzerine yapılan pek çok bilimsel araştırma, ki bunların arasında yüzün üzerinde beslenme araştırması da bulunuyor, her seferinde bunların güvenli olduğunu teyit etti. Bu, dünya çapında denetim kurumlarının değerlendirmelerine de yansıdı” diye buyurmuş.
Tabii, bu şirketin şaibeli geçmişine biraz göz atmakta fayda var. Her sektörde olabilecek hâkim durumunu kötüye kullanma hâli, bu şirkette doruk noktasına ulaşmış. Daha kuruluş yıllarında karıştığı skandallar, yüzlerce kişinin ölümüne neden olan kazalar ve birçok ülkede uyguladığı hukuksuzluk nedeniyle çarptırıldığı cezalar saymakla bitmez. Birkaç yıl önce Fransa’da bir mahkeme, bir çiftçinin şikâyeti üzerine Monsanto’nun ürettiği tarım ilaçlarının yaydığı zehirli gazlardan ötürü sorumluluğu olduğuna hükmetti. Kısa süre önce, Monsanto, Brezilya’daki bir yargı sürecinden sonra beş milyon çiftçiye 6,2 milyar avro ödemeye mahkûm oldu. Daha önceleri, Vietnam savaşı sırasında ABD ordusunun kimyevi ürünlerini kullanmasıyla iyice ünlenmiş olan Monsanto, kamuoyunda PCB ve Sarı Ajan isimli tarım ürünleriyle de özdeşleşmiş bir şirket.
Fransa’daki araştırma sonuçlarının paylaşılmasının ardından Avrupa’da, bu konunun yeniden ele alınması ve GDO’ların yeniden değerlendirilmesi gündeme geldi. Araştırmaya Avrupa hükümetlerinden ilk tepki verenlerden biri de, Avusturya Tarım ve Çevre Bakanlığı oldu, GDO’yu askıya aldığını açıkladı. Hâlihazırda Avusturya’da GDO’lu mısır ekimi sınırlandırılmış durumda. Belçikalı ve Fransız yetkililer de, bu çalışmayı son derece ciddiye aldı. Hatta, AB’ye üye diğer devletleri Brüksel’deki Avrupa Komisyonu’nu bu konuda hızlı bir karar alma sürecine yönlendirme çağrısında bulundular. Bu arada yeşil hareketin önde gelen isimlerinden Fransız çiftçi ve Avrupa parlamenteri José Bové, AB kurumlarını GDO ürün ekimini men etmeye davet etti.
Fransa’daki bilimsel tesbit yakında yapılacak iki büyük organik hareket için de büyük önem taşıyor. Dünya genelinde binlerce kişi, 2 ekimde başlayıp 16 ekimde Dünya Gıda Günü’nde sona erecek tohum özgürlüğü küresel ittifakının iki haftalık eylemine katılacak. Dünya çapında ekolojik sürdürülebilirlik adına önemli bir etkinlik olacak. Diğer yandan, 9 kasımda California’da gıda etiketlerinde “Bu ürün GDO’ludur” bilgisinin yer alması için referanduma gidilecek. Right to Know (Bilmek Hakkı) sloganlı kampanyadan yüzde 90 evet çıkması bekleniyor. Büyük GDO şirketlerinin sadece etikette yer alacak bir bilgi için nasıl bir karşı kampanya yürüttüğünü ise anlatmaya gerek yok.
Albert Einstein der ki, “Dünya yaşamak için tehlikeli bir yerdir, kötülük yapanların yüzünden değil, durup seyreden ve onlara ses çıkarmayanlar yüzünden...”
Toplumların GDO ile mücadelesi daha yeni başlıyor...
Taraf Kulishttp://www.blogger.com/profile/08350988942779711142noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2298008222604926865.post-9040599605169015202012-09-23T22:33:00.000+03:002012-09-23T22:33:02.292+03:00Nükleer santral ve ahlakBilimselmiş gibi bir üslup benimseyerek, dünyanın geniş kesimleri tarafından kabul edilmiş birtakım gerçekleri çarpıtarak kamuoyuna sunmak ve hatta propaganda malzemesi hâline getirmek, bu iktidar döneminde epey yaygın bir davranış biçimi hâline geldi. Bunu bugün kentsel dönüşüm planlamalarında, Haliç’teki metro köprüsünün İstanbul’un siluetini bozması meselesinde, doğayı tahrip eden, SİT alanlarını inşaata ve talana açan yasalarda, HES, kömürlü termik santraller gibi enerji projelerinde, başını TOKİ’nin çektiği envaiçeşit inşaat projesinde sıklıkla gözlemliyoruz. Bunun en spesifik örneklerinden biri de şüphesiz nükleer santralle ilgili olanları. Türkiye’de özellikle enerji sektöründeki yatırımlarda, çevreye, sanayiye ve istihdama olan etkilerinden tamamen bağımsız şekilde hareket ediliyor. Bu da genel bir vizyonsuzluğun, “ben yaptım oldu” anlayışının, halkın geniş kesimlerini ilgilendiren projelerin kamuoyu ile istişare edilmesi olgusuna sahip olunmayışının tezahürü olsa gerek. Arzın değil, talebin yönettiği enerji politikaları benimsenmiş olsa, zaten bugün bunları defalarca yazmak zorunda kalıyor olmazdık.
Fukushima felaketinden bu yana gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin nükleer santral politikalarında önemli değişimler izliyoruz. Nükleer santral yapımını Türkiye gibi kronik, olmazsa olmaz noktasına getirmiş, enerjide “Ruslara bağımlı olmak istemiyoruz” diyerek, nükleer için Ruslara sonsuz imkânlar sunmuş bir ülkeye bu süreçte rastlamadık. Yunanistan, Danimarka, Norveç, Portekiz gibi nükleer işine bugüne kadar hiç bulaşmamışlar bir yana, başta Almanya olmak üzere kimi ülkeler gelecekte enerji planlamalarında nükleerin ne kadar yer alacağı, alternatif enerjilere ne kadar yatırım yapılacağı üzerine yol haritalarını ortaya koydular. Sadece geçen hafta bu yönde birkaç ülkeden çeşitli taahhütler geldi. Mesela, Fransa, 34 yıllık bir santralini beklenenden önce 2016’da kapatacağını duyurdu. Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande, 2025’e kadar nükleer enerji kullanımı oranını yüzde 75’ten 50’ye düşüreceği sözünü yineledi. Japonya’da Kabine Kurulu, 2030’larda nükleer enerji kullanımına son verilmesini resmen talep etti.
Kurulun önerdiği yeni enerji politikası, yıllardır nükleer enerjiyi savunan Japonya’nın enerji politikalarında büyük değişimi gösteriyor. Fukuşima felaketinden önce enerji ihtiyacının üçte birini nükleer enerjiden karşılayan Japonya, bu oranı 2030’a kadar yüzde 50’ye çıkartmayı planlıyordu.
Daha Akkuyu’ya yapılacak nükleer santralin hukuksal ve iktisadi altyapısı tamamen oluşturulmamışken, konu yeterince kamuoyu ile ele alınmamışken, Enerji Bakanı Taner Yıldız, ikinci santralle ilgili yılsonuna kadar kararın verileceğini açıkladı. Nükleer enerjiyi böyle iştahla Türkiye’ye kazandırmak! isteyenler, mevcut tepkiyi kırmaları gerektiğinin bilincinde. Yıldız, “Nükleerle enerjide dışa bağımlılığımız artmayacak aksine azalacak” diyor. Ancak, hukuki durumdan pek bahseden yok.
Nükleer enerji ve çevre konularında uzman Prof. Dr. Hayrettin Kılıç, Türkiye ve Rusya Nükleer Teknoloji Transferi Anlaşması’na ilişkin hukuki sorunlara değindiği yazısında, durumu uluslararası nükleer zarar sorumluluğu konvansiyonları açısından ele almış: “Türkiye ile Rusya arasında yapılan nükleer teknoloji transferi anlaşmasının hiçbir maddesinde inşa eden ve işleten olarak, tasarım, malzeme ve operasyon hatalarından meydana gelen kazanın sorumluluğunun Ruslara mı yaksa Türklere mi ait olduğuna dair hiç bir hüküm yok.” Anlaşmanın 16. maddesinde, “İşbu anlaşma kapsamında işbirliği çerçevesinde oluşabilecek nükleer zarara ilişkin üçüncü taraf sorumluluğu, Türkiye’nin taraf olduğu veya olacağı uluslararası anlaşmalar, belgelere ve Türk tarafının ulusal kanunları ve düzenlemelerine göre düzenlenecektir” maddesiyle ilgili Kılıç’ın yorumu şöyle: “Yakın bir tarihte özelleştirilmesi planlanan Rosatom’un Akkuyu’da kurulacak nükleer santral ve yakıt fabrikasyonu tesislerini işleten olarak, bu santralde meydana gelebilecek kazaların Türkiye’de ve komşu ülkeler de sebep olabileceği hem ekonomik hem de hukuki sorumluğunu Türkiye’ye yüklemiştir.”
Hukuksal altyapısı yok iktisaden fizıbıl mı? Bahçeşehir Üniversitesi’nden Prof. Dr. Erhun Kula da, konunun tam bir mayın tarlası olduğunu, iki ülke arasındaki anlaşmanın hiçbir uluslararası hukuksal altyapısı olmadığını, 35-40 yıl sonra sökülecek bu santralden çıkacak atıkların ne yapılacağının, nasıl depolanacağının hiçbir şekilde bilinmediğini belirterek, şöyle diyor: “Zamanı gelince bakacağız deniyor. Başbakan Erdoğan bu işe karar verdi ve onun dediği oluyor. Herhangi bir kaza durumunda, insanların nasıl tahliye edileceğin, kimin tazminat ödeyeceği gibi hukuki sorumlulukları kimin üstlendiği belli değil. Ayrıca, nükleer santralden elde edilen elektrik en az üç misli fiyata halka satılacak. TEDAŞ, fabrika çıkış fiyatı 24,7 kuruş olan fiyatın üzerine sekiz kalem vergiyi ekleyecek, şu anki elektrik fiyatı katlanacak halka sunulmuş olacak.”
Özetle, nükleer meselesinde hukuki, ekonomik, çevresel sorunların yanı sıra ciddi bir demokrasi ve ahlak sorunuyla da karşı karşıyayız.
Taraf Kulishttp://www.blogger.com/profile/08350988942779711142noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2298008222604926865.post-50813514183488934952012-09-23T22:30:00.003+03:002012-09-23T22:30:47.676+03:00Batı yeni Mısır'a ısınıyorDevrim sonrası Mısır, yeni devlet başkanını buldu, sıra yeni bir anayasa yapmakta ve ekonomiyi baştan aşağı toparlamakta. Dinsel ve seküler ayrışmanın ülkenin geleceğini nasıl belirleyeceği, yeni yasalar oluşturulurken şeriata ne kadar rol düşeceği, dış siyasette ve özellikle İsrail ile olan ilişkide nasıl yol alınacağı, siyaset-asker ilişkilerinin nasıl düzenleneceği, vatandaşlık ve bireysel haklar, azınlık ve özellikle Kıpti hakları, sivil toplumun alanı, kadının toplumdaki yeri gibi çare, çözüm, cevap bekleyen birçok konu bulunuyor yeni yönetimin ve toplumun önünde. Acil dikkat ve müdahale gerektiren alan ise Mısır’ın yerle bir olmuş ekonomisi. Saygınlığını yitirmiş, bin bir türlü yolsuzluğa bulaşmış Mübarek rejiminin ardından, Müslüman Kardeşler’in hızla serbest piyasa ekonomisi ortamını yeniden sağlaması, gelirdeki eşitsizliği gidermesi, bu zamana kadar bastırılmış (sadece elitlerin tekelinde kalmış) olan özel girişimin serbest bırakılarak geliştirilmesini sağlaması, bütçe ve dış açığı azaltması, hızlı ekonomik büyüme ve istihdam yaratması gerçekleştirecek bir ekonomik yol haritası planlaması için elzem. Ama ekonominin yeniden rayına girmesi ve insanların yaşam standartlarının yükseltilmesi hiç kolay değil.
Mısır’ın şu anki borç miktarının 200 milyar dolar civarında olduğu belirtiliyor. Ekonomik adalet ve eşit gelir dağılımını hedefleri arasına yerleştiren Mısır devriminin yeni bir “ekonomik gerçeklik” yaratması gerekiyor. Mübarek döneminde Mısır’da ekonomi, yönetici elitlerin çıkarı için yozlaştırılmaktan çekinilmeyen, “adamına göre muamele” usulüyle işleyen bir serbest piyasa ekonomisi yoluyla ilerliyordu. Ancak, bundan sonrasında Mısır’ın Batı ekonomisinden kopuk, kendi içinde dönen, kapalı devre işleyen bir ekonomi ile yönetilmeyeceği kesin. Bunu yeniden inşa etmek de mutlaka zaman alacak.
Gerçi, yakın ilişkileri vesilesiyle Katar’ın kasasını Mısır’a açması, IMF Başkanı Christine Lagarde’ın Tahran’da gerçekleştirilen Bağlantısızlar Zirvesi’nin hemen öncesinde yaptığı Kahire ziyareti, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın Mısır’a yaptığı ziyaret sırasında verdiği mesajlar, Müslüman Kardeşler yönetiminin sanıldığından daha hızlı toparlanmasını sağlayabilir.
Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi, geçen ay IMF’den 4,8 milyar dolar kredi talep etti, anlaşmanın yılsonuna doğru kabul edilmesi bekleniyor. Lagarde’ın, Mursi ile görüşmesinin ardından, “Mısır halkının daha iyi yaşam standardına kavuşmak ve sosyal adaletin sağlanması gibi meşru beklentileri var. IMF olarak yardıma hazırız. IMF, geçiş sürecinin başlangıcından beri Mısır yetkilileri ile yakın diyalog içerisinde bulunarak, hükümetten gelen talep doğrultusunda teknik destek sağladı” şeklinde yaptığı açıklama dikkat çekiciydi. O toplantı sonrası, IMF ve Mısır yönetimi, eylül ayı içinde programlar üzerinde çalışıp, IMF’nin olası finansal destek modellerini görüşmek üzere anlaştı. Kimileri, en temel hak ve imkânlardan yoksun milyonlarca Mısırlıya, IMF tarzı bir serbest piyasa ekonomisi dayatmanın hiçbir fayda yaratmayacağı görüşünde. Yola IMF ile çıkmanın esaslı ekonomik reformlar için güvenilmez bir başlangıç olduğunu düşünmek son derece doğal.
Öte yandan, Mısır’ın uluslararası kuruluşlardan teknik destek almadan tek başına zorlukların üstesinden gelmesi de pek kolay değil.
Aslında, Mursi ve Müslüman Kardeşler, başlangıçta dışarıdan yardım almama konusunda “kendi kendini baltalayan” bir duruş benimsedi. Hazirandaki seçimden bu yana, yönetimde ciddi zorluklarla karşı karşıya kalınca Mursi, giderek daha pragmatik bir hâle geldi. Mısır’ın sorunları büyük bir bütçe açığı, döviz rezervlerinde tehlikeli bir düşüş, daha iyi okullar ve istihdam için binlerce insana ihtiyaç uluslararası yardım almadan çözmek için çok fazla büyük.
Obama yönetimi de, geçen hafta yardım paketi konusunda Mursi hükümeti ile anlaşmaya yakın olduklarını duyurdu. Mısır’ın ABD’ye borcu üç milyar doları aşıyor ve Obama, bunun bir milyar dolarını silmeye hazır. Bu da Mısır hazinesini epey rahatlatacak gibi. Obama ayrıca, Mısır’da yatırım yapmak için, ABD’li şirket ve bankalara 375 milyon dolarlık finansman ve kredi garantisi vermeyi teklif etti. Geçen hafta New York Times’ta konuyla ilgili bir makale Obama’nın bu desteği vermek için Müslüman Kardeşler ile asker, demokratik bir yola girebilecek mi diye çok beklediği notunu düşüyordu.
Yeniden inşa döneminde Batılı güçlerin ve uluslararası kuruluşların böylesi desteğine mazhar olmuşken, Müslüman Kardeşler’in onlara sırtını dönmesi şu aşamada pek beklenmemeli. Elbette bu ilgi Mısır’ın kara kaşı kara gözü için değil. İlginin kaynağında Mısır’ın istikrarı kadar, Mısır’ın Ortadoğu’daki önemi, İran’a karşı geleneksel ağırlığı (Tahran’daki Bağlantısızlar Zirvesi’nde Mursi’nin İranlı ev sahiplerinin gözlerinin içine baka baka ve bizim hükümetin hiçbir zaman yapamadığı şekilde İran’ın her anlamda kol kanat gerdiği Suriye yönetimini yerden yere vurması tesadüf değildi) ve İsrail’in güvenliği var. Yeni Mısır’ın, Katar, Suudi Arabistan, Türkiye ve Ürdün ile birlikte ABD’nin başını çektiği koalisyona dâhil olması Batı için hayati.
Taraf Kulishttp://www.blogger.com/profile/08350988942779711142noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2298008222604926865.post-51542430966486406102012-09-23T22:29:00.001+03:002012-09-23T22:29:25.496+03:00Sıra onlara geldiHer geçen gün daha net biçimde anlaşılıyor ki, yasalar, yaptırımlar ve hatta sert ilkeler olmadan günümüz modern toplumlarının doğayı kendiliğinden koruyacağı ve başına gelen felaketlerden ders alacağı pek yok. İnsanın doğayı başına buyruk şekilde yok etmek gibi bir hakkının olmadığı bir yana dursun, işin ahlaki boyutuna ise hiç girmiyorum. Doğanın sonsuz olduğu ve istendiği gibi tüketilebileceği fikrinin, yeryüzünün farklı coğrafyalarından bağımsız şekilde hep aynı öğretilmiş davranış biçimi olarak karşımıza çıkıyor olması tesadüf mü?
Üstelik, artık küresel ısınmadaki keskin hızlanmayı durdurmak için belirlenen uluslararası hedefin gerçekçi olmadığı da gün gibi ortada. 2050’ye kadar küresel ısınmanın iki dereceden fazla artmaması için çaba harcanması hedefi üzerinde uluslararası bir mutabakat oluşmuştu—ki, uzmanlar bu düzeyde bir artışın bile felakete yol açacağı konusunda hemfikir— ancak, gelinen noktada bu hedefe pek kulak asan bir ülke göremedik. Sözkonusu hedef, küresel ısınmanın başlıca sorumlusu olarak gösterilen sera gazları salımında önemli oranda kesintiye gidilmesini gerektirecek. Bu hedefe ciddi olarak yanaşmış bir ülke bulmak bir yana dünyayı en çok kirletenler, adeta “daha çok hangimiz kirleteceğiz” yarışına girmiş durumda. Bu konuda ciddi ve somut adımlar atılmasının önündeki en büyük engellerin başında güçlü petrol, gaz ve kömür gibi enerji şirketleri sıralanabilir. Zira, milyarlarca dolarlık kârlılığa sahip bu şirketlerin siyasi kampanyalara, tek işi iklim değişikliğini inkâr etmek olan düşünce kuruluşlarına ve bu inkâr faaliyetlerine çanak tutacak medyaya yetiştirecek epey sermayesi var.
Başına gelen felaketlerden ders almayan, karbon salınımıyla ilgili taahhüt altına girmekten itinayla kaçınan ABD, bu tür ülkeler için verilebilecek en güzel örneklerden biri. ABD’yi kasıp kavuran aşırı sıcaklar, fırtınalar ve kuraklık sonucu nihayet tüketim bağımlısı Amerikalıların pek çoğu bir aydınlanma geçirmiş; yapılan bir çalışmaya göre artık Amerikalıların yüzde 70’i iklimin değiştiğine inanıyormuş. İklimin ani ve şiddetli olarak değişmesini insanoğlu, bizzat kendisi tecrübe etmedikçe küresel ısınmayı inkârı sürdürecek. Son pişmanlık hiçbir işe yaramadığı gibi bu saatten sonra bir seferberlik hâli ortaya konmadıkça, kaybedilenleri geri getirmek imkânsız. Dolayısıyla, küresel ısınmaya neden olan sera gazı salımının yüzde 25’inden sorumlu olan ABD’nin dün kuraklığın vurduğu mısır tarlaları ile başı dertteydi, bugün sellerle ve Isaac fırtınasıyla.
Arap Baharı sonrasında Ortadoğu’da meydana gelen karışıklık ve çatışma ortamının en çok ABD’ye yaradığı geçen haftanın önemli maddelerinden biriydi. ABD’nin, geçen yıl silah satışını bir önceki yıla göre üçe katladığını, en iyi müşterilerinin de, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Umman olduğunu öğrendik. 2011’de dünya genelinde gerçekleştirilen 85,3 milyar dolarlık silah alımında aslan payını 66,3 milyar dolarla ABD almış. Doğayı kirletmenin ve küresel ısınmanın baş müsebbibi olmanın bedelini yaşadığı felaketlerle daha sık ödemeye başlayan ABD, silah satışına gösterdiği eforu biraz olsun açlıkla mücadeleye ve doğa koruma için göstermiş olsaydı, insanlığa çok daha büyük faydası olurdu.
Oysa, atılacak adımlar, yapılacak listesi, insanların yapabileceklerinin çok uzağında değil, zorlu süreçler ve kapasiteler gerektirmiyor. Tarımda kimyasal kullanımının azalması, yerellik temelli bir gıda sisteminin kurulması, çevreyi kirleten enerji türlerinin sübvanse edilmesinin bırakılması, temiz enerji türlerinin desteklenmesi, enerji tasarrufunun daha iyi planlanması, karbon salınımı gerçekleştirenlerin, havayı, suyu kirletip çöplük gibi kullananların daha sıkı denetlenmesi ve bunun bedelini ödemesi, otomobile bağımlılığın azaltılması yapılabileceklerden sadece birkaçı... Ertelemek, işi yokuşa sürmek içinse hiçbir özür geçerli olmamalı...
Dolayısıyla, küresel ısınmanın önüne geçilemezse, ABD Hükümeti veya karbon salınımıyla ilgili bağlayıcı adımlara ekonomik kaygıları gerekçe göstererek karşı çıkan diğer hükümetlerin pek yakında itiraz için bir sebebi kalmayabilir. ABD’li MIT Üniversitesi’nde yapılan bir çalışma, sıcaklıklardaki kısa süreli ve geçici artışların bile ekonomik büyümeyi düşürdüğünü gösteriyor. Projenin yöneticilerinden Profesör Benjamin Olken, bu etkinin sadece tarım sektörüyle ilgili olmadığını, yatırım, siyasi istikrar ve sanayiye etkileri gibi geniş bir yelpazeyi olumsuz etkilediğini belirtiyor.
İklim değişikliğinin yıkıcı etkilerini reddetmek ve iklim değişikliğine karşı pozisyon almak çok fazla sürdürülebilir bir durum değil. Politikacılardan da çok fazla şey beklememek lazım. Zengin ülkeler sera gazı salınımlarını azaltıp küresel ısınmayı kontrol altına almadıkları sürece kriz derinleşecek. Bugüne kadar dünyanın iyi yaşayan azınlığı sıra kendilerine hiç gelmeyecekmiş gibi açlıktan kırılan, iklim mültecisi hâline gelen, türlü felaketle boğuşan, topraklarını kaybeden çoğunluğu uzaktan seyrediyordu. Şimdi sıra onlara geldi...
Taraf Kulishttp://www.blogger.com/profile/08350988942779711142noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2298008222604926865.post-46600519170318910912012-09-23T22:24:00.000+03:002012-09-23T22:24:00.939+03:00Midilli'de kriz yokTatilin rehavetinden kurtulan Avrupalı liderler, geçen hafta kaldıkları yerden krizdeki Yunanistan’ın geleceğini istişare edip Yunanlara sert mesajlar vermeyi sürdürürken, Yunan tarafı da mali krizin getirdiği kemer sıkma önlemleri arasında biraz olsun nefes alma peşinde. Yunanistan kendi krizini en ağır şekilde yaşarken, buna bir de diğer Avrupa ülkelerindeki krizler eklenince, ülkenin turizmi de ciddi şekilde darbe aldı. Ancak, bu noktada Yunanistan’ın imdadına sanki Türkler yetişti. Şimdilerde Yunanistan’ın en revaçta olan turizm beldeleri olan adalarını Avrupalılar yerine Türkler dolduruyor. Özellikle Avrupa ülkelerinden Yunan Adaları’na giden turist sayısında bu yıl yüzde 50 düşüş gerçekleştiği belirtilirken, Türkiye’den gelen turist sayısında ise ciddi patlama var.
Böylece, Türkiye’nin Ege kıyıları karşısında bulunan Yunan Adaları, Ramazan Bayramı vesilesiyle geçen hafta epey hareketlendi. Türkiyeli turistlerin Yunan Adaları’na gerçekleştirdiği bu “çıkarma” sayesinde Yunanistan’ın genelinde hissedilen krizin etkileri, adalarda bir nebze olsun hafiflemiş görünüyor. Bayram tatili vesilesiyle sadece Midilli Adası’na gelen Türk turist sayısı 2500 civarında. Bu geliş gidişler ada halkını memnun ediyor. Midilli’nin yerel gazetelerinden biri bayramın bitişinin ardından “Yaşasın Bayram” manşetiyle çıktı. Tüm bu gelişmelerde Yunanistan’ın başlattığı “limanda hızlı vize” uygulamasının da etkili olduğunu söylemek lazım.
Ekonomisi kendi içinde dönen ve en önemli üretim kalemi zeytinyağı olan Midilli Adası’na turizmin de hareketlenmesiyle anakarada görülen sıkıntılar, kaos ortamı pek uğramamış görünüyor. Onlar da Türkiyelilerin geliş gidişlerinden memnun ki, daha önce hemen hemen hiç rastlamadığım kadar Türkçe broşürle, Türkçe yönlendirmelerle gelenleri karşılıyorlar. Daha önceki gelişlerimden farklı olarakdikkatimi çeken bir diğer ayrıntı ise, adanın gitgide daha fazla rüzgâr ve güneş gibi yenilenebilir enerji kaynaklarına yatırım yapıyor oluşu. Krizdeki bir ülkenin alternatif enerji kaynaklarına yatırım yapıyor oluşu her açıdan takdire değer.
Batı Avrupa ülkelerinin sürekli “vergi vermeyen” bir ülke olarak lanse ettiği Yunanistan’da o işler de artık değişiyor, hayat eskisi gibi değil. Krizin bu hâle gelmesinde ülkedeki vergi kaçakçılığının ulaştığı boyutlar, rüşvet mekanizması ve devletin vergi toplama konusundaki zaafları etkili olmuştu. Bugüne kadar Yunanistan’ın Avro’dan çıkmasına bir tabu gözüyle bakılırken, Avro’dan çıkışın “yönetilebilir bir durum olacağı” Avrupa’nın en üst düzey bürokratları tarafından dile getirilmeye başlamıştı. Ülkelerin üzerindeki böylesi kötü imajları ne kadar güç olduğu herkesin malumu. Ancak, bazı rakamlar krizdeki Avro Bölgesi ülkelerinin, Yunanistan kadar ekonomisini düzeltmek için gayret göstermediğini ortaya koyuyor. Mesela, Yunan hükümeti, son iki yılda GSYH’nın yüzde 20’si oranında vergileri arttırıp, harcamaları azaltmış. Bu rakamlar da bugüne kadar Portekiz ve İspanya’nın yaptıklarının beş katına tekabül ediyor. Daha önce pek de vergi ödeme alışkanlığına sahip olmayan Yunan halkı da artık alışkanlıklarını değiştirmişe benziyor. Yunanistan’da hükümetin gelirleri arttırabilmek için emlak sahiplerine getirdiği yeni ek vergiler, halkın belini bükmiş vaziyette.
Tüm bu resme genel olarak bakacak olursak, Ege’nin iki yakasındaki halkların yeni bir ilişki, yeni bir keşif ve yeni bir iletişim süreci içinde olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye ve Yunanistan ilişkileri —her ne kadar Türkiye ile ilişkilere mesafeli duran bir Andonis Samaras liderliğinde bir hükümet iktidarda olsa da— adalar üzerinden yeni bir boyut kazanıyor. İki ülke arasındaki geliş gidişleri sadece ticari bir alışveriş ilişkisi olarak görmemek lazım. Ayvalık, Foça, Dikili ve İzmir civarından gelen Rum Ortodoks mübadillerin iskân edildiği adadaki göçmen köylerinden olan Skala Loutron balıkçı köyündeki küçük müzede Anadolu’dan göçerken, beraberlerinde getirebildikleri eşyalar sergileniyor. Türkiyeliler ve Yunanistanlılar, bu müzede geçen hafta ortak bir etkinlik düzenlediler. Dolayısıyla sadece turizm ya da ticaret odaklı değil aynı zamanda unutulmuş, geçmişte kalmış ortak değerlerin yeniden canlandırılması, ortak hafızanın hatırlanması açısından bu tür birliktelikler önemli.
Türkiye’nin uçsuz bucaksız vurdumduymazlığı ile dış politikasında kaş yaparken göz çıkarma hâllerini bir yana bırakacak olursak, Ankara’nın gündeminde “nasıl yapsak da Yunanistan ile ilişkilerimizi canlandırsak” gibi bir maddenin olmadığı aşikâr. Öte tarafta Atina’daki kriz hükümetinin de bu ilişkiyi canlandırmaya ne vakti ne de mecali var...
İnsanların birbirleri hakkında değil de birbirleriyle konuştuğu bir ortak değerler haznesi meydana getirebilirsek, hayatı hem kendimize hem çevremize daha yaşanır bir hâle getirebiliriz. Midilli’de olduğu gibi...
Taraf Kulishttp://www.blogger.com/profile/08350988942779711142noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2298008222604926865.post-48709169903024590602012-09-23T22:22:00.001+03:002012-09-23T22:22:25.773+03:00Daha fazla kamu taşımacılığı<br />
<div style="background: #F9F9F9;">
</div>
<div style="background-position: initial initial; background-repeat: initial initial;">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif; font-size: 11pt;">Türkiye’de bulunduğu makamı olur olmaz gözümüze sokmaya meraklı
isimlerin başında<span class="apple-converted-space"> </span><b>İstanbul
Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş</b><span class="apple-converted-space"> </span>geliyor.
10 milyar liraya yakın bir yatırımla yapılan metro hattı açılıyor diye olay
oluyor.<span class="apple-converted-space"> </span><b>Metroyu, 20 yıldır
aynı partinin idaresindeki büyükşehir belediyesi yapmayacaktı da kim yapacaktı?</b><span class="apple-converted-space"> </span>Sanki kamunun ve yerel idarenin
dışında toplu taşıma meselesini çözecek başka bir kurum varmış, bu işleri
hayata geçirmek rekabete açıkmış gibi...<o:p></o:p></span></div>
<div style="background-position: initial initial; background-repeat: initial initial;">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif; font-size: 11pt;">Topbaş, cuma günü açılış töreni
gerçekleştirilen Kadıköy-Kartal metro hattının açılışından önce<span class="apple-converted-space"> </span><b>14 ulusal gazetenin birinci
sayfasında padişah fermanı gibi berbat tasarımlı bir ilan</b>la karşımıza
çıktı. Kamu taşımacılığı yapma konusunda tek yetkili belediye, o ilanları
vermese, halkın böyle bir hizmetten haberinin olmaması ihtimali mümkün mü?
Açılışın kendisi zaten en büyük iletişim değil mi?<o:p></o:p></span></div>
<div style="background-position: initial initial; background-repeat: initial initial;">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif; font-size: 11pt;">İlan metronun hizmete giriyor
olmasını gözümüze sokarken, Topbaş gazetelere yansıyan bir de itirafta
bulunuyordu: “<b>Bu metrobüs sistemiyle olmuyor</b>, yoğunluk var. Sadece
metrobüs hattını kontrol eden bir komuta merkezi kurulacak, kalabalık noktaları
görecek ve kalabalık yerlere otobüs gönderecek.”<o:p></o:p></span></div>
<div style="background-position: initial initial; background-repeat: initial initial;">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif; font-size: 11pt;">Topbaş, otobüsle günlük yolcu
taşıma kapasitesinin İstanbul’da dünyanın diğer benzer kentlerindekine oranla
iki katını aştığını, hafif metro ve raylı sistem gerektiğini belirtiyor ve
ekliyor:<span class="apple-converted-space"> </span><b>“Otobüsle de olacak
iş değil.”<br />
<br />
Topbaş’a birileri İstanbul’da deniz ulaşımının toplam ulaşım çözümleri içinde
yüzde 3’lük bir paya sahip olduğunu, deniz ulaşımına ağırlık verilmesiyle kara
ulaşımındaki kaosu azaltmaya yardımcı olabileceğini hatırlatsa...</b><o:p></o:p></span></div>
<div style="background-position: initial initial; background-repeat: initial initial;">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif; font-size: 11pt;">Metro hattı açılışı tantanasının
yanında kentsel ulaşım sistemlerinde alternatif geliştirmek, deniz ulaşımının
kullanımını arttırmaya yönelik çözüm üretmek, arabalı vapurları daha fazla ve
daha farklı yönlerde çalıştırmak da yerel yönetimlerin sorumluluğu altında olsa
gerek.<o:p></o:p></span></div>
<div style="background-position: initial initial; background-repeat: initial initial;">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif; font-size: 11pt;">Sayıları çoğaltılabilecek,<span class="apple-converted-space"> </span><b>dünyanın New York, Londra, Pekin,
Madrid gibi önemli kentlerinin metroları 20. yüzyılın başlarında hayata
geçirildi. İstanbul’da ise ilk metroya 2000’lerin başında sahip olduk.</b><span class="apple-converted-space"> </span>İstanbul’da CHP’li<span class="apple-converted-space"> </span><b>Nurettin Sözen döneminde başlatılan
yatırımı AKP iktidarı sürdürdü</b>, gerekli maddi imkânları sağladı ve bu ilk
açılan metroya daha sonra yeni hatlar ekledi. Kadir Topbaş’ın şansı, hükümetin maddi
anlamda tam desteğini alarak bu projeleri hayata geçirebilmek oldu.
Dolayısıyla, sıklıkla totaliter rejimlerde görülen geçmişi sıfırlayarak<span class="apple-converted-space"> </span><b>“herşey benimle başladı”
yanılgısına düşmemek, geçmişte olup bitenleri hatırlamak için biraz arşiv
karıştırmak lazım</b>.<o:p></o:p></span></div>
<div style="background-position: initial initial; background-repeat: initial initial;">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif; font-size: 11pt;">Sınırlarının nerede başlayıp
nerede bittiği giderek bir muamma hâline gelen İstanbul’un devliği karşısında
hayli minimal kalan metro sistemini, füniküleri, raylı sistemleri, hafif
metroları alt alta koyduğunuzda ancak yüzde 10’luk bir rakama ulaşıyorsunuz.
Deniz ulaşımını da yüzde 3 olarak kabul edersek, geriye kalan yüzde 87 karayolu
taşımacılığının payına işaret ediyor.<span class="apple-converted-space"> </span><b>Metrobüslerle,
otobüslerle bu trafik sorununun çözülemeyeceğinin farkına varmış bir iktidarın
üçüncü köprü ısrarını anlayabilen varsa beri gelsin.</b><span class="apple-converted-space"> </span>Özellikle İstanbul’da ulaşım
politikalarının son 50-60 yılda karayoluna odaklı olarak planlanmasından
denizyolu, demiryolu gibi alternatiflerin geri planda bırakılmasından kimse
ders almışa benzemiyor. Avrupa’da neredeyse orta büyüklükte bir ülke çapındaki
kentin yerel yöneticisi olarak hem karayolundaki yoğunluktan şikâyet edip hem
de trafik arapsaçına dönünce “üçüncü köprü karşıtları şimdi ne diyecek, işte
büyük ihtiyaç” demek büyük bir paradoksu kendi içinde barındırıyor.<span class="apple-converted-space"> </span><b>Daha rantabl kamusal ulaşım
seçeneklerine yönelmek yerine karayolu ulaşımını pompalayacak üçüncü, dördüncü,
beşince köprüler ne kadar metro yaparsanız yapın, yine insanı değil araçları
odağa aldığınız bir ulaşım politikasından öteye geçmez...</b><o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<br />
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif;"></span></div>
Taraf Kulishttp://www.blogger.com/profile/08350988942779711142noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2298008222604926865.post-36157042396856482772012-08-12T14:38:00.000+03:002012-08-12T14:38:30.982+03:00Milli spor olarak inşaat<span class="Apple-style-span" style="color: white;"><br /></span>
<span class="Apple-style-span" style="color: white;"><br /></span>
<span class="Apple-style-span" style="color: white;"><br /></span>
<span class="Apple-style-span" style="color: white;"><br /></span>
<span class="Apple-style-span" style="-webkit-composition-fill-color: rgba(175, 192, 227, 0.230469); -webkit-composition-frame-color: rgba(77, 128, 180, 0.230469); -webkit-tap-highlight-color: rgba(26, 26, 26, 0.292969); font-family: Arial; font-size: 17px;"></span><br />
<div style="margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px;">
<span class="Apple-style-span" style="-webkit-composition-fill-color: rgba(175, 192, 227, 0.230469); -webkit-composition-frame-color: rgba(77, 128, 180, 0.230469); -webkit-tap-highlight-color: rgba(26, 26, 26, 0.292969); font-family: Arial; font-size: 17px;"><span class="Apple-style-span" style="color: white;"><br /></span></span></div>
<span class="Apple-style-span" style="-webkit-composition-fill-color: rgba(175, 192, 227, 0.230469); -webkit-composition-frame-color: rgba(77, 128, 180, 0.230469); -webkit-tap-highlight-color: rgba(26, 26, 26, 0.292969); font-family: Arial; font-size: 17px;">
<span class="Apple-style-span" style="-webkit-composition-fill-color: rgba(175, 192, 227, 0.230469); -webkit-composition-frame-color: rgba(77, 128, 180, 0.230469); -webkit-tap-highlight-color: rgba(26, 26, 26, 0.292969); font-family: Arial; font-size: 17px;"><div>
<span class="Apple-style-span" style="color: white;">İki haftadır gözümüz kulağımız Londra’daki Olimpiyat’ta olup bitenlerdeydi. Farklı farklı dallarda başarı için, madalya için yarışan Güney Afrikalı, Kübalı, Kenyalı ya da Çinli sporcularla empati kurarken, nasıl bir hayat hikâyeleri var, ne süreçlerden geçerek Olimpiyat’ta yarışacak kalibrede bir sporcu hâline geldiler, nasıl bir eğitim aldılar, kimlerden destek gördüler gibi soruları kendime sormadan edemedim. Görmesini bilene Türkiye açısından bu olimpiyatlarda meydana gelen gelişmelerin birkaç önemli sonucu var, bir tanesi spor sadece futboldan ibaret değildir, ikincisi ise spor erkeklerin tekelinde değildir. Türkiye, Londra’da son anda alınan birkaç madalya dışındaki genel başarısızlığın resmine objektif olarak bakabilirse, neden 2020’de Türkiye’de olimpiyat yapmak istediğinin de cevabını bulur düşüncesindeyim. </span></div>
<div>
<span class="Apple-style-span" style="color: white;"><br /></span></div>
<div>
<span class="Apple-style-span" style="color: white;">Olimpiyatları gerçekleştirmeye aday ülkelerden Olimpiyat Komitesi, “nasıl yapacaksınız” diye sormaktan ziyade, “neden yapmak istiyorsunuz” sorusunun cevabını duymak istiyor. Hitler dönemi Almanya’sında, Stalin dönemi Sovyetler’inde görülen güce tapmayı ifade eden büyük binalar inşa etmek, büyüklüğe vurgu yapmak isteği şehirlere imza atmak ihtirasıyla birleşince, olimpiyat da iktidarın radarına girmiş oldu. Çünkü, Türkiye’nin olimpiyat oyunları düzenleme sevdası spor adına daha yenilikçi bir evsahipliğinden ziyade, “milli sporumuz” yakıştırması yapabileceğimiz inşaat sektörüne yeni rant kapıları açmak, yeni yandaşlar yaratmak, yeni çılgın projeler icat etmekten öte değil. </span></div>
<div>
<span class="Apple-style-span" style="color: white;"><br /></span></div>
<div>
<span class="Apple-style-span" style="color: white;">Tüm bunların yanında Türkiye’yi bir beton felaketine döndürmüş TOKİ’nin rolünü gözardı etmemek lazım. AKP’nin kentsel hegemonyası için biçilmiş kaftan TOKİ, zaman içinde belediyeler tarafından hazırlanmış imar planlarına bağlı kalmaksızın kendi imarını kendisi çıkaran, kendi ruhsatını kendisi veren, denetlenmeyen bir yandaş zenginleştirme projesi olarak giderek ucubeleşti. Çalışma sahasının ölçeği değiştirilen yasalarla bütün Türkiye olarak genişledi, büyüdü. Sürekli şehirlerin dokularını değiştirme planları yapan iktidarın, diğer alanlarda gösterdiği muhafazakârlıktan eser göremediğimiz bir cevvallikteki inşaat faaliyetleri, bugün ekonomiyi ayakta tutan yegâne alanlardan biridir. Görünürdeki istek, sporun güç gösterisi durumundaki bu dev organizasyonunu Türkiye’de gerçekleştirmek ve bu yolla tarih sayfasında kendine bir yer aramak olarak özetlenebilir ancak, iktidarın ülkeyi yıkıp yeniden inşa etme hırsı bunun inandırıcılığı önünde ciddi bir engeldir. Yeni çılgın projeler için ardına kadar açılacak yeni bir rant kapısıdır. </span></div>
<div>
<span class="Apple-style-span" style="color: white;"><br /></span></div>
<div>
<span class="Apple-style-span" style="color: white;">Genel olarak, olimpiyatların ekonomik getiri argümanına da değinecek olursak, karşımıza çıkan manzara pek iç açıcı değil. 2020’yi anlatmak için şimdiden söyleyelim, bu ekonomik getiri argümanını kullanmamakta fayda var. The Economist’in bu konuda yaptığı bir araştırmaya göre, olimpik oyunların pazarlanmasında genel olarak kullanılan üç farklı alan var, ekonomik getiri, insanların olimpiyat motivasyonu ile daha fazla spor yapmaya başlaması ve olimpiyat süresince dünyanın gözünün o kentte olması. En önemli vurgu ekonomik getiri konusunda. Olimpiyat oyunlarının düzenlendiği şehir hiçbir şekilde maddi getiri sağlayamıyor. Hatta böyle bir organizasyon ciddi anlamda külfet demek. 1960’tan bu yana olimpiyatları düzenleyen hiçbir şehir maddi olarak kâra geçmemiş. </span></div>
<div>
<span class="Apple-style-span" style="color: white;"><br /></span></div>
<div>
<span class="Apple-style-span" style="color: white;">Olimpiyat oyunlarını ilk aldığında 2,4 milyar pound bütçe açıklayan Britanya’nın bütçesi en son açıklanan rakamlara göre, dokuz milyar poundu aşmış durumda. Türkiye’de 13-15 yaş grubunda olan gençlerin yarısından fazlası sportif aktivite içinde değil. Bu da 2020’de yine çok fazla madalya umudumuz olmayacak demek. </span></div>
<div>
<span class="Apple-style-span" style="color: white;"><br /></span></div>
<div>
<span class="Apple-style-span" style="color: white;">Ayrıca, olimpiyatlar sonrası insanların sportif faaliyetlere katılmasına da çok büyük etkilerinin olmadığı yönünde görüşler var. İkincil getiriler olimpiyatların şehre yapacağı katkıya bağlı. Olimpiyatların yapıldığı kente göre, kentlere farklı farklı etkileri olmuş ancak, tek ve sistematik bir etkiden bahsetmek zor.</span></div>
<div>
<span class="Apple-style-span" style="color: white;"><br /></span></div>
<div>
<span class="Apple-style-span" style="color: white;">Dolayısıyla, muktedirlerin daha iyi, daha büyük, daha görkemli bir olimpiyat yapmaktan kastı, daha fazla inşaat yatırımı yapmak, daha fazla bina dikmek ve daha görkemli açılış törenleri yapmaktan öte değil gibi. </span></div>
<div>
<span class="Apple-style-span" style="color: white;"><br /></span></div>
<div>
<span class="Apple-style-span" style="color: white;">Daha fazla sporcu yetiştirilmesi, sporcu yetiştirmenin önündeki engellerin kaldırılması, farklı branşlara yönelinmesi gibi işi şansa bırakmadan topyekûn bir çalışma gerekiyor. Bugüne kadar Osmanlı çizgileriyle donatılmış organizasyonlarda hep vurgulanan tesisler, büyük yatırımlar değil mi? Spor mu dediniz? Ona da bir ara sıra gelir...</span></div>
<div>
<span class="Apple-style-span" style="color: white;"><br /></span></div>
<div>
</div>
<div>
<br /></div>
</span></span>Taraf Kulishttp://www.blogger.com/profile/08350988942779711142noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2298008222604926865.post-34149327864705378572012-08-05T12:58:00.003+03:002012-08-05T12:58:56.097+03:00HES'lere karşı savaş hukuku normu<br />
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Türkiye’nin
epey yoğun gündemi arasında geçen hafta iktidar, en çabukluğu
marifetiyle, ranta ve doğa kıyımına yeni bir kapı açacak
skandal bir karara imza attı. </span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Medyada
hak ettiği şekilde yer bulamayan ve yeterince tartışılmayan
mesele, son zamanlarda sıkça karşılaştığımız üzere, HES
çılgınlığına dair yangından mal kaçırır gibi alınan
kararlardan sadece biriyle ilgili. <b>Bakanlar Kurulu, son
olarak 18 HES inşaatıyla ilgili EPDK (Enerji Piyasası Denetleme
Kurulu) ve DSİ’ye (Devlet Su İşleri) acele kamulaştırma
yetkisi verdi.</b> Bakanlar Kurulu tarafından birçok HES
projesi ve termik santral için EPDK’ya, kentsel dönüşüm ve
yenileme projeleri için bazı belediyelere, baraj tipi hidroelektrik
santraller için ise DSİ’ye “<b>acele
kamulaştırma”</b> <b>yetkisi</b> verilmesiyle ilgili
kararlar <i>Resmî Gazete</i>’de de yayımlandı. </span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">İktidar
hayatın her alanına, halkın her kesimine pervasızca saldırıyor,
gözaltına alıyor, tutukluyor. Yaşadıkları yerlerin şirketlere
peşkeş çekilmesini istemeyen ve buna karşı mücadele veren
insanlar, bir yandan polis ve jandarma zoruyla susturulmaya
çalışılırken, diğer yandan çıkarılan yasalarla da halkın
eli kolu iyice bağlanmak isteniyor. <b>Ekonomik büyümeyi
sürdürebilmek için inşaat ve enerjiye yüklenen, Türkiye’nin
her yerindeki akarsuları, nehirleri, dereleri satışa çıkaran AKP
iktidarı, önünde hiç bir engel olmasın istiyor olacak ki, işi
iyice tek tek proje bazına indirgemiş durumda.</b> Türkiye’nin
hemen her bölgesinden yükselen HES karşıtı mücadelenin hukuksal
ve toplamsal alanda daha fazla gelişmesinden endişe duyan hükümet
de, sorunu kısa yoldan halletme derdinde. </span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Türkiye
son dönemde ekonomik büyümeyi sürdürebilmek için daha çok iki
sektöre, inşaat ve enerjiye yükleniyor. Böylece balon bir
ekonomiye adım adım ilerlenirken, spekülatif kararlara da
uygun bir uygulama zemini yaratılmış oluyor. Doğal olarak, bu
işten kazançlı çıkanlar var. Ancak, herkesten ve her şeyden
önce <b>hükümet kesinlikle enerji çılgınlığına, yani
enerji üstünden yapacağı spekülasyon için karşısına engel
çıksın istemiyor</b>. </span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Bu
noktada, Türkiye çapında ciddi bir mücadele
veren <b>DEKAP</b> (<b>Derelerin Kardeşliği Platformu</b>),
yaptığı açıklamada ilginç bir noktaya dikkat çekti:
“Kamulaştırma Kanunu’nun 27. maddesinde vurgulandığı
gibi, ‘<b>acele kamulaştırma’ yetkisi, yurt savunması ve
olağanüstü hallerde kullanılacak bir yetkidir</b>. Bu
haliyle <b>savaş hukuku normu olan ‘acele kamulaştırma’
yetkisinin hâlihazırda bu projeler için kullanılması mümkün
değildir</b>. Bu durum proje bazında tek tek yetki verilmesi ile
‘yetki devri’ noktasındaki hukuka aykırılıkları aşmak
amacıyla yapılmış olsa da, <b>olağan durumlarda savaş
hukuku normunun kullanılması hukuka aykırıdır</b>.”</span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Buradan
da anlaşılacağı gibi, önüne çıkan engelleri hukuksuzluğa yol
açacak birtakım yöntemlerle çözmeyi alışkanlık hâline
getirmiş olan iktidarın bu uygulaması, olağanüstü hâl yetkisi
olan acele kamulaştırma yetkisinin kullanılmasıyla birçok hak
mahrumiyetine sebep olacak. <b>DEKAP Sözcüsü Ömer Şan</b>,
konuya dair yaptığı açıklamada, “Yargıyı hiçe saymanın,
hukuku ciddiye almamanın, yasa ve yönetmeliklerin ve hukukun
üstünlüğü ilkesinin ayaklar altına alınmasının apaçık
göstergesidir. Başbakan’ın ‘çevrecinin daniskasıyım’
deyimini dikkate alırsak, bu karar da hukuksuzluğun, halkın
demokratik tepkilerini, yaşamı yok etme girişimlerinin
daniskasıdır” diyor ki, son derece haklı...</span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Şan,
aleyhlerinde hazırlanan tüm düzenlemelere karşın direnmeye devam
edeceklerini belirterek, “Bu yaşam mücadelesi sürecinde açılan
120’nin üzerindeki davada 100’ün üzerinde ‘yürütmeyi
durdurma ve iptal’ kararı çıktı. Bu kararlarda, bu projelerin
açıkça hukuka, kamu yararına, Anayasa’ya, yasalara, mevzuatlara
ve uluslararası anlaşmalara, akla ve bilime aykırı olduğu ortaya
konuyor. Bu kararları görmeyen, duymayan, hukukun üstünlüğü
ilkesini dikkate almayan zihniyetten başka bir hareket beklemek akıl
ve mantık dışı olurdu” diye de ekliyor. </span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Buradan
şu sonuçları çıkarmak mümkün. <b>Özellikle, her HES
projesinde alınması gereken ÇED raporları geçiştiriliyor, ÇED
muafiyetleri ve “ÇED gerekli değildir” raporlarıyla süreç
hızlandırılmaya çalışılıyordu. Bundan sonra ÇED konusuyla
ilgili çıkan engeller sonrası hükümet, hemen kamulaştırmaya
başvuracak.</b> Şimdiye kadar pek çok insana mezar olan, iş
güvenliği, fizibilite ve inşaat kalitesi bakımından son derece
vasat HES’ler için kamulaştırma kararını alan yaşayacak.
Hükümete yakın duran kamulaştırma talep edip, istediği yere
kuracağı HES’le dereleri kurutacak. </span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;"><b><br />HES’lerle
ilgili dava süreçlerinden sıkılan iktidar, kendisine en kestirme
yolu buldu. Bu konuda karşı adım atmayan, ses çıkarmayan siyasi
partiler, bu kararların ortağıdır. Bu aynı zamanda Türkiye için
ciddi bir demokrasi sorunudur!</b></span></span></div>
<span style="color: white;"><span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="font-size: small;"><br /></span></span></span><br />
<br />
Taraf Kulishttp://www.blogger.com/profile/08350988942779711142noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2298008222604926865.post-75407217796275077272012-08-05T12:56:00.001+03:002012-08-05T12:56:23.241+03:00Çoğalma, nüfusu dengele ve az tüket...<br />
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">İnsan
kaynaklı iklim değişikliğinin geldiği noktanın en tehlikeli, en
endişe verici dönemlerinden birindeyiz. Geçen hafta medyada da yer
bulduğu üzere, doğanın insanı en fazla şaşırttığı
yerlerden biri olan G<strong><span style="font-weight: normal;">rönland’deki
yüzey tabakasındaki erime dört günde yüzde 97 seviyesine
çıktı.</span></strong>Sadece
dört günde meydana gelen erime üç ayrı uydu tarafından
görüntülendi. Erime, bilim insanlarını korkuturken, iklim
değişikliğinin hızı ve sonuçlarıyla ilgili kaygıları da
arttırdı. Grönland’deki erimenin doğal bir olaydan mı yoksa
küresel ısınmadan mı kaynaklandığı noktasında kimilerinin
kafası hâlâ muğlâk. Ancak, bu noktada şu soruyu sormak lazım:
Küresel ısınmanın dünya üzerindeki olumsuz etkilerine
şüphecilerin inanması için daha neler olması lazım? <strong><span style="font-weight: normal;">Pek
çoğumuz, doğanın intikamı yaklaşırken, küresel ısınmanın
ve doğanın yok edilmesinin etkilerini bir film senaryosundan ibaret
sanıyor.</span></strong></span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="color: white;"><span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="font-size: small;">Özellikle
medyada gözden kaçan önemli bir boyut, bu erimenin insan eliyle
gerçekleşmiş olması. Geçen hafta </span></span><strong><span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="font-size: small;"><span style="font-weight: normal;">Guardian</span></span></span></strong><span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="font-size: small;">’da
yer alan bir makalede, </span></span><strong><span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="font-size: small;"><span style="font-weight: normal;">Grönland’deki
erimede insanın payının yüzde 70’ler seviyesinde olduğu, hatta
bunun yüzde 95’lere kadar çıkabileceği</span></span></span></strong><span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="font-size: small;"> belirtildi.
Bu durumun kuzey denizlerinde yeni deniz yollarının açılmasına
ve yeni petrol/gaz arama faaliyetlerine neden olacağı ifade edilen
makaleye göre, erime, yabani hayatı da son derece olumsuz etkileyen
faktörler içeriyor. </span></span><strong><span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="font-size: small;"><span style="font-weight: normal;">Böyle
giderse, 2020’lerin sonlarına doğru Kuzey Kutbu’nda hiç buz
kalmayabilir. Bir de, “Biz uzağız bize bir şey olmaz” diyenler
için: Dört günde bir milyon metreküpten fazla buzun erimesi,
tehlike çanlarının sadece Grönland’de yaşayanlar için değil,
yeryüzündeki herkes için çaldığının göstergesi.</span></span></span></strong><span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="font-size: small;"> Çünkü,
buzsuz denizler ısınmaya daha müsait, bu ısınma da iklime etki
ediyor.</span></span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="color: white;"><span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="font-size: small;">İklim
felaketlerinin geri dönülemez noktaya gelmeden önce acilen
durdurulması için aralarında</span></span><strong><span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="font-size: small;"><span style="font-weight: normal;">Buğday
Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği, Doğa Derneği, Greenpeace
Akdeniz, TEMA Vakfı, 350 Ankara</span></span></span></strong><span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="font-size: small;"> gibi
12 farklı kuruluş bir çağrı metnine imza attı. Çağrıda,
bilim insanlarının iklim değişikliğinin ana nedeni olarak
gösterdiği fosil yakıtlara olan bağımlılığın bu kaçınılmaz
sonu hızlandırdığı, iklim değişikliğine sebep olan
karbondioksit salımlarının üçte birinin kömür kullanımından
kaynaklandığı vurgulandı. Çağrıcıların verdiği bilgiye
göre, Türkiye mevcut 51 kömürlü termik santral projesiyle iklim
değişikliğine çözüm değil, sebep olmaya devam ediyor.</span></span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="color: white;"><span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="font-size: small;">Metindeki, </span></span><strong><span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="font-size: small;"><span style="font-weight: normal;">“Üçüncü
Köprü, nükleer santral, kömür santralleri, duble yollar gibi
çevreyi yok eden ve iklim değişikliği konusunda bizi geri
dönülemez noktaya sürükleyen politikalar yerine; enerji
verimliliğinin yaygınlaştırılmasının, doğaya saygılı
yenilenebilir enerji yatırımlarının kullanılmasıyla iklim
değişikliğine uyum politikalarının hızla hayatı
geçirilmesinin, Türkiye hükümetinin mutlak seragazı azaltım
hedefini belirlemesinin yaşamsal bir zorunluluk olduğunu
hatırlatmak istiyoruz” </span></span></span></strong><span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="font-size: small;">vurgusu
da yine Türkiye’nin bu alanda hiçbir sorumluluk almadığının
göstergesi...</span></span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="color: white;"><strong><span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="font-size: small;"><span style="font-weight: normal;">Nature</span></span></span></strong><span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="font-size: small;"> dergisinde
dünyadaki ekosistemler üzerinde yüzyıl sonundan önce geri dönüşü
olmayan bir dağılma sürecine gireceğini öngören bir çalışma
yayımlandı. “Approaching a state-shift in Earth’s biosphere”
ya da </span></span><strong><span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="font-size: small;"><span style="font-weight: normal;">“Yerkürenin
biyosferinde koşulların değişikliğine yaklaşırken”</span></span></span></strong><span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="font-size: small;"> başlıklı
makale, 15 farklı kurumdan 22 araştırmacının çalışmasının
ürünü. Araştırmanın sonuçları son derece ürkütücü. </span></span><strong><span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="font-size: small;"><span style="font-weight: normal;">Dünya
üzerindeki farklı iklimlerin yarısı kısa zamanda yok olacak ve
bu iklimlerin yerine dünyanın yüzde 12 ila yüzde 39’una
karşılık gelen coğrafyalarda yaşayan canlıların daha hiç
şahit olmadıkları iklim koşulları hüküm sürmeye başlayacak.</span></span></span></strong></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">İşin
daha vahimi, bu değişiklikler yavaş yavaş değil, birden olacak.
Araştırmacılar doğal ortamların altüst olmasının görülmemiş
bir şey olmadığını hatırlatıyor. Nitekim, Sahra Çölü 5500
yıl önce yeşil bir ovaymış. Bu altüst oluşların nedenleri
daima güneşin faaliyeti gibi gezegen dışı etkenler ve doğal
afetlerken, bugün hızla yaklaşan felâketin nedeni dünyada her
şeyi tüketen yedi milyar insan.</span></span></div>
<h3>
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;"><br />Dört
acil öneri</span></span></h3>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Araştırmacılar,
bugün dünyanın tüm kaynaklarının yüzde 43’ünün
tüketildiğini ve yüzde 50’sine ulaşılınca dengelerin bozulma
eşiğine de ulaşılmış olacağını belirtiyor. Tuzlu olmayan su
rezervlerinin üçte biri insanlar tarafından tüketilmekte,
türlerin tükenme hızı tepe noktada, sanayi öncesine kıyasla
karbondioksit salımları yüzde 35 artmış durumda. Bu tip
çalışmalar yeni olmasa da, içinde bulunduğumuz küresel
aymazlığa karşı alarm zilini bir kere daha çalarak gözümüzü
açmaya çalışıyor olmaları önemli. 22 bilim insanı siyasi
karar vericilere dört acil öneride bulunuyor.</span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="color: white;"><span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="font-size: small;">İlki </span></span><strong><span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="font-size: small;"><span style="font-weight: normal;">demografik
baskıyı radikal bir biçimde azaltmak</span></span></span></strong><span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="font-size: small;"> (Başbakan’ın
kulağı çınlamış mıdır acaba), ikincisi </span></span><strong><span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="font-size: small;"><span style="font-weight: normal;">dünya
nüfusunu şimdiden yoğun nüfus barındıran coğrafyalarda
sabitleyerek diğer alanların doğal bir dengeye ulaşmalarını
kolaylaştırmak</span></span></span></strong><span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="font-size: small;"> yani
bir nevi nadasa bırakmak, üçüncüsü </span></span><strong><span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="font-size: small;"><span style="font-weight: normal;">bugün
olduğu gibi azla yetinenlerin yaşam tarzlarını zenginlerinkine
benzetmeye çalışmak yerine zenginleri azla yetinmeye ikna etmek</span></span></span></strong><span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="font-size: small;">,
dördüncüsü de </span></span><strong><span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="font-size: small;"><span style="font-weight: normal;">doğal
kaynakları tüketmenin önünü almak amacıyla yeni teknolojileri
kullanarak yeni besin kaynakları yaratmak.</span></span></span></strong><span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="font-size: small;"> Yani
kalkınma ve büyüme takıntılı Türkiye’ye tercüme edilmesi
imkânsız işler...</span></span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="color: white;"><br /></span><br />
</div>
Taraf Kulishttp://www.blogger.com/profile/08350988942779711142noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2298008222604926865.post-33257738776841976822012-08-05T12:55:00.000+03:002012-08-05T12:55:04.432+03:00Adios ladrillo adios*<br />
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;"><b>Bilindiği
gibi ülkeyi adım adım, tektip, karabasan bir estetikle
yeniden inşa etmeye ant içmiş bir hükümetin yönetimindeyiz. Bir
ara bol bol gökdelenler, alışveriş merkezleri ve birbirinden
ruhsuz rezidans projeleri konuşulurken, şimdi üçüncü köprü,
yeni yollar, 16. yüzyıl taklidi camiler gibi Anadolu’nun her
yerine kalıcı imzalar bırakmaya meraklı muktedirlerin projeleri
dayatılıyor. Projeleri duydukça, aklım ister istemez İspanya’nın
bugün geldiği noktaya takılıyor.“Türkiye’nin gideceği
nokta, eninde sonunda İspanya gibi olur” diyenlere belki kötü
niyetli ya da kuşkucu deniyordur, ancak, ekonomi bu kadar büyük
ölçekli yatırımları kaldırabilir mi, bunlar işlevsiz hâle
gelirse bunun bedelini kim öder, ayrıca verimliliğe nasıl bir
katkı sağlar soruları havada cevapsız asılı duruyor. Ulusal
üretime geçici katkısı olsa da sadece geçmişin diktatörlerini
hatırlatan devasa hantal bina yapma inadı, parayı havaya
saçmanın ötesinde, çevrenizdeki üç beş yandaşa rant
kapısı açmanın dışında yeraltı zenginliği olmayan, tasarrufu
olmayan ve sınırlı ihracat yapan bir ülkeyi borçlandırmanın
ötesine geçmez. O borçları ödeyecek değer yaratılamadığı
zaman da devletin bütçeleri denkleştirilemez hâle gelir ki, bugün
İspanya’da yaşanan bundan çok farklı bir durum değil. </b></span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Hele
ki de, bu yılın ikinci çeyreğinde bina inşaat maliyet endeksi,
geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 6.39 artmışken.
Türkiye’de büyümenin lokomotifi olarak gösterilen inşaat
sektöründe maliyet yükselişiyle ilgili alarmlar çalmaya başladı
bile. Geçen yılın son dönemine göre yüzde 1.83, geçen yılın
aynı dönemine göre yüzde 6.39, dört dönem ortalamalara göre
inşaat maliyet endeksinde yüzde 11.15 artış var. Tamamen yerli
girdi ve hammaddeyle gerçekleştirildiği için pompalanan <b>inşaat
sektöründe maliyetler artıp satışlar azalınca, sektör
durgunluğa girince ve krediler geri dönülmez noktaya gelince,
gururdan geriye kaos kalır</b>.</span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">İspanya’da
geçmişte, devasa alışveriş merkezleri, mega konut projeleri inşa
etmişti ki, şimdi pek çoğu birer hayalet kente dönmüş
vaziyette. Bitmiş ya da yarım kalmış çürümeye terk edilmiş
binlerce konut ve sokağa atılmış milyonlarca avro para...</span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;"><b><br />Bundan
beş yıl önce 1,5 trilyon dolarlık milli geliriyle ve inşaat
sektörünün yarattığı ivmenin etkisiyle parmakla gösterilen
İspanya’nın bankaları konut sektörü kaynaklı krediler
nedeniyle krize girdi. Cuma günü onaylanan 100 milyar avroluk
yardım paketi, kamu harcamaları için değil bankaların sermaye
yapılarını güçlendirmek için kullanılacak.</b> Ancak,
İspanya’nın küresel kriz öncesi emlak sektöründe yaşadığı
şişkinlik nedeniyle, 100 milyar avronun bankaların yeniden
yapılandırmasının dışında işin temelindeki soruna merhem
olmayacağı belirtiliyor. İspanya, kriz öncesi ciddi oranda bir
inşaat spekülasyonu içindeydi. Sadece, 2007’de bir milyon adet
konut inşasıyla İngiltere, Fransa ve Almanya’nın inşaat
sektörünün toplamından daha yoğun şekilde üretim yapma
peşindeydi. Bankacılık sektörü ve uluslararası yatırım
şirketlerinin başını çektiği spekülatif hareketler, konut
kredilerini balon gibi şişirirken, kârları da körüklüyordu.
Bankalar, inşaat şirketlerine ve emlak alacak insanlara borç
vermek için birbiriyle yarışıyordu. Emlak balonu patlayana kadar,
herkes kendi payına düşeni alıyordu. Ülke, arsası
değerlenenler, arsaların imar durumunu değiştirerek rant elde
eden ve yandaşlarına rant dağıtan belediyeler, inşaat
şirketleri, bankalar, konut ve işyerlerini kapatıp yüksek
kârlarla satan yatırımcılardan geçilmiyordu. Bu arada, aşırı
konut üretiminin ekolojik anlamda geri dönülmez tahribatlar
yarattığı da meselenin bir başka önemli boyutu. 2008’de
başgösteren krizden İspanya’nın dış kredi kanalları kurumaya
yüz tutunca, sektör durgunluğa girdi. </span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Şimdi
soru şu, <b>bankalara enjekte edilecek olan 100 milyar avroluk
taze kan olarak nitelendirilen para tekrar spekülatif hareketler
için kullanılır mı? </b></span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">İspanyol
bankaları şu sıralar ellerindeki gayrımenkul varlığını en aza
indirmeye konsantre olmuş durumda. İspanya Merkez Bankası,
bankalardaki kötü kredilerin 156 milyar avroya ulaştığını
açıkladı. Bu bankaların toplam kredilerinin yüzde 8.95’i
seviyesinde ve 1994’ten bu yana ulaşılmış en yüksek rakam. </span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;"><b><br />2008’e
kadar İspanya, çevre ülkeleri kıskandıran bir neoliberal başarı
öyküsüydü. </b></span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Büyüme
oranı yüksekti, işsizlik azalmıştı ve kamu maliyesi sağlamdı.
İnşaat, gayrımenkul ve hızla artan özel hanehalkı borçları
İspanya’nın hızlı büyümesinin dinamolarıydı. İnşaat
çılgınlığına devam etmek için başta “konut ihtiyacı”
olmak üzere hep bir bahane vardı. Özellikle bölgesel tasarruf
bankalarıyla agresif şekilde desteklenen gayrımenkul kredileri
aşırı bir noktaya gelince, patlama kaçınılmaz oldu.</span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Sonuç
olarak <b>bugün İspanya’da boş duran üç ila beş milyon
arası konut var</b>.</span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">İspanyol
emlak danışmanı ve avukat <b>Jose Luis Ruiz Bartolome</b>, <i><b>Adios
ladrillo adios</b></i> <b>(*Elveda Tuğla Elveda</b>) adlı
kitabında İspanya’nın yaşadığı bu emlak furyasını dile
getirerek, bugün yeni şehirleşme planı ve fiyatlarda yüzde 70
indirim olmadan bina satmanın imkânsız olduğunu belirtiyor.
Bartolome, denetimle görevli bakanlık ve kamu kuruluşlarının,
bankaların ve inşaat şirketlerinin“<b>hızla duvara doğru giden
bir sistemin ortak suçluları”</b> olduğunu anlatarak,
insanların borç-harç iş bilmeden emlak işine girdiğini
söylüyor. Risk kriterlerinin yerini seçim kriterlerine ve kimi
seçilmişlerin megalomanisine bıraktığını ifade eden
Bartolome’nin sözleri sadece İspanya için geçerli olmasa
gerek. <b>Bazen küresel bir krizin sizi teğet geçmesi yetmez,
zaten siz kendi krizinizin tüm şartlarını kendi ellerinizle
yaratmışsınızdır.</b></span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="color: white;"><br /><br />
</span></div>
<div align="LEFT">
<span style="color: white;"><br /></span><br />
</div>
Taraf Kulishttp://www.blogger.com/profile/08350988942779711142noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-2298008222604926865.post-1351002524115968922012-08-05T12:53:00.002+03:002012-08-05T12:53:34.869+03:00İstanbul'un toprağı altın ama denizi değil!<br />
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;"><b>Kendilerinin
yarattığı trafik eziyetini ne zaman üçüncü köprü için
gerekçe olarak pazarlayacaklar diyordum ki, cuma günü gazetelerin
üçüncü köprü güzellemesinden geçilmediğini gördüm. AKP
iktidarı deprem korkusuyla kentsel dönüşümü, trafik eziyetiyle
de üçüncü köprüyü meşrulaştırmaya çalışıyor. Geçen
hafta Türkiye ve İstanbul, bir yandan İstanbul Belediye Başkanı
Kadir Topbaş’ın açıklamalarıyla diğer yandan Ulaştırma
Bakanı Binali Yıldırım’ın taslak projeyi tanıtmasıyla
senkronize şekilde üçüncü köprü propagandasına maruz kaldı.
Topbaş, köprü bakımı nedeniyle İstanbul’da haftalardır
yaşanan trafik kaosuyla ilgili ağzındaki baklayı çıkardı,
“Üçüncü köprüye karşı çıkanlar şimdi ne diyecek? İşte
ihtiyaç. Marmaray projesini arkeolojik kazılar nedeniyle dört yıl
geciktirdiler. Ben mi sorumluyum? Ayrıca köprü bakım işi benim
değil” diyerek, hem işin içinden sıyrılmaya çalıştı, hem
de dolaylı olarak üçüncü köprüye teslim olunması gerektiği
mesajı verdi. Köprü bakımı görevi olmayabilir ancak yerindelik
ilkesi gereği kent ulaşımında sorumluluk yerel yönetimlerdedir,
dolayısıyla kent ulaşımının sağlıklı biçimde işlemesini
sağlamak da sizin işiniz olsa gerek...</b></span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Kentsel
ulaşım sistemlerinde alternatif geliştirmek, deniz ulaşımının
kullanımını arttırmak, arabalı vapurları daha fazla saat
çalıştırmak üç hafta sonra akıllarına gelmiş. Köprü
tıkanınca, deniz ulaşımı keşfedilmiş. Ancak Topbaş, deniz
ulaşım rakamlarına bakmış ve vatandaşın ilgi göstermediği
kanaatine varmış. Bugüne kadar kent içi ulaşımda denizden ne
gibi alternatif hizmetler sundunuz da halk geri tepti acaba? 31.5
kilometre Boğaz tarafından, 7.5 kilometre ile Haliç tarafından
bölünmüş olan İstanbul, 75 kilometrelik Marmara kıyı şeridiyle
deniz ulaşımı açısından dünyanın hemen hemen hiçbir büyük
metropolünde rastlanmayacak doğal imkanlara sahip. Buna rağmen,
İstanbul’da deniz yoluyla yapılan ulaşım, toplam ulaşımın
sadece yüzde 3’ünü oluştururken, ulaşımın neredeyse
tamamının karayoluyla yapılıyor olması bunun açıklaması ya da
bahanesi olmamalı. İktidar, tüm Boğazı monoblok betonla
kaplamaya karar verse, “İktidar ne de güzel düşünmüş”
diyebilmek için hazır beklemede olan bir güruhun varlığı da en
az bu sırf rant hedefli ve doğa düşmanı planlama kadar rahatsız
edici.</span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Kent
ulaşımı planlamasında ve uygulamasında merkeze “insan”
faktörü alınmadığı sürece bu tür yönetim zafiyetleriyle daha
çok karşılaşırız. Ulaşımın “araçlar için değil,
insanlar için” olduğunu şehir planlaması yapan kent
yöneticilerinin anlaması gerekiyor. Bunun bilerek veya bilmeyerek
göz ardı ettikleri çok açık zira. Bu anlayış İstanbul’u,
insanların rahatça yaşayabildiği bir kent olmaktan ziyade,
araçların rahatlıkla her yere girip çıkabileceği bir yollar ve
yapılar silsilesi haline getirdi. 1950’lerden bu yana uygulanan
ulaşım politikaları, karayoluna göre çok daha ekonomik olan
deniz ve demiryolunu geri planda bırakarak oluşturuldu. Her gelen
yeni iktidar da karayolu ulaşımını daha da arttıran projelerle
aynı yönde devam etti.</span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Aslında
bütün cevaplar şu soruda gizli: Diğer köprülerde de olduğu
gibi üçüncü köprü kimlerin işine yarayacak? Ekonomik ve siyasi
rantın peşinde olanların... Arazi kullanım biçimleri ve
kararlarıyla ulaşım arasındaki ilişki kentsel ulaşımla
yakından ilgilenenlerin malumu. Esasen kentsel ulaşımda marifet,
maliyeti daha düşük, etkinliği yüksek bir sistemi başarıyla
işletebilmekte. Daha rantabl ulaşım seçenekleri varken, sadece
karayolu ulaşım politikalarına ağırlık vermek, rant alanları
yaratmak dışında başka bir seçenekle izah edilemez. Üstelik
doğaya, insana, tarihe ve kültüre saygı gibi evrensel
kriterlerin, kent siluetlerinin hiç sayıldığına defalarca şahit
olmuşken... Kentsel projelerin gerçekleştirilmesinde demokratik ve
katılımcı bir karar süreci gerekliliğine ise hiç girmiyorum.
Kenti yeniden yapılandıracak projelerde sağlanması gereken,
“toplumsal konsensüs” bu iktidarın lügatında yok çünkü.</span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Kitle
taşımacılığı içinde birim taşıma maliyeti en düşük olanın
deniz taşımacılığı olduğu pek çok çalışma ile
netleştirilmiş bir gerçek. Bu nedenle sanayileşmiş pek çok
ülke, –ki bunların pek çoğunun Türkiye’den zengin olduğunu
da düşünürsek– kent içi taşımacılıkta yoğun şekilde
deniz ulaşımını tercih ediyor, deniz ulaşımının kullanımını
arttırmak için farklı teknolojiler geliştiriyor.</span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Dolayısıyla
deniz ulaşımı verimli şekilde kullanılamadığı sürece, trafik
sorunu devam edecek, trafik kaynaklı CO2 kirliliği artarak şehir
daha da kirlenecek, şehir tekrar ve yeniden kontrolsüz şekilde
büyüyecek, rant alanlarına yenileri eklenecek. Bitmek bilmeyen
şehirsel sorunlar gitgide katmerlenecek. Üçüncü köprü,
dördüncü, beşincinin önünü açacak.</span></span></div>
<div align="LEFT" style="margin-bottom: 0cm;">
<br />
</div>
Taraf Kulishttp://www.blogger.com/profile/08350988942779711142noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2298008222604926865.post-17167939693696780672012-08-05T12:52:00.000+03:002012-08-05T12:52:11.710+03:00Betona tapanların hikayesi<br />
<div align="LEFT" style="margin-bottom: 0cm;">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;"><b>Geçen
hafta yaşanan iki gelişme, Türkiye ile gelişmiş ülkelerin insan
yaşamına bakışının ne kadar farklı olduğunu görmek için
önemli bir örnek oluşturdu. Japonya’da geçen yıl meydana gelen
deprem ve tsunami afetleri sonrası yaşanan nükleer santral
felaketi, beraberinde küresel anlamda pek çok tartışma
getirmişti. Japon hükümeti tarafından nükleer felaketi
soruşturmakla görevli komisyonun geçen hafta raporunu açıklayarak,
“Bu insan eliyle yaratılmış bir felakettir” demesi son derece
çarpıcıydı. Komisyon, “Fukuşima’ya bir doğal afet
diyemeyiz, bu felaket öngörülebilirdi ve önlenmeliydi”
tesbitinde bulundu. Samsun’da dere yatağına inşa edilmiş TOKİ
konutlarını sel basınca 12 kişinin ölümü için siyasiler “çok
yağmur yağdı, böyle oldu” bahanesine sığınırken, Japonya’da
uzmanlar, 8.9 büyüklüğündeki deprem ve sonrasındaki tsunamiyi
nükleer santralda olup bitenlerle ilgili bahane olarak kabul
etmiyor.</b></span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Birkaç
günden beri Taraf’ta da ayrıntılı şekilde ele alındığı
üzere yıllardır dillere destan başarıları(!) gözümüze
gözümüze sokulan TOKİ, bugüne kadar 30 milyar lirayı aşan
yatırımları ile iktidarın en korsan, en başına buyruk kurumu
niteliğinde. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 1990’lardaki
İstanbul Belediye Başkanlığı döneminden bu yana gözbebeği
TOKİ, delik deşik edilen Kamu İhale Kanunu ile AKP’nin 10 yıllık
iktidarı döneminde devlet müteahhitliğinin yerini aldı. Dar
gelirlilere konut edindirmek, acil konut ihtiyacını karşılamak
gibi temel nedenlerle kurulan TOKİ, gittikçe kuruluş amacından
uzaklaştırıldı. Bunun yanında kent merkezinde yaptığı
konutları yüksek fiyatlarla satışa sunarak dar gelirli kesimler
için ise arsa fiyatlarının düşük olduğu kent merkezi dışındaki
alanlarda konut üretmesiyle zaten kuruluş amacını çoktan terk
etmiş bir görüntüde. Gecekondu bölgelerinde kentsel dönüşüm
adı altında TOKİ, arazileri dar gelirli vatandaşlardan alıyor,
onları kent dışında Hazine’den aldığı arazilerde ürettiği
konutlara götürüyor, rantın yüksek olduğu gecekondu bölgesi ve
kent merkezindeki alanlarda ürettiği konutları ise daha yüksek
gelir düzeyindeki vatandaşlara satıyor. İktidar, bir taşla iki
kuş vuruyor, hem fakirden alıp zengine satıyor hem de TOKİ
yoluyla sınıf ayrışmasını hızlandırmış oluyor.</span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">AKP’nin
kentsel hegemonyası için biçilmiş kaftan TOKİ, zaman içinde
belediyeler tarafından hazırlanmış imar planlarına bağlı
kalmaksızın kendi imarını kendisi çıkaran, kendi ruhsatını
kendisi veren, denetlenmeyen bir yandaş zenginleştirme projesi
olarak giderek ucubeleşti. Çalışma sahasının ölçeği
değiştirilen yasalarla bütün Türkiye olarak genişledi, büyüdü.
Yıllık bilançosu, kaç kişinin çalıştığı, hangi projeden
kâr, hangi projeden zarar ettiği, hangi müteahhite hangi projeyi
verdiği, ne kadar yatırım harcaması yaptığı bilinmez, tamamen
padişah yetkileriyle donatılmış TOKİ’nin dünyada eşi benzeri
henüz yok. Zemin ve fizibilite çalışması kendinden menkul,
Türkiye’nin farklı coğrafyalarında Tekirdağ’a, Manisa’ya,
Urfa’ya, Van’a, Samsun’a hep aynı çirkinlikte ve yapı
standardı denetimsiz olduğu için dayanıklılığı meçhul
binaları sıra sıra dikmeyi sürdürüyor.</span></span></div>
<h3>
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">IMF
bile denetleyemedi</span></span></h3>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">TOKİ’nin
hiçbir şekilde şeffaf yönetilmediği, herhangi bir kanun ile
denetlenmediği artık herkesin malumu. Türkiye’nin IMF ile
stand-by anlaşmalarının sürdüğü günlerde IMF bile TOKİ
hakkında bilgi alamıyordu. TOKİ’nin Hazine garantisiyle
borçlandığı, piyasaların ABD subprime mortgage kriziyle
çalkalandığı 2008’de, IMF TOKİ’nin kapısını çalarak
hükümetin konut politikalarını, bu faaliyetleri nasıl
gerçekleştirdiğini sormuştu. TOKİ, hesapta Başbakanlık Yüksek
Denetim Kurulu tarafından denetliyor. O da doğrudan Başbakan
Erdoğan’a bağlı. Her seçim öncesi Başbakan Erdoğan’ın
katılımıyla gerçekleştirilen görkemli açılış törenleri
düşünülünce, TOKİ’nin denetlenme işi “dostlar alışverişte
görsün”den öteye gitmiyor.</span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Ortada
kamu arsalarını dilediğince kullanım ve denetimsiz şekilde konut
yapım keyfiyetini ele geçirmiş TOKİ’nin konutlarında ölümler
gündemdeyken, İstanbul’a dev cami yapılması tartışması da
son derece sakildi. Son dönemde yoğun şekilde gündeme gelen Kanal
İstanbul, üçüncü köprü, dev cami, Taksim’e kışla,
Dolmabahçe’ye alışveriş merkezli dev stat projeleri, totaliter
rejimlerin mimari anlayışını anımsatıyor. Hitler döneminde
Almanya’da, Stalin döneminde Sovyetlerde görülen güce tapmayı
ifade eden büyük binalar/anıtlar inşa etme, büyüklük ve şehre
imza atma merakıyla birleşince, geriye iç karartan estetikten uzak
bir iktidar teşhiri kalıyor...</span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="color: white;"><br /></span><br />
</div>
Taraf Kulishttp://www.blogger.com/profile/08350988942779711142noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2298008222604926865.post-29845567272807444682012-08-05T12:50:00.004+03:002012-08-05T12:50:48.398+03:00Hollande ilk golü çevreden yedi<br />
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;"><b>İktidara
gelir gelmez AB’nin sorunlu ülkelerine yönelik çözüm önerileri
konusunda kendi dediğini yaptırmada maharetli Almanya Başbakanı
Angela Merkel’in sultasını sallayan Fransa’nın yeni
Cumhurbaşkanı François Hollande, bu ısrarcı tavrını çevre
meselelerinde gösteremeyecek belli ki. Sosyalist Parti’nin
cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ardından parlamento seçimlerinde
de zafer kazanmasında Avrupa Çevreci Hareketi Yeşiller Partisi
(EELV) ile Sol Cephe önemli rol oynadı. Ancak, Fransa’da genel
seçimlerin ardından yapılan kabine değişikliğinde Ekoloji ve
Sürdürülebilir Kalkınma Bakanı görevinden alınan Nicole
Bricq’in durumu ülkede ciddi bir tartışma yaratmış durumda.</b></span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">17
haziran akşamı Fransa’daki seçim maratonu sonunda Sosyalistler,
ortakları Yeşiller, Sol Cephe ve Sol Radikallerle Fransa’nın
bütün siyasî karar mekanizmalarına hakim oldular. Zaferin
üzerinden çok kısa bir süre geçmişken, Hollande çok hızlı
bir hükümet değişikliğine gitti ve çiçeği burnunda Ekoloji ve
Sürdürülebilir Kalkınma Bakanı Nicole Bricq’i görevinden alıp
Dış Ticaret Bakanlığına kaydırdı. Yeşil çevrelerde olduğu
kadar parlamenter çoğunluk içerisinde de şok etkisi yapan bu
gelişmenin temel nedeni petrol lobisinin Bakan Bricq’in ayağını
kaydırması olarak özetlenebilir. Bir diğer deyişle, seçim
öncesi vaadleriyle Yeşiller’in desteğini alan Hollande, daha
başkanlığının başında petrol lobisine yenik düşerek, bu
alandaki beklentileri boşa çıkardı...</span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Hâlbuki
cumhurbaşkanlığı seçimi sonrası kurulan hükümette Bricq’in
çevre ve ekolojiden sorumlu bakan olması sadece Fransa’da değil,
bütün Avrupa’da büyük beklentilere neden olmuştu. Bakan Bricq,
özellikle kara ve denizde yeraltı kaynağı arama konusunda uzman.
Bricq, Fransa’nın denizaşırı kolonilerinden Güney Amerika’daki
Guyana’da, Shell şirketinin eski Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy
döneminde elde ettiği off-shore petrol imtiyazının teknik
sözleşmesini yeniden gözden geçirmek ve özellikle deniz dibine
verilen zararın asgariye indirilmesi için ek taahhüt istemiş. Bu
kararını da bütün off-shore petrol arama imtiyazlarına
uygulayacağını açıklamış. Kıyamet de bundan sonra kopmuş.
Petrol arama için yaratılacak istihdamın tehlikeye gireceği
şantajıyla Guyana vilayetinin vekillerini de ayaklandıran karar,
Hollande’dan geri dönerken bakanı da götürmüş.</span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Fransa’nın
Yeşil hareketi hiçbir zaman Almanya ve kuzey Avrupa ülkelerindeki
Yeşil hareketlerin seviyesine gelemedi. Hele şimdi ekonomik krizle
birlikte geçim derdine düşen Fransızlar’ın gözü uzun vadeyi
çağrıştıran çevre korumayı görecek halde değil. Hollande
yönetiminin ilk fiyaskosunun çevre üzerinden cereyan etmiş
olmasına şaşıracak bir şey yok ama Fransa’nın zayıf çevre
hareketi ve teşkil ettiği kötü örnek açısından hiç hayırlı
bir gelişme değil. Bricq’in görevden alınma şekli Hollande’ın
yönetim stiliyle ilgili eleştirileri de beraberinde getirdi. Çünkü,
görevden alma duyurusu diğer kabine üyeleriyle istişare edilmeden
yapılmış.</span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Kabine
değişikliğinde Bricq’in görevden alınarak, yerine Delphine
Batho’nun getirilmesi de spekülasyonları arttırdı. Batho,
göreve geldikten sonra tahmin edileceği üzere Shell, Guyana’da
gereken imzaları elde etti. Bakan Batho da, “Varolan anlaşmalar
devam edecek ama çevrecilerin talepleri de göz önünde
bulundurulacak” şeklinde orta yollu bir açıklama yapmakla
yetindi. Bricq’in selefi Sarkozy döneminin bakanı Nathalie
Kosciusco-Morizet’nin dahi, Hollande yönetiminin “petrol
şirketlerinden baskı gördüğünü” ifade etmesi, Hollande’ın
petrol lobisine yenik düştüğü iddialarını güçlendirdi.</span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Yeşiller
Partisi’nden Pascal Durand, “Bricq’in görevinin alınmasının
ardında gerçekten Guyana’daki anlaşma mı var bilmiyorum. Eğer
öyleyse kötü, çünkü bu hükümetin çevre konusunda ve aynı
zamanda toplum konusunda yapacaklarına dair kötü bir sinyal”
derken, ünlü Yeşil politikacılardan Noel Mamere, “Bricq,
Shell’e karşı cesaretli bir duruş sergiliyordu. Shell, Guyana’da
verdiği zararın benzerini daha sonra Grönland ve Kuzey Kutbu’nda
gerçekleştirecek” açıklaması yaptı. Shell’in Guyana’daki
temsilcisi Bruno Thome, çalışmalara gelecek hafta başlayacaklarını
kaydetti. Guyana yerel hükümeti ise Shell’in çalışmalarını
ülkede istihdam yaratacağı için kabul ettiklerini söyledi.</span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Bu
aralar Fransız Yeşilleri, yüzde 2.3’lük berbat bir skor elde
eden cumhurbaşkanı adayı Eva Joly’nin BM’nin Afganistan’daki
kamu harcamalarının şeffaflığı konusunda hazırlayacağı
raporu yazacak heyetin başına getirilmesiyle alay ededursun,
Joly’nin Yeşil aday yarışında rakibi olan gazeteci ve aktivist
Nicolas Hulot, Hollande’a kamu kaynağı konusunda Yeşillerin
aklına bile gelmeyen radikal bir öneri getirdi: Ulaştırma,
enerji, inşaat ve konvansiyonel tarım gibi çevreyi kirleten
sektörlerin yararlandığı yıllık 50 milyar avroluk devlet
sübvansiyonlarını kesmek ve böylece elde edilecek parayı kamu
harcamaları ve ekonomiyi canlandırmaya yönlendirmek!
Sosyalistlerin yeşil hareketten kaçışı yok!</span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="color: white;"><br /> </span>
</div>
Taraf Kulishttp://www.blogger.com/profile/08350988942779711142noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2298008222604926865.post-71057976491459242002012-08-05T12:48:00.002+03:002012-08-05T12:48:33.964+03:00Rize’de HES’çi Rio’da çevreci<br />
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;"><b>Bundan
tam 20 yıl önce Rio+20 Yeryüzü Zirvesi’nde dünya
devletleri, çevre sorunları, yoksulluk, gelir dengesizlikleri,
kontrolsüz nüfus artışı, doğal kaynakların doğru kullanımı
gibi konularda çözüm arayışı için biraraya gelmişti. Rio
zirvesi, zaman içinde hedeflediği beklentiler doğrultusunda hayal
kırıklığı yaratmış olsa da, konferans iklim değişikliğinin
uluslararası düzeyde tanınması bakımından önemlidir. Ancak,
Rio’da yapılan ilk toplantıdan bu yana 20 yılda, dünya masaya
yatırdığı konularda bir arpa boyu yol alamamış, ekolojik kriz
daha da derinleşmiş, dünyanın en çok tüketenleri ve
kirletenleri, ekonomik büyüme adı altında kaynakları hoyratça
kullanma ve kirletme hakkını geniş geniş kullanmış, çokuluslu
sanayi şirketlerinin çıkarları devlet temsilcilerinin hamiliğinde
savunulur olmuş ve yıkıcı kalkınma modeli en sonunda dünyayı
esir almış. </b></span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Dünyayı
en çok tüketenler ve kirletenlerin, ortak vizyon oluşturmak
amacıyla 20 yıl sonra tekrar Rio’da buluşması son derece
manidar, çünkü hâlâ mevcut ekonomik paradigmayı devam ettirmek
isteyenler de onlardan başkası değil. Hele, gelişmiş ve
gelişmekte olan ülkelerin, ekonomik büyüme ve sürdürülebilir
kalkınma zırhını birer ayrıcalık olarak kullanarak, her türlü
eylemlerinin mubah görülmesini istemeleri maskeyi düşürüp,
arsızlığı gözler önüne seriyor. Aslında herşey, doğanın
ekonomik bir kaynak olmadığını kabul etmekle başlıyor ki,
devletlerin bu aynayı kendilerine tutmalarını görmek için daha
çok bekleyeceğiz. Aynaya baktıklarında, bugün içi boşaltılmış
yavan bir kavram olan sürdürülebilir kalkınma yerine ne
koyabilirizin tartışılmaya başlanması gerekiyor ki, etrafta buna
cesaret eden yok. </span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Zaten,
zirvenin taslak metni de suya sabuna dokunmuyor, doğayı koruma ve
yoksulluğu önleme konusunda ne tür mekanizmaların kurulacağı
ile ilgili bir şey demiyor. Anlayacağınız, temelde yeşil
ekonominin ve sürdürülebilir kalkınmanın kurumsal çerçevesini
planlamayı amaçlayan Rio’dan elde zayıf ve niteliksiz bir metin
kalıyor. </span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Gelelim
Türkiye’nin Rio’daki temsiline... <b>Başbakan Erdoğan,
Rio’da epey çevreci bir konuşma yaptı, üstelik bir de
Türkiye’yi model ülke olarak gösterdi. Türkiye’de çevre ve
doğa adına yapılanları görmesek, bilmesek gerçekten doğruya
doğru konuşmayı epey çevreye duyarlı bulabilirdik ama sadece
konuşmada, çünkü uygulamada iktidarın nasıl antiçevreci
olduğuna her gün şahidiz.</b> </span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Erdoğan’ın
konuşmasından satırbaşlarını şöyle örneklemek mümkün: </span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="color: white;">“<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="font-size: small;">Birileri
zenginleşirken, birileri fakirleşiyorsa bu büyüme sağlıklı
değildir. Böyle bir büyüme yöntemi sürdürülebilir kalkınmanın
önündeki en büyük engeldir.” </span></span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Mesela,
bu cümlede Türkiye’yi tarif etmiş olabilir mi?</span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="color: white;">“<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="font-size: small;">Bugüne
kadar her ne pahasına olursa olsun kalkınma gibi bir algı dünyaya
egemen oldu. Kalkınma sadece ekonomik büyüme olarak, sadece
rekabet gücünün artması olarak algılandı.”<br /><br /><b>İktidar,
Türkiye’nin kalkınma modelinde nasıl bir değişiklik öngörüyor?
2000 civarında HES ile nehirlerin binlerce kilometre borulandığından
bahsetmiş olabilir mi? Türkiye’nin büyümesi için HES’lere,
termik ve nükleer santrallere ihtiyacı olduğunun pompalandığını
hatta bu enerji türlerinin çevreci olduğuna iknaa çalışıldığını
söyledi mi? Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’ndaki Çevre
ibaresinin atılıp icraata Şehircilik Bakanlığı olarak devam
edeceğini, Çevre’nin Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nda bir
alt başlık olacağını ne zaman açıklayacak? </b></span></span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="color: white;">“<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="font-size: small;">Dünyanın
belli bir bölümü fosil yakıtları gerçekten son derece müsrif
tüketiyor. Büyük hacimli motorlara sahip arabalarla insanlığa
ait bir kaynak tüketilirken, insanlığın ortak mülkü dünya
ciddi şekilde kirletiliyor.”<br /><br /><b>Türkiye’de
ciddi bir toplu taşıma ve çevreci otomobiller var da biz mi
görmedik? Türkiye’de her gün trafiğe milyonlarca otomobilin
çıktığını, saatlerce yollarda kaldığını, üçüncü
köprünün binlerce aracın daha trafiğe çıkmasına neden
olacağını anlattı mı?</b></span></span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="color: white;">“<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="font-size: small;">Dünyanın
belli kesimler tarafından ciddi şekilde kirletilmesi, eşitsizliği,
adaletsizliği, hukuksuzluğu körüklüyor.”<br /><br /><b>Başbakan,
Bergama’da, Gerze’de, Ergene’de Kütahya’da, Dilovası’ndaki
çevre felaketlerini duymamış olabilir mi? Türkiye’nin dağına
taşına maden arama ruhsatı verildiğini, 2B ile orman
arazilerinin, turizm teşvikleriyle koruma altındaki milli
parkların, SİT alanlarının nasıl paraya çevrildiğini bilmiyor
mu? Türkiye’nin karbon salımında dünya rekorları kırdığını
kimse söylememiş olabilir mi?</b></span></span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="color: white;">“<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="font-size: small;">Bencilliğin
ekonomik sisteme özellikle küreselleşen dünyada küresel ekonomik
sisteme sirayet etmesi, sürdürülebilir büyüme önündeki en
büyük engeldir.”<br /><br /><b>Kentsel
dönüşüm adı altında insanların yaşadıkları yerlerden
sürülmesi, TOKİland’ler, halkın itirazlarına rağmen yapılan
HES’ler, nükleer santraller bencillik ekonomisi olarak sayılabilir
mi? </b></span></span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Kaynakları
umursamadan metalaştıran kalkınma modeli ve hemen her ülke için
örnek olarak sunulan Türkiye’den manzaralar. CHP Genel Başkan
Yardımcısı <b>Sezgin Tanrıkulu</b>, Erdoğan’ın “Rize’de
farklı Rio’da farklı telden konuştuğunu” söyleyerek,
Erdoğan’ı “<b>Rize’de HES’çi, Rio’da çevreci
Başbakan”</b> diye tanımlamış. Eh başlığı da böylece
Tanrıkulu atmış oldu!</span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="color: white;"><br /></span><br />
</div>
Taraf Kulishttp://www.blogger.com/profile/08350988942779711142noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2298008222604926865.post-33077714705340440472012-08-05T12:45:00.003+03:002012-08-05T12:45:35.164+03:00Sürdürülebilirlik ve Rio+20 Zirvesi<br />
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;"><b>Bizde
ekonomik model denince yanlış anlaşılan kavramlardan biri
herhâlde sürdürülebilirlik. Sürdürülebilirlik, kaynaklarla
ilgili ama soyut bir anlam taşıyor. Hâlbuki kavramın temelindeki
tartışma, sosyoekonomik ve çevresel faktörlerin birbirleriyle
ilişki ve uyum içinde ele alınması, analiz edilmesi ve
uygulanması. 20 haziranda Rio’da başlayacak Rio+20
Zirvesi’nde sürdürülebilir kalkınmanın çerçevesi ve son 20
yılda bu konuda ne kadar ilerleme kaydedildiği ele
alınacak. Zirvenin iki temel teması var: Yeşil ekonomi ve
sürdürülebilir kalkınmanın kurumsal çerçevesi. Ülkeler, yerel
yönetimler, iş dünyasının temsilcileri, sivil toplum
kuruluşları, daha iyi refah düzeyine ulaşabilmek için çevreye
saygılı, sağlıklı ve temiz bir sürdürülebilir kalkınma nasıl
yaratılabilir sorusunun cevabını arayacaklar. Nükleer lobi
nükleer enerji için gereken yakıtın daha tasarruflu
kullanıldığını öne çıkararak, nükleerin yenilenebilir olduğu
tezini yine gündeme getirmekten kaçınmayacaktır. Enerji
oburu ve sivil nükleer enerjiye olan iştahını ilan etmiş olan
Türkiye, bakalım neler diyecek? Resmî belgelerde bakanlığın
adından “Şehircilik” düşürülmüş şekilde kendini
tanıtan “Çevre Bakanlığı” bakalım dünyaya neler
önerecek? Türkiye’deki uygulamalardan bahsederken, kişi
başına düşen seragazı salım miktarının 5,45 tona çıktığını
nasıl anlatacak? Türkiye’nin tamamen fosil yakıt kullanımına
dayalı bir büyüme stratejisi olduğunu nasıl izah edecek?</b></span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">İklim
değişikliği, küresel ısınma, hızla yükselen şehirleşme
oranları, artan nüfus gibi etkiler biraraya konduğunda,
sürdürülebilir bir dünya için yenilenebilir enerjiye daha fazla
ihtiyaç duyuluyor. Nitekim, bu alanda ciddi adım atmış olan ve
yenilenebilir enerji planlarını son derece kararlı şekilde
uygulamaya geçiren ülkeler var. Bunların başında da Almanya
geliyor. <b>Almanya, Mart 2011’de Japonya’da yaşanan
nükleer felaketin ardından ülkedeki santrallerin sekizini derhal,
kalan kısmını da 2020’ye kadar kapatma kararı almıştı.</b> Almanya,
kademeli olarak nükleerden vazgeçme kararıyla birlikte cesur bir
adım attı, <b>güneş enerjisinden elde ettiği enerji miktarı
22 gigawatt’a ulaştı. Bu, tam kapasiteyle çalışan 20 nükleer
santralin ürettiği günlük elektrik enerjisine eşit. Dünyadaki
güneş enerjisi santrallerinin yarısı Almanya’da.</b>Elektriğin
beşte biri bu kaynaktan karşılanıyor. Ülkede, geleneksel
sistemlere göre, epey maliyetli olan güneşten enerji üretimine
büyük teşvik var. Ancak, bu durum nükleer santral işleticisi
şirketlerin pek işine gelmedi, bazı santrallerin kapatılmasından
sonra büyük oranda zarar ettiklerini belirten başta iki dev Eon ve
RWE olmak üzere enerji şirketleri, Angela Merkel yönetimindeki
federal hükümete karşı Anayasa Mahkemesi’ne dava açtı.
Nükleer enerji üreticisi şirketler, zaman içinde o kadar
palazlanmış, lobileri o kadar güçlenmiş ki, hükümetlere şantaj
yapacak seviyelere gelmişler. Hükümetten 15 milyar avro tazminat
istemeye hazırlanıyorlar. Hatta bu kadarla da kalmayıp,
uğradıkları zararın yanı sıra, henüz bir kazanç elde
edemedikleri yeni yatırımlarının da karşılanmasını talep
ediyor. Bu durum, farklı firmalara başka ülkelerde de aynı
yöntemi uygulamaları konusunda yol gösterebilir ki, bu en az
nükleer enerjinin kendisi kadar tehlikeli bir gelişme.<br /><br /><b>Türkiye’nin
bakışı ise yine gelişmiş ekonomilerden ve üye olmayı
hedeflediği AB normlarından fersah fersah uzakta.</b> Başbakan
Erdoğan, Akkuyu Nükleer Santrali’nin zemin etüt çalışmaları
ve lisanslama başvuru sürecini başlattıklarını belirterek,
“Tedbirleri iyi aldığınızda, nükleer santral tehdit içermiyor.
Bir yıl boyunca 24 saat nükleer santralin kapısında otursanız,
bir uçak yolculuğunda aldığınız kadar radyasyon almıyorsunuz.
Bu bilimsel bir tesbit. Türkiye’nin büyümesini, gelişmesini,
enerjide dışa bağımlılıktan kurtulmasını istemeyenler, art
niyetli şekilde kampanyalar yürütüyor” demiş. <b>Başbakan,
nükleer sürdürülebilir demeye getiriyor.<br /><br />Ancak,
üniversiteler pek öyle demiyor.</b> Akkuyu Nükleer Güç
Santrali (NGS) AŞ, projenin çalakalem yazılmış ÇED başvuru
dosyasını geçen aylarda Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na
sunmuştu. Bakanlık, aralarında üniversitelerin de bulunduğu bazı
kamu kuruluşlarına ÇED raporuyla ilgili görüşlerini sordu.
Dosyayı inceleyen Mersin Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi
Biyoloji Bölümü, olumsuz görüşünü bilimsel bir raporla
sundu, <b>santralin 332 kuş türünün barındığı Göksu
Deltası’nı, caretta caretta ve yeşil denizkaplumbağaları ile
Akdeniz foklarının yaşam alanlarını tehdit edeceği</b> uyarısında
bulundu. Ayrıca, nükleer atık sorununun küçümsendiğini
belirten uzmanlar, <b>yasal mevzuatta nükleer santral
kurulması, işletilmesi, atıkların bertaraf edilmesi konusunda
boşluklar olduğu</b>na dikkat çekti.</span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Türkiye,
termik, nükleer ve HES yapmakla uğraşırken, bir güneş ülkesi
olmasına rağmen, yakın zamana kadar gerekli kanun ve mevzuat
çıkarılmadığı için kurulmuş ticari hiçbir güneş enerji
santraline sahip değil. <b>Türkiye, fosil yakıtlarla çalışan
enerji üretimine daha çok yatırım yapan, seragazı salımlarıyla
dünyayı en çok kirleten ülkeler listesinin üst sıralarına
adını altın harflerle yazdırmaya aday.</b></span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="color: white;"><br /></span><br />
</div>
Taraf Kulishttp://www.blogger.com/profile/08350988942779711142noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2298008222604926865.post-1211139233869382172012-08-05T12:44:00.000+03:002012-08-05T12:44:06.794+03:00Uzun bir yol hikayesi<br />
<div align="LEFT">
<span style="color: white;">GÜMRÜ - <span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="font-size: small;">Bu
yıl geçen yıldan biraz daha farklı bir gündemle ama yine aynı
zamanlarda yolum<b>Ermenistan</b>’a
düştü. Geçen sefer İstanbul-<b>Yerevan</b> uçuşuyla,
Ermenicesiyle <b>Hayastan</b>’a
gidip bir haftalık temasların ve çeşitli vesilelerle yaptığımız
buluşmaları tamamlayarak, ve geride epeyce güzel hatıra da
bırakarak yine Yerevan-İstanbul uçuşuyla geri dönmüştük. Bu
kez ilk durağımız Kars’tan el sallansa görünecek <b>Gümrü</b>’ydü.
Türkiye ve Ermenistan arasındaki sınır kapıları 1993’ten bu
yana kapalı. Gümrü’de diaspora Ermenilerinin gerçekleştirdiği
bir dizi yatırıma tanıklık etmek üzere davet edilen İstanbul ve
Kars’tan Türkiyeliler ile birlikte Gümrü’ye ulaşmak üzere
farklı bir güzergâh tercih edildi. Aslında tercih edildi demek
çok insaflı bir tanım olmayabilir. Ermenistan ile kapalı olan
Türkiye sınırı nedeniyle İstanbul’dan Kars’a gelip oradan da
rahatlıkla 60 kilometrelik sınırı katederek Gümrü’ye
ulaşabilirdik. Ancak, öyle olmadı, önce Gürcistan
üzerinden <b>Tiflis</b>’e
geldik. Tiflis üzerinden de saatlerce yok katederek Gümrü’ye...
Hoş yeşil vadiler olağanüstüydü ama yol da uzundu. Kars’tan
gelen misafirler de hem yakın hem uzak kent Gümrü’ye komşu
kente gidercesine ulaşmak yerine Tiflis üzerinden arabalarıyla
geçmek zorunda kaldı.</span></span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Türkler
ve Ermeniler arasında ilişki kurulmayınca, iki halk birbirine uzak
durdukça, birbirini yok saydıkça vicdanlar rahatlamıyor, geçmişin
izleri birbirini yok saydıkça silinmiyor. “Ermeni sorunu”,
Türkiye’nin öncelikli sorunlarından biri değil, hatta
buzdolabına kaldırılan protokolleri düşününce, Türkiye’nin
en önemli sorunları arasında sayılamayacak kadar listeden düşmüş
durumda. Gündeme gelirse de hep olumsuz haberlerle gündemde yer
buluyor. Ancak, Türkiye’de devlet bu sorunla gerçek bir niyetle
yüzleşmeden hiçbir zaman tam anlamıyla demokratikleşemeyecek.
Herşey bir niyetle başlıyor, geçen defa siyasilerin niyeti pek
çok sebeple yarı yolda kaldı, ancak ikinci kez niyetlenmek çok
zor olmasa gerek...</span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Allahtan
bu durum birbirleriyle ilişki kurmak, birbirini tanımak isteyen iki
halk arasında pek engel teşkil etmiyor. <b>Hrant Dink
Vakfı</b>, <b>Free Press Unlimited</b> ve <b>Gümrü
Gençlik Girişim Merkezi</b>’nin girişimleriyle
gerçekleşen “<b>Diyalog için Mültimedya”</b> projesinin
ürünleri,“<b>Beklemekten Öte... Türkiye-Ermenistan Sınırından
Hikâyeler”</b> başlığıyla <b>Galata
Fotoğrafhanesi</b>’nde bu ayın sonuna kadar görülebilir. Proje
Gümrü’ye de geldi. Hatta benim açımdan bu çalışmaları
izlemek, Gümrü’de kısmet oldu. Türkiye’den ve Ermenistan’dan
beşer fotoğrafçının katılımıyla 2011’in yaz aylarında
hayata geçirilen, sınır kentleri Kars ve Gümrü’de yaşayan
insanların gündelik hayatlarını, bekleyişlerini ve yıllardır
devam eden diyalogsuzluk ortamını anlatan fotoğraf projesinin
ürünleri bunlar...</span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Proje
kapsamında, Türkiye’de yapılan atölye çalışmasının
ardından, fotoğrafçılar, biri Ermenistanlı, biri Türkiyeli
olmak üzere ikişer kişilik gruplara ayrıldılar ve birer
mültimedya belgesel hazırladı. Bu çalışmalar arasında beni en
çok etkileyenlerden biri, <b>Armine Vardanyan</b> ve <b>Eren
Aytuğ</b>’un,“<b>İstasyon”</b> projesi oldu. Bu
mültimedya projesi, çalışmayan bir trenin istasyon görevlilerini
anlatıyor. Filmde 32 yıldır Gümrü-Kars sınırında yaşayan bir
adamın hikâyesi var. <b>Akhuryan İstasyonu</b>’ndan sınırın
kapandığı 1993’ten bu yana hiç tren geçmemesinin getirdiği
yıkıcı ruh hâli o kısacık filmde çok iyi vurgulanmış. Daha
önce istasyonda pek çok insanın çalıştığını, yüklerin
indirilmesinin ne kadar çok zaman aldığı anlatılıyor. Sınır
kapalı olmasına rağmen altı kişi burada vardiyalı olarak bir
gün sınır açılır umudunu da kaybetmeden nöbet tutmaya devam
ediyor ve görevlilerden biri şöyle söylüyor: “Akhuryan’dan
1993’ten bu yana hiç tren geçmedi. Bu sınır bir daha açılacak
mı, bir daha tren geldiğini görecek miyim, görmeye ömrüm
yetecek mi?”<br /><br /><b>Bu yazıyı ben değil bu kez Hrant Dink
bitirecek</b>, hem sınırın açılmasına hem de Ermenistan’daki
Metzamor Nükleer Santrali’nin kapanmasına yaptığı
atıfla “<b>Sınır açılsın, Metzamor kapansın”</b>başlıklı
makalesinde şöyle yazmış 2004’te: “<b>Kars ile Gümrü
halkları iki duyarlı konuda buluşabilir, ‘çevre’ ve ‘barış’
gibi, evrensel iki değerde ortaklaşabilirler mi? Ey Türkiye’min
hükümeti... Ey Ermenistan’ımın hükümeti. Bu iki halkın bu
ortak kaygısına ve talebine sizin bulacağınız çözüm yok mu?
Var mısınız bir ilk işbirliğine? Var mısınız elbirliğiyle
Metzamor’u kapatmaya... Var mısınız sınırı açmaya?”</b></span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="color: white;"><br /></span><br />
</div>
Taraf Kulishttp://www.blogger.com/profile/08350988942779711142noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2298008222604926865.post-68167279557668611532012-08-05T12:42:00.003+03:002012-08-05T12:42:31.010+03:00Talan ve tahribat sezonu açılmıştır<br />
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;"><b>Bir
ülkede aynı anda hem kadının bireysel hak ve özgürlüklerine
yönelik keskin saldırılar yaşanıyor, hem belli bir işkolunda
çalışanların grev hakkı yasaklanıyor, bir yandan toplumun geniş
kesimleri tarafından istenmeyen nükleer santral yapımına ilişkin
kanunun iptali yargı tarafından reddediliyor, üçüncü köprü
ihalesi nihayetlendiriliyor, köyüne HES yaptırmak isteyenlere
zulüm ediliyor, öte yandan çevre varlıkları üzerindeki her
türlü koruma kararını kaldırmaya ve doğal varlıkları
şirketlerin talanına açan tasarı maddeleri ilgili komisyonda
kabul ediliyor. Geçen bir haftada bunca hangi evrensel standarda
göre ifade edildiği belirsiz, kendinden menkul ahlak dayatması ve
hak ihlalinin yükselttiği gerilimden sonra Türkiye, sürekli
cinnette, kıyamet halleri içinde bir ülke hissi vermiyor mu?</b></span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">THY
ile ilgili gelişmeler pek çok boyutuyla medyada yer aldı, burada
zurnanın zırt dediği yer, <b>grev hakkının neden
çalışanların ellerinden alındığı</b>dır. “Bu çok
stratejik bir sektör, grev yaşanması halinde bu durumdan çok
fazla insan etkileniyor” deniyor. AKP’nin işçi düşmanlığını
Tekel işçilerinin eylemleri döneminden de hatırlayacak olursak,
stratejik sektör fikrini kabul etmiş olsak dahi , <b>mevcut
bir hakkı çalışanın elinden alıp, yerine hiçbir şey
koymadığınız</b> gerçeğine ne diyeceğiz?<b>Grev hakkı
elinden alınan insanlara ne sunuyorsunuz, nasıl bir garanti ya da
güvence getiriyorsunuz?</b> Hiçbir şirketin küresel marka
değeri ya da uluslararası imajı çalışanlarının haklarından
daha önde ve daha önemli sayılmamalı.</span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Grev
yasağının fikir babası AKP’li <b>Metin Külünk</b> diyor
ki, “Pilot ve kabin ekibinin emeklerine saygılıyız, hak aramak
ayakta alkışlanır ama millete ait kurumu bertaraf etme hakkı da
kimseye ait değildir.” Korsan taksiciliğe cezalar getiren yasa
teklifinin içine sokuşturulan havacılık işkolunda <b>grev
yasağı getirme hakkı niye size ait</b> o halde? Yüzde 50 oy
aldığınız için mi?</span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Türkiye,
dünya üzerinde, çevre ve doğa korumacılarına en az kulak veren
ülke diyebiliriz. Kayıtlara dünyanın en büyük ikinci nükleer
reaktör felaketi olarak geçen Fukushima’da olanlar sonrası doğa
zehrini üzerinden atamadan, Türkiye “nükleer santral yapılmazsa
ölecek” hastalığına tutulmuş gibi koşar adım nükleer
reaktör yapmak için uğraşıyor. Cuma günü Anayasa Mahkemesi,
Akkuyu’da nükleer santral kurulmasına ilişkin anlaşmanın
yürürlüğünün durdurulması talebini reddetti. Başbakan
Erdoğan’ın “<b>Akkuyu santrali derhal
hızlandırıla”</b> talimatı vermesinden sonra, <b>santralin
yapılması planlanan bölgeye 15 km. uzakta deprem meydana geldi</b>.
Deprem fay hattında yapılmak istenen santralin ihale, <b>yarışma
ve rekabet kurallarının hiçe sayıldığı</b>, yapım ve işletme
hakkının ihalesiz olarak dünyada denenmemiş, kendi ülkesinde
bile hakkında soruşturma yürütülen bir firmaya teslim edilmesi
göz göre göre <b>hukuku hiçe saymaktır</b>. Diyelim ki,
enerji meselesi de çok stratejik, mutlaka kurmayı aklınıza
koydunuz. Bu durum, <b>kamu yararı ve hukuk devleti ilkelerini
yok saymanız</b>ı gerektirir mi? Türkiye’de nükleer reaktörü
denetleyecek bağımsız bir kurumun olmayışını, kaza, risk
analizlerinin halka anlatılmamasını nasıl izah edebilirsiniz?
Akkuyu NGS şirketi 12 bin kişiyi istihdam edeceklerini söylüyor.
Dünyada reaktör başına 400 kişi çalışıyor. Bugüne kadar
dünyanın hiçbir nükleer santralinde 12 bin kişinin çalışmadığı
yalanına neden göz yumuyorsunuz?</span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Yine
cuma günü TBMM Çevre Komisyonu’ndan “<b>Tabiatı ve
Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu Tasarısı”</b>nın 14
maddesi kabul edildi. Adındaki koruma sözüne aldanmayın, <b>yağma
ve talana imkân veren bu tasarıyla çevre varlıkları üzerindeki
her türlü koruma kararı kaldırılabilecek, koruma alanlarının
sınırları değiştirilebilecek, kısmen veya tamamen farklı bir
statüye geçirilebilecek</b>. Tasarıda buna çok güzel bir kılıf
da var: Yeniden değerlendirme. Böylece, her türlü çevre talanına
karşı bir miktar koruma getiren <b>SİT alanı uygulaması
tarih olacak</b>. Yetkilerin tamamının Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı ile Orman ve Su İşleri Bakanlığı’na
devredilmesiyle, <b>uygun görülen yer “yeniden
değerlendirmeye” tabi tutulacak</b>. Bu yasanın, bundan
sonra <b>dereleri, gölleri, ormanları, dağları, ovaları
şirketlere peşkeş çekeceği</b>ni uzun uzun anlatmaya gerek
yok. <b>Bu tasarı,</b> <b>kültürel ve tabiat
varlıklarının korunmasına da zarar verecek</b>. Çünkü, tasarı,
2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kanunu’nun,
milli park ve birinci derece SİT alanlarının kullanıma açılması
önünde oluşturduğu engelleri, yaptığı mevzuat düzenlemesi ile
önlüyor. Tasarıya göre, <b>bilimsel ve teknik nitelikte
kurumlar karar süreçlerinde tamamen yok sayılıyor</b>. Tüm yetki
iki bakanlığın oluşturacağı kurullarda olacak. SİT kararları,
milli parklar, tabiat parkları, doğal alanların korunması ve bu
alanların kullanıma açılması ile ilgili konularda <b>hükümet,
başına buyruk şekilde hareket edebilecek</b>. Yalnız tüm bu
kararları alırken unutulan bir şey var. Doğa sadece sizin
seyrinize sunulmuş bir manzara değildir... <b>Doğa yoksa siz
de yoksunuz...</b></span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="color: white;"><br /></span><br />
</div>
Taraf Kulishttp://www.blogger.com/profile/08350988942779711142noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2298008222604926865.post-50548861203771589482012-08-05T12:40:00.003+03:002012-08-05T12:40:43.319+03:00Terlikli çocuk gongu çalınca...<br />
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;"><b>Dünyanın
en zengin, en genç işadamlarından biri. Dünyanın gözü
üzerinde, ne söylese, nereye gitse, ne yapsa haber, milyonlarca
insanın ilgisine mazhar olmuş bir sitesi var. Rahat giyim tarzı ve
hatta zaman zaman gayrıciddi bulunan tavırlarıyla gündem oldu,
kariyerinin başındayken </b><i><b>Time</b></i><b> dergisine
kapak yapıldı, hayatını anlatan film çekildi. Mark
Zuckerberg’in 22 yaşındayken okulda popüler olmak için
kurduğu Facebook, aslında hayatını değiştirecek
projesiydi. Fikrin çalıntı olduğu da konuşuldu, hatta dava bile
açıldı. Bunlara pek takılmadı, dehasını kullandı, fikrini
paraya çevirdi. Tv programlarına, en önemli iş toplantılarına
bile giderken ayağından çıkarmadığı terlikleri, kapüşonlu
kıyafetleri sık sık yazıldı. Kimi zaman bu rahatlık
eleştirildi. Şans mı, çalışanlık mı, girişimcilik mi yoksa
deha mı kısmı epeyce züğürdün çenesini yoracak bir tartışma
ancak bugün, herkes Facebook’un halka arzını konuşuyorsa, en
duyarsız kalanı bile arada bir Facebook hesabını açıp ne var ne
yok diye bakıyorsa, belki de bu özelliklerin hepsi...<br /><br />Zuckerberg,
18 Mayıs 2012 günü terliklerini çıkardı, Nasdaq’ın
yolunu tuttu ve gongu çaldı. Her şey o cuma günü
Facebook’un halka arzıyla başladı. Facebook, ABD tarihinde
bir ilk gerçekleştirecek, borsaya açılan en değerli şirket
olacaktı. Hisse başı fiyat 38 dolar ve şirketin toplam
piyasa değeri 104 milyar dolar olarak belirlendi, ancak evdeki hesap
çarşıya uymadı. İlk işlem günü 42 dolara kadar yükselen
hisse, kısa sürede çakıldı, perşembe günkü 33 dolardan
kapandı. Büyük umutlarla halka açılan şirket, ikinci günün
sonunda 20 milyar dolar değer kaybetmişti. Buna ek olarak şirkete
iki soruşturma, bir dava açıldı. Peki, Facebook nerede yanlış
yaptı? </b></span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Muhakkak
ki, tüm halka arz operasyonları risk taşır, ancak verilen fiyat
ve vaat edilen kârla Facebook için bu risk daha fazlaydı, buna bir
de vahim hatalar eklenince, zincirleme hayalkırıklığı
yaşandı.<b>Analistler, Facebook hisselerinin değer kaybının tüm
sosyal medya şirketlerini etkileyeceğini söylüyor.</b> Çünkü,
Facebook’un büyük kazanç sağlayan stratejisi hızlı bir düşüşe
sahne oluyor. Hisselerin satış işlemlerine başlanmasında yaşanan
satış öncesi verilen çok sayıda iptal emri nedeniyle 30
dakikalık gecikmeyle başlayan olumsuz süreç, hisselerin aşırı
değerli olarak piyasaya sürülüp yatırımcının aldatıldığı
yönündeki eleştirilerle devam etti. SEC, gecikmenin haksız
kazanca neden olup olmadığı ile ilgili soruşturma başlattı. </span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Halka
arzın yönlendiricileri yatırım bankaları, <b>Morgan
Stanley</b>, <b>Goldman Sachs</b> ve <b>JP Morgan</b>,
Facebook’un son aylarda zayıflayan maddi verilerini saklamak ve
yatırımcıyı aldatmakla suçlanıyor. Her üç kurum da
suçlamaları reddediyor, fakat New York ve California’da adli
soruşturma başlatıldı bile. <b>Facebook’un kötü
gidişatının ilk ayaklarından biri, ABD’nin sermaye piyasası
kurulu SEC’e gönderdiği S-1 dosyası ile başlıyor.</b> Facebook’un
ciro tahminini gizlediği belirtilirken, Facebook halka arzını
yöneten Morgan Stanley’nin adı ön plana çıkıyor. Morgan
Stanley, Facebook’un cirosunda akıllı cihazların kullanımının
artmasıyla beraber reklam gelirlerinde gerileme olacağını
öngörüyormuş. Çünkü, <b>sayıları giderek artan mobil
cihaz kullanıcıları Facebook’a bu cihazlardan girdiklerinde
reklamlar görünmüyor. Bu Facebook’un reklamlardan beklenen
geliri elde edememesinin en temel sebebi.</b> <b>Morgan Stanley,
bu veriyi saklamış.</b>Olayın patlak vermesiyle birlikte, hisse
alanlar, bankalara ve Facebook’a suç duyurusunda bulunmaya
başladı. Dava dilekçelerinde, gelirlerde keskin düşüş
olacağının gizlendiği şikâyeti var.</span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Şirkete
açılan soruşturmalardan bir diğerini SEC Başkanı Mary Schapiro
ve Finansal Düzenleme Kurumu Başkanı Richard Ketchum
gerçekleştirdi. Burada <b>ön plana çıkan konu,</b> <b>bazı
yatırımcılara avantajlı giriş hakkı sağlanması</b>. İki
milyar dolar hisse alan bireysel yatırımcı Phillip Goldberg,
Nasdaq’taki teknik arızalar nedeniyle zarar ettiği gerekçesiyle
şirkete dava açtı. Goldberg, <b>açılıştaki teknik arıza
nedeniyle en az 30 milyon adet Facebook hissesinin olumsuz
etkilendiği</b>ni söylüyor. Nasdaq, aslında bu suçlamayı kabul
etti. Nasdaq CEO’su Robert Greifeld, Facebook’un ilk işlem
gününde kote oluşunda hata yaptıklarını kabullenen ifadeler
kullanmıştı.</span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Facebook
yönetiminin kendi gelir ve kârlılık hesaplarında tahminlerini
aşağı çekip, bu konuyu kamuoyuyla paylaşmaması, muhtemelen
Facebook’un popülerliğinin arka planında kalacağı
beklentisindendi. Ama gidişat öyle olmadı, yatırımcı bunu
yutmadı, şirket açısından ciddi bir ahlak sorunu da ortaya
çıkmış oldu. Aslında olanlar sürpriz değilmiş, teknoloji
şirketlerinin birçoğu borsada sınıfta kalmış. Şu âna kadar
halka açılmış bir milyar dolar üstü değere sahip şirketler
arasında sadece<b>Google</b> ve <b>Yandex</b> başarılı
olmuş. <b>Facebook’un 104 milyar dolar değerle halka
açılmasının balon olduğu yönünde söylentiler artıyor.
Şirketin aktif büyüklüğü altı milyar dolar ve değeri ile
aktif büyüklüğü arasında uçurum var.</b> Facebook
yaratıcılık, girişimcilik ya da deha sonucu ortaya çıktı, ne
derseniz deyin, ama bunlar hisse fiyatı belirlerken buhar olup
uçuyormuş demek ki.</span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="color: white;"><br /></span><br />
</div>
Taraf Kulishttp://www.blogger.com/profile/08350988942779711142noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2298008222604926865.post-30730678260972598772012-08-05T12:37:00.000+03:002012-08-05T12:37:22.626+03:00Kentsel bölüşüm rantsal dönüşüm<div style="text-align: left;">
</div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;"><b>İnşaat
sektörünün reel siyasetin lokomotifi olduğu Türkiye’de AKP
iktidarı, adım adım planlarını hayata geçiriyor. Son seçimlerin
ardından bakanlıklarla ilgili değişiklikler yapılırken Çevre
Bakanlığı’nın Çevre ve Şehircilik Bakanlığı haline
getirilmesi bu planın ilk etaplarından biri. Bakanlığın
çevre ile ilgili faaliyetlerden çok inşaat sektörünü semirtmeye
yönelik aktiviteleri herkesin malumu olduğundan, çevrenin sadece
Bakanlığın adından ve Bakan’ın çevre ve yeşil sevgisiyle
ilgili sarfettiği içi boş laflardan ibaret kaldığını
söyleyebiliriz. Geçen hafta milyonlar Türkiye Kupası’nı kim
alacak diye ekran başına kilitlenmişken, Afet Riski Altındaki
Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun, TBMM’den
geçiverdi. Kamuoyunda kentsel dönüşüm yasası olarak
bilinen bu yasal düzenlemeler, “deprem ülkesiyiz, bu dönüşümü
acilen bitirmeliyiz” mealinden bir el çabukluğu ile inşaat
sektörüne uçsuz bucaksız bir rant kapısı aralıyor. Deprem
riski sadece imara yönelik bir sorunmuş gibi sunuluyor, en yetkili
ağızlardan felaket senaryoları yazılıyor, zaten deprem
korkusuyla yaşayan halk psikolojik olarak hazırlanıyor. Bu
“ben yaptım oldu” yaklaşımı karşısında binaların
deprem riskine karşı güçlendirilmesine, riski çok yüksek
binaların yıkılmasına, kimsenin karşı çıkmayacağı muhakkak.</b></span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Burada,
deprem riski, meselenin odağı olarak değil, yasayla birlikte yeni
bir sürecin kaldıracı olarak kullanılıyor. Hem de, afet
yönetiminden ziyade kentsel dönüşüm adı altında
gerçekleştirilecek yıkımın uygulayıcısı konumundaki yönetim
anlayışının kaldıracı olarak... Oysaki, afet yönetimi, felaket
yaşanmadan önce risklerin belirlenmesi, muhtemel kayıpların önüne
geçilmesi veya azaltılmasına yönelik kapsamlı etki analizleri
gerektiren, doğaya saygılı stratejik temelli bir plana
dayanmalı. Bakıyoruz, <b>dönüşüm yasasının temelinde
yine TOKİ başrolde</b>. Bu yasa yoluyla kendisine verilen geniş
yetkilerle <b>TOKİ, Başbakan Erdoğan’ın da dediği gibi,
kimsenin gözünün yaşına bakmadan yıkımları
gerçekleştirecek</b>.<br /><br /><b>Bu yasaya göre mahkemeler
yürütmeyi durduramıyor. Tıpkı HES’lerde olduğu gibi.</b> <b>Ev
sahipleri yıkıma itiraz edip kazansa bile, evleri çoktan yıkılmış
olacak.</b> Yani, yapının afet riskine karşı dayanıksız
olmadığı bilirkişi kurullarınca tesbit edilse de, ev
sahiplerinin Bakanlığın tesbitine itiraz hakkı olsa bile,
mahkemeler yürütmeyi durdurma kararı veremeyecek ve yargı süreci
tamamlandığında yıkım gerçekleştirilecek. <b>Yapı risk
taşımasa da, Bakanlığın belirlediği risk alanı bölgesindeyse
yıkılabilecek. Bina yeni inşa edilmiş olsa bile
yıkılabilecek, yıkımlar reel değerler üzerinden değil emlak
vergisi bedelleri üzerinden yapılacak.</b> Bu arada, yasaya
göre, yıkıma karşı çıkan, direnen olursa suçlu ilan edilerek,
hakkında yasal işlem başlatılacak. <b>Bunlar, yaşadıkları
bölgelerden insanları söküp bu bölgeleri, rant ekonomisine yem
etmekten başka bir anlam taşımıyor.</b> Madem depreme
dayanıklı kentler oluşturmak amaç, mevcut yapı stokunun ekolojik
ilkelere ve sismik kurallara göre dayanıklı hale getirilmesi ve bu
dönüşümün o mahalle sakinleriyle birlikte yapılması da
yasaya konmalıydı. Bu yasa, doğasızlaştırma, nehirsizleştirme,
ormansızlaştırma ve insansızlaştırma politikasının –şimdilik–
son halkasını oluşturuyor.<br /><br /><b>Burada hiç ele alınmayan
konulardan biri, bu kadar binanın yıkımı sonucu ortaya çıkacak
devasa hafriyatın nerede toplanacağı, nasıl bir geri dönüşüme
tabi tutulacağı.</b>Geri dönüşüm ve depolama tesisleri mi inşa
edilecek, hammadde olarak geri mi kazanılacak, belli değil. Bir
ara, kentsel dönüşüm enkazını kaldırım taşı olarak
kullanılacağından bahsedilmişti. <b>Muhtemel olarak ortaya
çıkacak inşaat ve atık yıkıntı miktarının 143 milyon ton
olacağından bahsediliyor. Sadece İstanbul’da kişi başına
düşen hafriyat 10,9 kilogramı buluyor.</b></span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Kentsel
dönüşüm için yoksulluk, yoğunluk, risk gibi farklı yönlerden
ele alınacak kapsamlı haritaların çıkarıldığı ulusal bir
strateji planına ihtiyaç var. Çünkü, kentsel dönüşüm sadece
mekânsal bir dönüşüm demek değil. Mekânsal olduğu kadar
ekonomik ve toplumsal boyutlarıyla da ele alınması gereken bir
konu. Riskli alanlarda yapılacak kentsel dönüşüm için kamu,
yerel yönetimler, sivil toplum kuruluşları ve dönüşüm
alanlarında yaşayan insanlarla uzlaşma sağlamak gerekiyor, “ben
yaptım oldu” şeklinde değil. <b>Nükleer santral, üçüncü
köprü, kentsel dönüşüm gibi dev işlerin hiçbiri salt enerji,
ulaşım ya da afet yönetimi projeleri değil, hepsi apaçık rant
ve emlak projeleri.</b></span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Kentler,
orada yaşayan insanların ihtiyaçlarına ve isteklerine göre
değil, sermayenin ve iktidarın isteklerine göre dizayn ediliyor.
Barınma, sağlık ve eğitim kadar en temel insan hakkıdır.
Kentsel dönüşüm altındaki dayatmacılıkla barınma hakkı
sağlayamadığınız insanlara iktidar olarak sağlık ve eğitim
hizmeti vermeniz mümkün değildir. Türkiye’nin inşaat odaklı
büyüme stratejisi kapsamında, şimdi sırada iktidarın ve
sermayenin geniş kitleleri, deprem riski dayatmasıyla sürgüne
göndermesini izliyoruz.</span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="color: white;"><br /></span><br />
</div>Taraf Kulishttp://www.blogger.com/profile/08350988942779711142noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2298008222604926865.post-50824613770253794162012-08-05T12:35:00.000+03:002012-08-05T12:35:04.758+03:00Üstü olimpiyat parkı altı nükleer reaktör<br />
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;"><b>Bu
hafta aklımda çok başka şeyler yazmak vardı ancak bazen akla
takılan şeyler insanı “yazmazsa rahat edemeyecek” merhalesine
getiriyor. Londra’da Olimpiyat Oyunları’nı izlemeye sayılı
zaman kaldı. İngiliz hükümeti, Olimpiyatlar için kamu
bütçesinden 9,3 milyar sterlin yani yaklaşık 14,8 milyar dolar
harcadı. Bu rakam, İngiltere’nin Olimpiyatlara ev sahipliği
başvurusu yaptığı 2005 tarihinde öngörülen rakamın neredeyse
dört katı. 27 temmuzda açılış töreni yapılacak oyunlar için
İngiltere’de artık son hazırlıklar, son düzenlemeler
yapılıyor. İnşası için yaklaşık 12 bin kişinin geceli
gündüzlü çalıştığı ve kent içinde ayrı bir kentmiş
izlenimi yaratan Olimpik Park daha ziyaretçilerini ağırlamaya
başlamadan dünya çapında büyük ilgi uyandırıyormuş. Olimpik
Park neyin nesiymiş diye ufak bir araştırma yapınca, karşıma
şu bilgiler çıktı: “450 hektarlık bir alana yayılan ve
altı temel yapının yer aldığı alanda mimari tasarımlar, düşük
karbon salınımı, etkin su ve atık dönüşümü, çevreyle uyumlu
malzeme kullanımı, bölgedeki biyolojik çeşitliliğin korunması,
hava kalitesinin arttırılması, gürültü kirliliğinin en aza
indirilmesi hedefleriyle birlikte hayata geçiriliyor. 80 bin
izleyici kapasiteli Londra 2012 Olimpiyat Stadyumu, dünyanın en
çevre dostu stadyumlarından biri. En az malzeme hedefiyle inşa
edilen yapı benzerlerine göre çok daha az enerji harcayacak.”</b></span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Buraya
kadar her şey çok şahane. <b>Peki,</b> <b>sizce
İngiltere, oyunların oynanacağı bu çevre dostu Olimpiyat
Parkı’nı nereye yapmış? Hemen merakınızı giderelim: Daha
önce deneysel olarak kullanılan bir nükleer reaktör sitesinin
üzerine!</b> Kentin doğusunda yer alan <b>Lower Lea
Valley</b>’de eskiden bir nükleer reaktör sitesi varmış.
İngiltere’nin 2012’de Olimpiyatları alması kesinleştikten
sonra yetkililer, hemen “hiçbir sağlık riski yoktur” yönünde
ısrarlı açıklamalar yapmış. Avrupa Birliği’nin en etkin
kalkınma ajansı olan London Development Agency tüm çevresel etki
analizlerinin yapıldığını belirterek, herhangi bir nükleer
kalıntıyla ilgili bulguya rastlanmadığı, zaten yeterli temizlik
yapılmadan çalışmalara başlanmayacağı konusunda yüreklere su
serpmiş. Ancak tartışma sürüyor.</span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Buradaki
reaktör Queen Mary College tarafından 1982’ye kadar nükleer
reaktör mühendisliği çalışmaları için kullanılmış ve daha
sonra kapatılmış. Kapatılalı “30 yıl geçmiş ne olacak”
diye düşünmeyin, <b>nükleer, hükümetlerin reklamını
yaptığı şekilde asla temiz bir enerji olmadığı gibi dünyanın
en kirli enerjisi. Bir nükleer tesis en fazla 40 yıl
kullanılabilir, ardından sökülüp çevresinin temizlenmesi
gerekiyor. Bugüne kadar kullanım süresi dolmuş hiçbir reaktörün
temizliği tam anlamıyla bitirilmedi.</b> En kötüsünü sona
bıraktım, dünyanın en kirli atıkları olan radyoaktif atıklar
10 binlerce yıl dayanıklı.<br /><br />***</span></span></div>
<h3>
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;"><br />Seçim
sonrası Yunanistan’dan kesitler</span></span></h3>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Yunanistan’daki
kriz, 6 Mayıs 2012 itibariyle ekonomik olduğu kadar artık
siyasidir de. 1970’lerden bu yana iktidara gelerek ülkedeki
sistemi yozlaştıranların yerini alabilecek <b>Syriza gibi
partilerin, adamakıllı, ayakları yere basan bir projesini maalesef
duyamadık, en büyük düsturları her şeye hayır demek dışında</b>.
Bu da onları ziyadesiyle popülist bir yere oturtuyor. Seçimlerde
kemer sıkma önlemlerine öfkeli oylar, Troyka ile yapılan
memoranduma karşı olan partilere gitti. Seçimlerde aldığı yüzde
16,7 oyla sandıktan ikinci olarak çıkan sol koalisyon partisi
Syriza’nın lideri Alexis Tsipras, kendisine verilen hükümet
kurma görevini ikinci gün pes ederek, Cumhurbaşkanı Karolos
Papulyas’a iade etti. Tsipras, “Seçim sonrası şartlar değişti.
AB’nin daha önceki hükümetle imzaladığı anlaşmalar hükmünü
yitirdi. Başta bankalar olmak üzere finans sektörü
devletleştirilecek. Maaş ve ödemelere yönelik tüm kesintiler
geri alınarak yeniden eski seviyelere getirilecek. AB, Yunanistan’ı
değiştirmekten vazgeçmeli. AB, Yunanistan’a benzemek için çaba
harcamalı” diyor. Gerçek ise, anketlere göre, bugün seçim
yapılsa yüzde 23,8 ile birinci gelecek Syriza liderinin dediği
gibi değil. Birincisi <b>eskisi gibi yüksek seviyelere
getirilecek maaş ve ödemelerin kaynağının nereden bulunacağı
cevaplanmaya muhtaç</b>, ikincisi <b>AB ülkelerinde
Yunanistan’ın durumuna benzemek isteyen başka bir ülke yok</b>.
Avrupa’daki tüm mücadele Yunanistan gibi olmamak için veriliyor.
Bu tehlikeli vaatler, Yunanistan’da toplumsal memnuniyetsizliği
kanalize eden solun yükselişi anlamına gelse de altı boş
duruyor. Muhakkak ki iktidara Troyka ile imzalanan memorandum karşıtı
bir hükümet gelirse, kurtarma paketlerinin koşullarını yeniden
görüşür, yeniden müzakere eder. Ancak, paketleri tamamıyla
reddetmek hiç kolay görünmüyor. </span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">1990’larda
krizi yaşayan Asyalılar, salt krizi değil, sonrasını da
öngörmeye yönelik politikalar oluşturdu, halklar da hükümetlere
yardımcı oldu. Asya, o dönem elde ettiği tecrübeleri 2008’den
bu yana süregelen mali krizde de uyguluyor. Asya devleri krize
geliştirdikleri farklı yaklaşımla sadece kendi ekonomilerine
değil, dünya piyasalarına da rahat nefes aldırıyor. Bu kriz
bugünden yarına bitecek gibi görünmüyor. Dolayısıyla, krize
karşı geliştirilen politikaların uzun soluklu, geniş kapsamlı,
reformist olması şart. <b>Şimdi Cumhurbaşkanı Papulyas
liderleri “milli mutabakat” hükümeti kurmak için iknaa
çalışacak, yoksa takvimler 17 haziranda yine seçim diyecek.
Yunanistan’da siyasetçiler fedakârlık yapmaya hazır mı?</b></span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="color: white;"><br /></span><br />
</div>Taraf Kulishttp://www.blogger.com/profile/08350988942779711142noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2298008222604926865.post-67330713273288875522012-08-05T12:33:00.000+03:002012-08-05T12:33:29.546+03:00Herkesin reytingi kendine dönemi<br />
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Rating
kuruluşları finansal krizin patlak verdiği 2008’den bu yana
piyasaların ve hükümetlerin günah keçileri olmaktan
kurtulamadı. <b>Geçen hafta Türkiye’nin görünümünü
pozitiften durağana çekerken öne sürdüğü gerekçelerle S&P,
Türkiye’de hem piyasaların hem de siyasilerin öfkesinden ve
küçümsemesinden kurtulamadı.</b> S&P’nin 2011 verilere
bakarak karar verdiği, üst kurumların aldığı önlemleri ya da
açıklamaları anlamadıkları yönünde epeyce söz edildi.
Verdikleri notlar ve yorumlarla ülkelerin kaderlerine etki ettikleri
bir gerçek. Avro krizinin en vahim dönemlerinde siyasetçiler, bu
kuruluşlar için hakarete varan eleştirilerde bulunmaktan
çekinmedi. Açık şekilde kredi derecelendirme kuruluşlarının
tutumunun ekonomik krizi derinleştirdiği söylendi. Hatta onlara
karşı finansal sistemin yeniden yapılandırılması bile
konuşuldu. <b>Kredi notlarına aşırı bağımlılıktan
kurtulunduğu gün, muhtemelen sorunun büyük kısmının da
üstesinden gelinmiş olacak.</b> Kredi notlarına bir yasaklama
gelebilir mi, bu küresel finans ortamında mümkün değil,
istikrarsızlık yaratabilir ve kapitalizmin doğasına da pek
uymaz.<br /><br />Bu işin ağababaları olarak bilinen üç büyükler
–üçü de ABD kökenli– <b>S&P, Moody’s ve Fitch,
kredi derecelendirme alanını domine ediyor</b>. S&P ile
Moody’s’in ana ortakları neredeyse birebir aynı. Bu ortaklar
her iki şirkette de kontrolü elinde tutuyor. <b>En cüretkâr
hamlesini geçen yıl ağustosta ABD’nin notunu düşürerek yaptı
diyebiliriz.</b> S&P’nin yüzde 100 sahibi konumundaki
finans ve yayıncılık kuruluşu McGraw Hill’in ortakları
arasında yer alan sekiz isim Moody’s’de de yer alıyor.
Moody’s’de S&P’dekilerden farklı olarak Berkshire
Hathaway’in sahibi ünlü yatırımcı Warren Buffett da sahnede.
Buffett, yüzde 12,5 civarındaki hissesiyle en büyük hissedar.
Fitch’in ise yüzde 60’ı Fransız Fimalac Grubu, yüzde 40’ı
ABD’li Hearst Corporation tarafından yönetiliyor. Şirket aslında
ABD kökenli ancak yıllar içinde el değiştirmiş.<br /><br /><b>Bu
şirketlerin Avrupa ülkeleriyle ilgili son derece kötü notlar
veriyor olması, Avrupa’da büyük rahatsızlık yaratıyor.</b> Avrupa,
bu kuruluşların etkisinden kurtulmaya niyetli, bu amaçla Avrupa
merkezli bir kuruluşun kurulma çalışmaları hızla
sürüyor. <b>Krizle boğuşan Avrupa en azından notlar
konusunda biraz rahat nefes almak istiyor gibi.</b> ABD’li
şirketlerin Avrupa ülkelerinin art arda notunu kırması üzerine
gündeme gelen <b>Avrupa rating ajansı</b> projesi, bir
ara sermaye engeline takılmıştı. Proje, ajansın kurulması için
gereken 300 milyon avroluk başlangıç sermayesini
denkleştirilemeyince sonuçsuz kaldı. Ancak, uluslararası medyada
yer alan bazı haberlere göre, global düzeyde hizmet verecek
Avrupalı bir rating ajansı kurulması için gerekli finansal
desteğe ulaşılmış. Avrupalı banka ve sigorta şirketlerinden
300 milyon avro için destek sözü alınmış. Geçen hafta
İtalya’da 155 bin şirketi temsil eden <b>Confindustria
Başkanı Emma Marcegaglia</b> da aynı durumdan yakınarak,
şöyle konuştu: “<b>Avrupa’nın kredi derecelendirme
kurumunu oluşturmalıyız. Bu anlamda bir reform yapmalıyız.
ABD’li kredi derecelendirme kuruluşları temeli olmayan kararlar
veriyor. Verdikleri kararlar çoğu zaman real ekonominin mevcut
durumunu yansıtmaktan çok uzak.”</b></span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">S&P’nin
geçen haftaki kararının ardından Başbakan Erdoğan’ın konuyu
Bakanlar Kurulu toplantısında gündeme aldığı, Türkiye’nin
uluslararası alanda yeni bir not sistemi arayışına girmesinin ele
alındığı medyaya yansımıştı. <b>G-20 ülkelerinin de bu
kuruluşlarla sorunları olduğundan Türkiye’nin bu alanda
liderliğe soyunduğu belirtiliyor.</b> Bu alanda
Japonya’nın <b>JCR-Eurasia</b>, Çin’in <b>Dagong
Global Credit Rating</b> adında Batılılara alternatif rating
kuruluşları olduğunu da hatırlatalım. </span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Tabii,
bu şirketler kamu yararına ya da ülkelerin hayrına bu not verme
işlerini takip etmiyor. Rating kuruluşları auditing için yani
yıllık hesap denetimi için belli bir ücret alıyor. Dolayısıyla,
hem not ölçümü yaptırıp hem de şirket notu açıklayınca
rating şirketini kötülemek pek akıl kârı bir durum değil. Aynı
durum kredi notu ölçümü yaptıran şirketler ve finansal
kuruluşlar için de geçerli. Örneğin, bir kurum, 500 milyon
dolarlık bir bono ihracı gerçekleştirecek ve yatırımcılar
bunun bir kredi derecelendirme kuruluşu tarafından
notlandırılmasını istiyor. Bu da aşağı yukarı 250 bin dolar
ücret ödenmesi anlamına geliyor. Eğer bono ihracı 160 milyon
doların altında kalırsa, asgari ödeme 80 bin dolar oluyor. Çok
büyük bono ihracatçısıysa yatırımcılar her üç ajans
tarafından da değerlendirme isteyeceği için bu 750 bin doları
buluyor. <b>Kâr tatlı ve rating kuruluşlarının sistemi
bir anlamda esir aldıkları açık.</b></span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">İşin
bu boyutu bir yana, “<b>kredi derecelendirme kuruluşlarına
ödemeyi, tahvili çıkarıp kredi alanlar değil yatırımcılar
yapmalı”</b> diye de bir görüş var. <b>Burada da bir
çıkar ilişkisi çelişkisi ortaya çıkabilir</b> ancak,
temel sorun zaten sistemin tek bir tarafın görüşüne göre
belirlenmesi. <b>Burada kilit önemdeki nokta şu, bir rating
kuruluşu görüş açıkladığında bunun sadece bir görüş
olarak değerlendirilmesi, tartışılması teklif dahi edilemez bir
gerçek olarak ortaya konmaması.</b> Değerlendirmeler bir
analiz olarak görülerek, bir mahkeme kararı gibi algılanmazsa
sinirler de bu kadar çok gerilmez.</span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="color: white;"><br /></span><br />
</div>Taraf Kulishttp://www.blogger.com/profile/08350988942779711142noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2298008222604926865.post-32824948301544371782012-08-05T12:31:00.003+03:002012-08-05T12:31:46.478+03:00Kamu borcu değil emlak balonu<br />
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Bir
ülkenin fevkalade futbol oynaması çok güzel bir görsel şölen
ancak ne ekonomik sorunlara çare olabiliyor ne de kronikleşen
işsizliğe. <b>Avrupa’nın dördüncü büyük ekonomisi
İspanya’da, 1980’lerin sonunda başlayıp 1990’ların başında
önemli bir büyüme gösteren inşaat ve emlak sektörü, şu anda
ülkedeki bankaların en ciddi derdi konumunda.</b> 2007’nin
sonlarında ABD’de sinyallerini vermeye başlayan ve 2008’de
büyük bir gürültüyle kopan <b>mortgage krizinin bir başka
versiyonu şu sıralarda İspanya’da yaşanıyor</b>. İspanya
Merkez Bankası verilerine göre, İspanya bankalarının şubatta
batık kredileri oranı yüzde sekiz ile 18 yılın en yüksek
seviyesine yükseldi. <b>İspanyol bankaları, inşaat
sektöründe yaşanan patlama sırasında cömertçe verdikleri ama
şimdilerde geri ödenmesi mümkün olmayan büyük bir kredi
sorunuyla karşı karşıya.</b> Bankalardaki batık kredilerin
miktarının 150 milyar avroya yakın olduğu tahmin ediliyor. Bu
arada, ülkede boş duran konut stokunun ise bir milyon civarında
olduğundan bahsediliyor. <b>AB ülkeleri arasında inşaat
sektöründe en fazla daralma İspanya’da. Emlak fiyatları yüzde
22 civarında aşağıya çekildi. Sektörün fiyatları daha da
aşağı çekmesi bekleniyor.</b> Bu durum bankaları daha fazla
zorlayacak. İnşaat sektörünün çökmesinin işsizliğin yüzde
25’ler seviyesine gelmesinde de payı büyük. </span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">İspanyol
bankaları fazlasıyla Avrupa Merkez Bankası’nın yardımlarına
muhtaç görünüyor. Son bir yılda İspanyol bankaları, Avrupa
Merkez Bankası’ndan 300 milyar avrodan fazla para almış. <b>Emlak
balonundaki patlamayla, tasarruf bankalarının bir çoğu iflas
bayrağını çekti.</b> Hızla büyüyen emlak pazarı, AB’deki
borç kriziyle birlikte derin bir durgunluğa girdi. Avro cinsinden
borçlanıp ipotek kredisi veren bankalar, konut talebi azalınca
kredileri geri alamamaya başladı. </span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Dolayısıyla,
İspanya’da Avrupa’nın en zayıf halkası Yunanistan’dan
farklı bir durum var.<b>İspanya’daki sorun Yunanistan’da olduğu
gibi kamu borçları kaynaklı değil, esas sorun 2000’lerin
sonlarına kadar hızla büyümüş ve şişmiş olan emlak
pazarındaki balon.</b>İspanya hükümeti, kesintilere giderek ne
bankalara ne de emlak sektörünün toparlanmasına imkân
veriyor.<br /><br /><b>Bu işin ucu çok sıkıntılı şekilde Alman
bankalarına dayanıyor. Alman bankalarının bilançolarında,
İspanya’daki emlak krizinin yarattığı ipotek sıkıntısı
var.</b> Aslında hemen hemen <b>Avrupa’nın pek çok
ülkesinden bankalar İspanyol bankalarına kredi açtı ancak en çok
etkilenenler Alman bankaları oldu</b>. Yunanistan’daki sancılı
mali krize maruz kalan Alman<b>Commerzbank</b> ve <b>Hypo
Real Estate</b> bunlardan sadece birkaçı. İspanyol perakende
bankacılık piyasasındaki en büyük yabancı bankalardan biri
olan <b>Deutsche Bank</b>, en büyük assetlerin
sahibi.<b>Barclays</b>’in durumu da Deutsche Bank’tan farksız.
Commerzbank’ın sahibi olduğu Eurohypo ve WestLB’nin sahibi
olduğu <b>WestImmo</b>, ülkedeki gayrımenkul yatırım
uzmanlığına en fazla para verenlerin başında. Alman Merkez
Bankası Bundesbank, İspanya’daki bu gelişmelerin Alman bankaları
için potansiyel sorun oluşturduğunu ve bankaların titizlikle
bilançolarındaki bu sorunlu kredileri temizlemesi gerektiğini
belirtiyor. Aslında Alman bankaları bunu bir miktar uygulamış.
2008 başında İspanya’da 200 milyar avroluk portföyleri varken
bu rakam geçen yıl 113 milyar avroya gerilemiş.<b>Alman bankaları,
kendilerini mevcut durumdan da bir miktar korumuş diyebiliriz. Zira,
gayrımenkul projelerine ve arsa spekülatörlerine direkt para
vermemişler, sadece banka ipoteklerine para yatırmışlar.</b> </span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Ancak,
gelinen nokta, yine de AB’nin rekabet kurumlarıyla Almanya’nın
da arasını açmak üzere.<br /><br /><b>Fitch</b>’in bir raporuna
göre, bu bilançoları düzeltmek için yıllar gerekiyor.
İspanya’daki durum kötüleştikçe en muhafazakâr kredi
kuruluşları bile, Fitch’e göre tehlikede ve mortgage kredisi
verenler eninde sonunda bunun bedelini ödeyecek. </span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Bir
zamanlar İspanya ekonomisinin motoru olan emlak piyasasındaki
sıkıntıyı ve bilanço dengesizliklerini hükümet, devletin
kaynaklarıyla değil asset management şirketleriyle anlaşarak
çözmeyi planlıyor. Fiyatların, hâlâ emlak balonunun sönmesine
yetecek miktarda düşmediği düşünülüyor.</span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Türkiye’nin
de her yerinde sürekli yeni gayrımenkul projeleri açıklanıyor.
Parası olanın müteahhitliğe girip, proje ürettiği bir ortam
mevcut. Faizlerin düşük seyretmesi de tasarruf sahiplerini
mevduat, bono, altın yerine gayrımenkule yönlendiriyor. Talep
arttıkça ortaya çıkan her yeni proje daha yüksek fiyattan
sunuluyor. Her projenin cilası kuvvetli olsun diye <b>kentsel
dönüşüm</b>, <b>çılgın proje</b>, <b>finans
merkezi</b>, <b>yeni bir hayat</b> vaadi gibi farklı bir
de hikâyesi var. <b>Günün birinde piyasada talep durduğunda
ABD’de ve İspanya’da meydana gelen çöküşün bir benzerinin
Türkiye’de yaşanması çok zor olmasa gerek. Türkiye’de emlak
patlayacak derken, balonu patlamasın...</b></span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="color: white;"><br /></span><br />
</div>Taraf Kulishttp://www.blogger.com/profile/08350988942779711142noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2298008222604926865.post-89751619436784481732012-08-05T12:29:00.002+03:002012-08-05T12:29:57.094+03:00Güney Kıbrıs’ın İsrail kozu<br />
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Enerji
konusu, şu sıralar Doğu Akdeniz’de devletlerarası ilişkileri
geliştiren değil gerginleştiren bir rol oynuyor. Kıbrıs
Adası’ndaki petrol ve doğalgaz aramaları, ilişkilere farklı
bir devinim kazandırdı. Artık, Kıbrıs’taki süreç iki tarafın
birbiriyle itişmesi şeklinde cereyan etmekten öte farklı bir
şekil alıyor. Güney Kıbrıs’ın AB dönem başkanlığını
devralacağı 1 temmuz kritik tarihi öncesi Rumlar enerji faktörüyle
ellerini güçlendirirken, Ankara siyasete hiçbir yeni pozisyon
geliştirememenin köşeye sıkışmışlığı içinde. </span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Geçen
yıl ekim ayında New York Greentree kasabasında Birleşmiş
Milletler Genel Sekreteri <b>Ban Ki-mun</b>’un liderliğinde
başlayan yeni müzakere süreci, Ban Ki-mun’un Ada’daki
temsilcisi <b>Alexander Downer</b>’ın mekik diplomasisi
şeklinde sürdü. Müzakerelerin son tarihi Güney Kıbrıs’ın AB
dönem başkanlığından önce ve Mart 2012 olarak belirlenmişti.
Önümüzde birkaç aylık daha süreç var ancak, 1974’ten bu yana
süren müzakereler, Dower’ın nefesini çabuk tüketti. New
York’ta Ban Ki-mun ile yaptığı görüşmenin ardından Kıbrıs’a
dönen ve hem KKTC lideri <b>Derviş Eroğlu</b> hem de
Güney Kıbrıs lideri <b>Dimitris Hristofyas</b> ile ayrı
ayrı görüşen Downer, cuma günü yaptığı açıklamada, “<b>Taraflar
yöntemde anlaşıncaya dek müzakere yok. Eğer iki lider birleşik
bir Kıbrıs modeli için anlaşamazlarsa biz onları
anlaştıramayız”</b> dedi. </span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Anlaşma
olacak ki, bunun ardından nihai olarak hedeflenen çok taraflı
(multilateral) konferans yönünde adım atılacak. Taraflar,
şimdilik buna yakın değil. Süreç muhakkak ki, Kıbrıslılara
ait ve BM’nin yaptığı, taraflara yardım etmekten ibaret.
Çözümle birlikte Türkiye’nin AB müzakerelerinin önündeki
önemli bir engelin kalkacağı ve AB üyeliğinin yeniden gündemin
üst sıralarına geleceği açık. Aynı şekilde, Türkiye’nin
demokratikleşme ve en önemlisi demilitarizasyon sürecine de önemli
bir katkı sağlayacağı çok net. Downer’ın çok taraflı
konferansla ilgili yoklama çekmesinin dışında müzakerelere
ilişkin yeni bir haber yok. BM, alt düzeyde de olsa “dostlar
alışverişte görsün” şeklinde süreci devam ettirecek
görünüyor. </span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Gelelim
Ada’daki yoğun enerji mesaisine... İsrail, iki yıl kadar önce
Akdeniz’de Hayfa açıklarında Leviathan ve Tamar adlı önemli
doğalgaz yatakları buldu. Bu durum, Ortadoğu’da yeni bir
ittifakın ortaya çıkmasını hızlandırdı. Yeni ittifakı
besleyen en büyük dinamik, Türkiye ile İsrail arasındaki kimi
zaman kontrollü kimi zaman restleşen gerilim diyebiliriz.
Türkiye’nin zaten Rumlarla iyi olmayan ilişkilerine İsrail ile
bozuşması da eklenince bu durum, iki ülkeyi yakınlaştırdı.
İsrail ile Güney Kıbrıs ittifaklarını, İsrail
Başbakanı <b>Benyamin Netanyahu</b>’nun şubattaki Kıbrıs
ziyaretiyle taçlandırdı. Bir süre sonra İsrail Dışişleri
Bakanı <b>Avigdor Lieberman</b>’ın dört günlük Kıbrıs
ziyareti ilişkileri derinleştirdi. Bu yakınlaşma, İsrail ve
Güney Kıbrıs arasında bir stratejik işbirliği sahası
yaratırken, Ortadoğu’nun çözümsüzlüklerinden biri olan
Kıbrıs sorununa da yeni bir boyut kazandırdı. Geçen yıl iki
ülkenin birlikte askerî tatbikat yaptığını ve bu yılın
başlarında iki savunma anlaşması imzaladıklarını hatırlatalım.
İkilinin çifte vergilendirmenin önlenmesi ve yatırımların
korunması konularında da işbirliği anlaşması imzalama niyeti
var. </span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Ayrıca,
İsrail savaş uçaklarının Baf’taki bir üssü kullanma girişimi
iddiası da yine Ankara ve Tel Aviv arasında gerilimin dozunu
arttırma potansiyeline sahip. Güney Kıbrıs’ın Münhasır
Ekonomik Bölge olarak ilan ettiği 12. parselde İsrail hükümetinin
desteğiyle petrol ve doğalgaz arayan ABD’li Noble Energy’nin
Başkanı <b>Charles Davidson</b>, kısa süre önce Netanyahu
ile doğrudan görüşmelerde bulunmak üzere İsrail’e gitti.
Noble Energy, İsrail hükümetini bir taraftan doğalgaz
yataklarından daha fazla doğalgaz ihraç edilmesine izin vermesi,
diğer taraftan da Güney’de doğalgaz sıvılaştırma terminali
inşa edilmesini kabul etmesi konusunda iknaa çalıştı. Enerji
şirketlerinin pek çoğunun dikkatleri şimdi Doğu Akdeniz’deki
bu hareketliliğe çevrilmiş halde.</span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Bundan
sonra, Doğu Akdeniz, Yunanistan’ın da dâhil olabileceği yeni
bir ittifaka sahne olabilir. Bunun ilk adımını da İsrail, Güney
Kıbrıs ve Yunanistan’ın elektrik şebekelerini birbirine
bağlayacak denizaltı elektrik kablosunun inşasının başladığını
duyurarak attı bile. Geçen yıl Rumların aramalarına misilleme
amacıyla denizde başlatılan doğalgaz ve petrol aramalarına
Türkiye, geçen hafta TPAO ile karayı da ekledi. Türkiye’nin,
hem denizde hem de karada aramalar için KKTC’ye yapacağı yatırım
400 milyon doları bulacak. <b>Enerji Bakanı Taner Yıldız,
enerjinin dünyada savaş gerekçesi iken Kıbrıs’ta barış
gerekçesi olacağını söyleyerek, “Kendi petrolümüzü,
gazımızı arayacağız” dedi. KKTC’ye “Türkiye’nin 82.
vilayeti” söylemi yaklaşımıyla o barış nasıl gelecek
göreceğiz...</b></span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="color: white;"><br /></span><br />
</div>Taraf Kulishttp://www.blogger.com/profile/08350988942779711142noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2298008222604926865.post-86281998882495687262012-08-05T12:28:00.000+03:002012-08-05T12:28:01.129+03:00Durmak yok işgale devam<br />
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white;">Geçen
hafta, yıllardır gündemde olan 2B Yasası’nın ilk bölümü
TBMM’de kabul edilerek, ormanların satışının önü açılmış
oldu. Bu yasa 2B alanlarının kentsel dönüşüm alanı ilan
edilmesine olanak sağlıyor, aynı zamana 2B niteliğine sahip
olmayan orman alanlarının da yapılaşmaya açılması anlamını
taşıyor. Nehirleri HES şirketlerinin, dağları maden
şirketlerinin, SİT alanlarını inşaat şirketlerinin hizmetine
sunan, nükleer santral için son derece şaibeli şirketlerle iş
tutan gözü kara hükümetin, sırayı ormanlara getirmesine
şaşmamak lazım. Bunlar, “ekosistemin insanlığın malı
olmadığı” gerçeğini, baştan sona elinin tersiyle iten, her
çeşit istismara ortak eden, adalet duygusunu son derece zedeleyici
uygulamalar. Doğa Derneği’nin hesaplamalarına göre, yasanın
tamamının uygulamaya konmasıyla Türkiye genelinde ilk etapta 410
bin hektarlık orman alanı satışa çıkarılacak. Türkiye’de az
ya da çok, sınırları içinde 2B arazisi olmayan il sayısı
sadece 10. Geriye kalan 71 ilde toplam 260 bin futbol sahası
büyüklüğünde 2B arazisi rantın hizmetine açılmış olacak.</span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white;">Bu
arada öğrendim ki, -medyada bu bilgi hemen hemen hiç yer almadı-
2B yasasını BDP dışında, tüm partiler desteklemiş, hiç itiraz
etmemişler.</span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white;">Bir
kere işin çarpıklığı, 2B arazileri olarak adlandırılan
alanların “orman vasfını kaybetmiş” alanlar olarak
tanımlanmasında. Böylesi rahatsız edici bir ifadenin kimse
tarafından sorgulanmaması bir yana, bu ifadenin orman alanlarının
işgaliyle işgalciler tarafından ormanlar kesilerek yerine
apartman, villa, fabrika yapılması ve bu alanların daha sonra
işgalcilerine satılması anlamına geldiği de çoktan unutulmuş
gibi. Yasaya ilişkin tartışmaların odağında, yeni orman
alanlarının işgalleri için yeni bir ivme yaratıldığı var ki,
son derece yerinde bir eleştiri. Bu uygulamayla TOKİ, birçok köyün
sahibi olacak ve bu da kırsal yaşamın tamamen yok olmasının
önünü açacak. Çünkü, orman köylülerinden kullandıkları
arazinin bedelinin yüzde 70’ini istemek o araziye TOKİ’nin el
koyması demek. Orman arazileri ya üzerindeki işgalciye satılacak
ya da TOKİ’ye devredilecek. Topraklarına el konması suretiyle
kırsal sahipsiz kalacak, Anadolu’da orman, nehir, dağ, kıyı
köşe satışı için hiçbir pürüz kalmayacak. Satış işleminden
gelmesi beklenen 20 milyar liranın yüzde 90’ının da kentsel
dönüşüm amacıyla kullanılacağını hatırlatalım. Kalkınmanın
iktidar tarafından tayin edilmiş en büyük motorunun inşaat
olduğu bir ortamda, bu kanunla neoliberal politikalarla kol kola,
ülke yağmaya, ranta ve talana açılmış bulunuyor. Hayırlı
olsun!</span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="color: white;"><br /></span><br />
</div>Taraf Kulishttp://www.blogger.com/profile/08350988942779711142noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2298008222604926865.post-12871639836587892512012-08-05T12:26:00.001+03:002012-08-05T12:26:08.896+03:00Ne pahasına olursa olsun kalkınma<br />
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Türkiye,
ekonomik kalkınmayı kendine tek milli hedef edinmiş, gelişmekte
olan bir ülke. Kalkınmanın çevresel ve sosyal boyutu tamamen
ikinci planda. İstense, kalkınma planına paralel olarak çevre
açısından yaşam kalitesinin yükseltildiği şehirler inşa
etmek, zamanla fosil enerji üretiminin yerini alacak çevreci ve
yenilenebilir enerji potansiyelini değerlendirmek mümkün. 2023’e
yönelik önemli planlamalar yapan Türkiye, emisyon azaltma
taahhüdünde bulunması gereken ülkeler arasında yer
alıyor. <b>Kalkınma Bakanı</b> <b>Cevdet Yılmaz</b>,
Türkiye’nin 1990-2007 arasında doğrudan veya dolaylı olarak 1,4
milyar ton daha az seragazı emisyonu kullandığını, bunun da 17
yıllık dönemde yüzde 20 emisyon azaltımı yapıldığı anlamına
geldiğini ifade etti. Benim açımdan konuşmasındaki esas dikkat
çekici nokta, “Türkiye’nin hiçbir destek almadan uygulamada
çok önemli işler başardığına” yönelik kısmı oldu ki,
Türkiye neyi başarmış şöyle bir bakalım.</span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Bu
aslında bindirimden indirim tabir edilen bir durum, mutlak bir
seragazı azaltımı hedefiyle yola çıkıp mevcut durumdan indirim
değil. Türkiye’nin herhangi bir karbon azaltım hedefi
olmamasından yararlanarak 2020’ye kadar 50 yeni kömür santrali
inşası planlandığını da ekleyelim. Bu hedef, salımların ikiye
katlanacağı anlamına geliyor. Türkiye, herhangi bir karbon salımı
azaltım hedefi olmadan teknolojik ve finansal destek almaya
çalıştığı için geçen yıl Durban’daki İklim Konferansı’nda
günün fosili seçilmişti. Bu konudaki ısrarlarına devam ederek
iklim değişikliği için adım atmakta ayak diretiyor. <b>Çevre
dostu ve yenilenebilir teknolojilere dayanan enerji yatırımları
geleceğin en hızlı gelişen sektörlerinden biri olacak.
Türkiye’nin de bu trendi kaçırmaması gerekiyor.</b> Sektör,
küresel ekonominin büyüme hızını geride bırakan şekilde
büyüyor. Geçen yıl bu alana yapılan yatırımların toplamı 1
trilyon dolar. Temiz enerji üretim kapasitesi 565 gigavata çıktı
ki, bu, küresel nükleer enerji üretim kapasitesinin yüzde 47 daha
fazlası anlamına geliyor.</span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">AB,
2020 hedeflerinde düşük karbon ve enerji verimliliğine yöneliyor,
yani Türkiye’nin yaptığı gibi kömüre yatırım yapmıyor.
Türkiye’nin İklim Değişikliği Eylem Planı’nda ne enerji
verimliliği ne de daha fazla yenilenebilir enerji yatırımına
yönelik madde var. Elektrik üretiminde yenilenebilir enerji payının
2023’te yüzde 30 olması var. Bunun büyük kısmının da
HES’lerden sağlanması hedefleniyor. Bu arada, Türkiye’de
karbon satışı yapılan 178 projeden 103’ünün HES projesi
olduğunu da söyleyelim, zira rakam HES’lerin sadece enerji için
değil karbon ticareti için de yapıldığı eleştirilerini haklı
çıkarır nitelikte. Planda seragazı indirim hedefi olmaması da
planın en çok eleştirilen taraflarından biri.<b>Türkiye, AB ile
iklim konusunda bir işbirliği yapmak istiyorsa, önce gerçekçi
bir karbon salımı azaltım hedefi ortaya koymak zorunda.</b></span></span></div>
<h3>
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;"><br />Türkiye’de
neden olmasın</span></span></h3>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;"><b><br />The
Pew Charitable Trusts</b> adlı kuruluşun yayımladığı bir
rapora göre, yenilenebilir enerji alanına ABD, geçen yıl 48
milyar dolar yatırım yaptı. 2010’da bu miktar 34 milyar dolardı.
Geçen yılın birincisi Çin ise, 45,5 milyar dolar yatırım
yaparak ikinciliği aldı. Almanya 30,6 milyar dolarla
üçüncü.<b>Türkiye, dünyanın en büyük ekonomilerini biraraya
getiren G-20 grubu içinde temiz enerji sektörüne yaptığı 284
milyon dolarlık yatırımla 16. sırada.</b> Rakam kulağa
yüksek gibi gelebilir ama Türkiye’nin yatırımı G-20’nin
sadece binde birine denk geliyor. Küresel çapta temiz enerji
teknolojilerine yatırım 2010’a göre, geçen yıl yüzde 6,5
artarak 263 milyar dolar oldu. Bu şimdiye kadar ulaşılan en büyük
miktar. <i><b>Who is Winning the Clean Energy Race</b></i> (Temiz
Enerji Yarışını Kim Kazanıyor) başlıklı rapora göre, bu
yatırımların yüzde 95’i G-20 ülkelerinde yapıldı. Bu arada,
ilginç bir tesbit de borç kriziyle boğuşan Yunanistan’dan.
Ekonomisindeki küçülmeye rağmen yenilenebilir enerji sektörünün
büyüdüğü ülkede, yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı
elektrik üretim kapasitesi 2011’de bir önceki yıla göre yüzde
44 artmış. En büyük gelişme de güneş ve rüzgâr enerjisinde
yaşanmış. Bu arada, krizdeki Yunanistan’ın yenilenebilir enerji
yatırımlarındaki en düşük büyüme ise HES’lerde olmuş.
Demek ki istenirse oluyor. </span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="font-family: Tahoma, sans-serif;"><span style="color: white; font-size: small;">Bu
da meraklısına küçük bir not. <b>Küresel düzeyde iklim
için daha büyük adımlar atılmasını isteyenler için 5 Mayıs
2012 ajandalara not düşülecek bir gün. O gün tüm dünyada
binlerce kent, iklim felaketlerine dikkat çekmek ve bunun için
fosil yakıt desteklerinin kaldırılması, alınan vergilerin iklime
harcanması, daha fazla enerji verimliliği, daha fazla yenilenebilir
ve iklim dostu ulaşım için sokaklarda olacak.</b> </span></span></div>
<div align="LEFT">
<span style="color: white;"><br /></span><br />
</div>Taraf Kulishttp://www.blogger.com/profile/08350988942779711142noreply@blogger.com0