Belene Akkuyu’ya örnek olsun



Türkiye’nin ilk nükleer santralinin inşa edileceği Mersin’in Gülnar ilçesine bağlı Büyükeceli beldesinde 29 martta halk bilgilendirme toplantısı yapılacak. Proje için kapsam ve özel format belirleme toplantısının da 3 nisanda Ankara’da yapılması öngörülüyor. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, bu toplantı öncesi 10 ayrı bakanlığa bağlı kurumlardan ve üniversitelerden görüş istemiş. Bilgilendirme toplantısı neden sadece nükleer santralin yapılacağı beldeye özel düzenleniyor? Nükleer santralin çevresel etkileri tüm Türkiye’yi hatta çevre ülkeleri bile ilgilendiriyorken, neden Türkiye genelinde bilgilendirme toplantıları yapılmıyor?Yine, geçmişte daha pek çok örneğine rastladığımız doğa ve çevreyle ilgili meselelerde bir “dostlar alışverişte görsün” uygulaması daha... Yol yordam daha yolun başında yanlış. Türkiye’deki pek çok önde gelen nükleer karşıtı platform, halkın nükleer santral istemediği temalı eylemler yapma hazırlığında. 
Bir süredir nükleer santrale kamuoyunu hazırlamaya, gelecek tepkileri yumuşatmaya yönelik sipariş raporlar ve haberler ortada dolaşıyor. Türkiye’nin en avantajlı tercihi yaptığını, enerjide önemli bir tasarrufa gidileceğini, nükleer yatırımının ne kadar hayati olduğunu, santralin 12 bine kişiye iş sağlayacağını hararetle ballandıran haberler. Son dönemde, “nükleer enerji iyidir, hoştur” temalı kitlesel propagandalara bakın kim eşlik ediyor? Türkiye’nin iklim değişikliği konusunda dış politika temsilcisi Dışişleri Bakanlığı İkili Ekonomik, İklim ve Çevre İlişkileri Daire Başkanı ve BüyükelçiMithat Rende ne yapıyor dersiniz. Rende’nin geçen hafta Sabancı Üniversitesi tarafından düzenlediğiİklim Değişikliği Forumu’nda yaptığı konuşma, nükleer enerji lobilerinin argümanlarına taş çıkartır cinsten. Rende, enerji konularının yeterince ele alınmadığı için üzüldüğünden dem vururken, “Türk Atom Enerjisi’nin bir üyesiyim. Enerji karmamızda nükleer enerji payına karşı çıkıyorlar, ancak nükleer enerjiye de ihtiyacımız var” diyor ve şöyle devam ediyor: “Hidroelektrik santrallerini kullanmaya çalışıyoruz. Ama her vadiyi sular altında bırakma taraftarı değilim. Bütün dünya yeşil büyümeden bahsediyor. Konuşması kolay ama yapması kolay değil, yatırım gerekiyor. Daha iyi enerjiye ihtiyacımız var. Petrol ve doğalgaza fazla bağımlıyız. Almanya şu anda nükleer santrallerden uzaklaşsa da zamanı geldiğinde yeni enerji santralleri kuracak ya da Rus gazına bağımlı kalacaktır.”
Küresel ısınmaya çözüm olarak yapılan nükleer enerji propagandasına Rende kendisini epeyce kaptırmış olsa gerek. Zira, nükleer bir santralin ürettiği karbondioksit salınımı, aynı çaptaki diğer enerji santralleriyle hemen hemen aynı


Rusya’ya bağımlılık mı dediniz

Rende’nin konuşmasında yer alan enerjide Rusya’ya bağımlılık kısmına gelirsek... Türkiye’de hem muktedirlerin hem de çeşitli enerji lobilerinin sürekli ağızlarına sakız ettikleri “enerjide Rusya’ya bağımlılık” argümanının aslında altı epeyce boş. Şöyle ki:
Mersin’deki nükleer santrali de yapacak olan sabıkalı ve inşa ettiği santrallerde düşük kalitede malzeme kullandığı için şirketleri hakkında soruşturma yürütülen Rus Rosatom, Bulgaristan’ın Belene kentinde de bir santral inşa etmek üzereydi. Ancak, Bulgarlar sürpriz bir kararla geçen hafta Ruslarla yaptıkları anlaşmayı bozdu. İptal kararının sebebi nedir dersiniz? Rusya’ya bağımlı olmak istememeleri. Bulgaristan ve Rosatom’un yan kuruluşu Atomstroyexport, santrali dört milyar avroluk başlangıç bedeliyle inşa etme konusunda anlaşma imzalamıştı. Belene projesinin finansmanı konusunda Rusya ve Bulgaristan arasında ihtilaf vardı, hatta tahkime gitmeleri gündemdeydi. Geçen yılki Fukushimanükleer kazasının ardından ülkedeki nükleer karşıtı hareketin baskısını da küçümsemeyelim. Bulgarlar, inşaatı süren ikinci reaktörün bedelini Rusya’ya ödemeyi kabul etti. Hükümet, özünde nükleer enerjiye karşı değil ancak, “enerjide Rusya’ya bağımlı olmak istemiyoruz” diyorlar. 
Dolayısıyla Türk hükümetinin her fırsatını bulduğunda enerjide Rusya’ya bağımlılıktan şikâyet edip, arkasından nükleer santral için Ruslarla el sıkışması hiç inandırıcı olmuyor
Ayrıca, bu şirketin WikiLeaks belgelerinde ABD’nin Moskova Büyükelçisi John Beyrle’nin yazışmalarında adının hiç de muteber olmayan şekilde geçtiğini hatırlatmakta fayda var. Beyrle, Rosatom ve ona bağlı Atomstroyexport şirketinin finansman, teknik altyapı ve ekip sıkıntısı yaşadığına dikkat çekiyor, Türkiye dışında Hindistan, Ukrayna, Bulgaristan gibi ülkelerde yapmayı planladığı santralleri gerçekleştirmesinin mümkün olmadığından bahsediyordu.

Belene reaktörünün iptali Akkuyu’ya yapılacak santralin iptalini tetikler mi, umarız öyle olur...

‘Nükleer güvenlidir’ masalının sonu



Dünyanın son birkaç yıldır adaletsiz paylaşım, dengesiz tüketim, arsız piyasalar ve kötü yönetimlerle içinden çıkılmaz bir hale gelen borç krizine geçen yıl büyük bir sorun daha eklendi. Dünya nükleer santralleri sorgulamaya başladı. Japonya’da meydana gelen deprem ve tsunaminin tetiklediği Fukushima nükleer santralinde aylarca kontrol altına alınamayan nükleer felaketinin birinci yıldönümü. Dünya, Ukrayna’daki Çernobil ve ABD’deki Three Mile Islandnükleer santral felaketlerinin ardından risk seviyesi en yüksek faciaya bir yıldır tanıklık ediyor. Depreme en fazla hazırlığı olduğu düşünülen Japonya meydana gelen felaketler zinciri karşısında çaresiz kaldı, 250 milyar dolarlık bir ekonomik kayıp oluştu, 100 binden fazla insan evlerini terk etmek zorunda kaldı, 80 bin kişi hâlâ geçici konutlarda kalıyor, Pasifik’te tahmin edilemeyecek boyutlarda radyoaktif kirlenme oldu. Hava, su, toprak ve besin zinciri yıllarca temizlenemeyecek şekilde kirlendi. Toprak tabakasının kazınması ve binaların tamamen radyasyondan arındırılması gerekiyor. Japonya’da radyasyon hâlâ hayatın bir parçası, devlet televizyonu her gün faciadan en çok etkilenen bölgeden radyasyon ölçüm değerleri yayınlıyor.
Nükleer enerji endüstrisinin ve onun çevresindeki lobilerin kamuoyuna yönelik sürekli pompaladığı“nükleer çok güvenli bir enerji türü” balonu bir anda patlayıverdi. Bu arada, Japon hükümetinin ve nükleer endüstrisinin Fukushima’da olan bitenin üstünü örtmeye, durumu olduğundan daha hafifmiş gibi göstermeye yönelik çabaları bir zaman sonra boşa çıktı. Tüm bunlar, dünyanın nükleerden vazgeçmesini tam anlamıyla önleyemese de, ciddi bir sorgulama sürecinin önünü açtığı bir gerçek. 
Bu gelişmelere rağmen mesela ABD, 35 yıl sonra ülkede yeni bir reaktör yapılmasına izin verdi. Ancak, Avrupa başta olmak üzere nükleer santral karşıtlığı sesini yükseltti, sivil toplum kuruluşlarıyla halkın el ele verdiği sayısız protesto ve eylem gerçekleştirildi. Nükleerin en ateşli savunucusu siyasiler bile, konuyu bir kez daha düşünmek zorunda kaldı. Almanya ve İsviçre, nükleerden çıkış için tarih belirledi. İtalya’da referanduma gidildi, ezici bir çoğunluk nükleer istemediğini sandıkta gösterdi. Fransa’da yakında yapılacak başkanlık seçimlerinin önemli bir unsuru haline geldi. Yeşiller Partisi, nükleeri azaltma sözü vermesi karşılığında ilk turun ardından ikinci turda Sosyalist Parti’nin adayı François Hollande’a destek verecek. Polonya’da yine yakın zamanda referandumdan nükleere hayır çıktı. Japonya’nın ise sahip olduğu 56 reaktörden sadece iki tanesi şu anda aktif.

Greenpeace
’in, ay başında yayımladığı, Fukushima’dan alınan dersler başlıklı raporu, geçen bir yılda meydana gelen gelişmeleri tüm açıklığıyla ortaya koyuyor. Fukushima’da meydana gelen kazanın nedeninin aslında deprem değil, başta işletici firma TEPCO olmak üzere nükleer endüstrisi ve hükümet olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla, böyle nükleer felaket, dünyanın herhangi bir yerindeki başka bir nükleer santralde de tekrarlanabilir ve milyonlarca insanın hayatını tehlikeye sokabilir. Greenpeace, bu raporla birlikte son derece ciddi başka bir konuya daha dikkat çekiyor. Bu felaket her ne kadar deprem ve tsunami tarafından tetiklenmişse de, felaketin kontrol altına alınamayışı Japon yetkililerin hem riski görmezden gelmeleri hem de kamuoyuna durumun ciddiyetini tam olarak anlatmamış olmaları. Kolaycılığa kaçarak işin insani yönü üzerinde değil de maddi hasarın miktarıyla ilgilenmeleri konunun bir başka sakat yanı.

Fukushima’nın ardından pek çok ülke eski teknolojili nükleer santrallerini kapattı, yenilerini kurma planlarından vazgeçti, nükleerden çıkış ve yenilenebilir enerjilere geçme için kendine yol haritası oluşturdu. Türkiye ise nükleeri sorgulama gereği bile duymadan duyarsız ve sorumsuz bir şekilde nükleer santral peşinde. Türkiye’nin 1970’ten bu yana nükleer santral kurma niyeti var ancak bu farklı sebeplerle hep başarısızlıkla sonuçlandı. Fukushima’nın tam da birinci yılında Mersin Akkuyu’ya yapılacak santralle ilgili ÇED raporu Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın sitesine kondu.

Türkiye Yeşiller Partisi Eşbaşkanı Ümit Şahin’e göre, rapor kamuoyuna yönelik tam bir propaganda metni gibi.
 Örneğin, rüzgâr, güneş gibi yenilenebilir enerjilerin olumsuzluklarından ve nükleerin nimetlerinden dem vuruluyor. Raporda, fay hattının dibine yapılacak nükleer santralle ilgili kaza ve deprem risklerinden hiç bahsedilmediğini dile getiren Şahin, santrali yapacak Rus Rosatom ile ilgili yolsuzluk ve nükleer inşaatlarında düşük kalitede malzeme ürettiğine dair iddiaların ayyuka çıktığına dikkat çekiyor. Rapor, nükleer atıkla ilgili de suya sabuna dokunmamış durumda.

Bir yanda enerjisinin önemli bölümünü nükleerden karşıladığı halde nükleerden çıkma planları yapanlar, bir yanda da Vietnam, Çin, Birleşik Arap Emirlikleri ve Türkiye gibi santral sevdasından geçmeyenler var. Üstelik halkın ne istediğine hiç oralı olmadan...

Daha az dram daha çok federalleşme

Avrupa Birliği’nin temelinin harcı, 18 Nisan 1951’de imzalanan 1952’de yürürlüğe giren Paris Antlaşması’nın altında imzası bulunan altı ülke arasında kurulan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu ile atılmıştı. Kuruluşundaki esas amaç, güvenlik yani silah üretimi ve ekonomik büyüme açısından anahtar rol oynayan demir ve çelik üretiminin ulusüstü bir yapı tarafından denetlenmelerine razı gelinerek yeni savaşların önüne geçilmesiydi. Ne ilginçtir ki, 60 yıl önce Avrupa Birliği fikrinin temelini oluşturan ekonomi, bugün Avrupa için içinden çıkılmaz sorunlar yumağına dönüşmüş durumda. 60 yıl önce ekonomik bir amaç etrafında başlayıp, sonrasında sınırları ortadan kaldırarak, siyasi bir birliğe dönüşme sürecinde Avrupa çok büyük mesafeler katetti. Ancak, ne ekonomik entegrasyonu tam anlamıyla ne de siyasi entegrasyonu bir nebze dahi gerçekleştiremediği için kriz bataklığından çıkmakta zorlanıyor. Bundan sonraki tartışma, son zamanlarda sıkça dile getirildiği gibi ayrışma mı yoksa daha fazla entegrasyon ve federalleşme mi üzerinden ilerleyecek. Avrupa’nın dağılmasını, Avrupa’nın çekirdek ülkeleri bir gurur ve namus meselesi haline getireceğinden süreç, mali politikaların ve vergi uygulamalarının sıkılaştırılması zemininde daha ortak ekonomik politikalara yoğunlaşma şeklinde işleyecek.
Bunun ilk adımını Avrupalı liderler geçen hafta attı. Ekonomi politikaları açısından daha federal bir birlik haline gelme niyeti, 26 Ekim 2011’deki zirvede gösterilmişti. Bu konuda atılacak adımların çerçevesi de, o zirvenin sonuç bildirgesinde yer almıştı. Yeni anlaşmanın tam adı, Ekonomik ve Parasal Birlik’te İstikrar, Eşgüdüm ve Yönetişim Antlaşması. İngiltere ve Çek Cumhuriyeti dışındaki 25 ülkenin geçen hafta altına imzasını attığı antlaşma ile bütçe sınırını aşan ülkelere doğrudan yaptırım uygulanması kabul edildi. Avro Bölgesi’nde kamu borcunu yüzde 60, bütçe açığını yüzde üç ile sınırlayan eski İstikrar ve Büyüme Paktı pek çok üye tarafından çoktan delik deşik edilmiş halde. Avrupa’da gerçek bir ekonomik birlik için daha fazla uyum ve disiplin gerekiyor. 
Bu yeni antlaşma, üye ülkelerin aşırı borçlanmasını önlemek için borçlanma sınırının aşılması durumunda, yaptırımların otomatik olarak devreye girmesini ve borç freni sayesinde de, uzun vadede milli bütçelerin dengelenmesini öngörüyor. Buna göre aşırı borçlanma halinde ilgili ülke hakkında hemen soruşturma açılması ve Avrupa Adalet Divanı tarafından borçlanma freninin uygulanıp uygulanmadığının incelemeye alınması planlanıyor. Antlaşma uyarınca, Avrupa Adalet Divanı, bütçe açığı hedeflerin üzerinde seyreden ülkelere ceza kesebilecek. Buna ek olarak, antlaşma, AB Konseyi Başkanı ve AB Komisyonu Başkanı’na ekonomik ve parasal birliği mümkün olduğunca güçlendirecek adımları belirlemeleri için yetki veriyor. Yani, bu iki makam, bundan böyle ülkelerin bütçe açığı ve borç tavanını aşmamaları konularında daha fazla söz sahibi olacak. Diğer bir deyişle İngiltere’nin geçen yıl sonundaki maraton görüşmelerde iddia ettiğinin aksine Lizbon Antlaşması dışında yapılacak ve bütün üyeleri kapsamayan bu antlaşmada Komisyon ve Adalet Divanı’nın icracı sorumlulukları mümkün olacak.
Antlaşmanın yürürlüğe girmesi için 17 Avro Bölgesi ülkesinden 12’sinin parlamentodan geçmesi yeterli. Antlaşma, İngiltere ve Çek Cumhuriyeti tarafından arzu edilmedi ancak, antlaşma metninde, “Amacımız, günü geldiğinde bu kararları, AB antlaşmasının içine yedirmek” ifadesi kullanılıyor. İngiltere Başbakan David Cameron bu olumsuz tutumuna gerekçe olarak, milli bütçe egemenliğinin elden gidecek olmasını göstermişti.
 


Güçlendirilmiş işbirliği mekanizması

Ekonomik ve Parasal Birlik’te İstikrar, Eşgüdüm ve Yönetişim Antlaşması’ndaki gibi işbirlikleri,güçlendirilmiş işbirliği mekanizması olarak tabir ediliyor. Zaten, antlaşma metninde de buna atıf var. Birliğe üye devletler, belirli konularda biraraya gelerek, AB hukuku ve kurumları kapsamında hareket etmek şartıyla politika geliştiriyor. Bu aslında bir manada şu demek: Birliğin tamamı tarafından makul bir sürede oluşturulamayacak işbirliğinin belirli sayıda üye devlet arasında gerçekleştirilmesi. Böyle bir mekanizma oluşturulmasındaki hedef, oybirliği kuralından kaynaklanan tıkanmaların aşılması. Bu uygulama, Avrupa Birliği’nin genişlemeleri sonucunda oluşan farklılaşmış yapının yönetilmesine de hizmet ediyor. Bir anlamda federalleşmenin avangartı. Verilebilecek en bilinen örnekler de ortak para birimi avro ile Schengen ortak vize uygulaması olarak gösterilebilir. 
Avrupa’nın geç karar alarak, kriz faturasını kabarttığı bir gerçek. Karar alma mekanizmasının hızlandırılmasına yönelik somut adım atmakta epeyce vakit kaybetti. Ayrıca, Avrupa Merkez Bankası kanalıyla piyasayı likit tutabilmenin da bir sınırı var. Avrupa, artık sorunu mali piyasaları rahatlatan operasyonlarla çözme yolundan dönüyor, yapısal bir değişimle farklı bir trende giriyor. Mesele büyüme özürlü gelişmiş Avrupa’da yurttaşların çok sert bir mali disiplin ve kemer sıkma anlamına gelen tedbirlere nasıl tepki vereceklerinde.



Avrupa Roosevelt’ini arıyor



Fransa’da ilk turu 22 nisanda yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi yapılan son kamuoyu anketleri, 1995’ten sonra ilk kez Sosyalist Parti’den bir adayın cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturacağına işaret ediyor. Nisan ayı artık Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin gerçeklerle yüzleşme zamanı olacak. Sosyalist Parti adayı François Hollande’ın ilk turda oyların yüzde 30’una yakınını toplayacağına kesin gözüyle bakılıyor. Bir de tabii, aşırı sağın adayı Marine Le Pen var. Aşırı milliyetçi babasının 40 yıldan bu yana elinden düşürmediği milliyetçilik bayrağını babasından devralan Marine Le Pen, çok hırslı. Dünyanın neresinde olursanız olun, bir ülke seçim sathı mailine girmişse, orada rakamsal vaatler de havada uçuşur. Danışmanlar bu taktikten vazgeçmiyor olacak ki, lider adayının matematiği iyi mi değil mi pek bakılmıyor. Zira, geçtiğimiz günlerde hem Sarkozy hem de Le Pen, rakamsal vaatlerde epey çuvalladılar. Sarkozy, patronların çalışanlar için ödediği sosyal güvenlik payında yedi milyon Fransız için 1000 avro kesinti yapacağını söyledi, ancak rakamları karıştırınca “Her çalışan için 1000 avro kesilmeyecek” demek zorunda kaldı. Marine Le Pen de, 1500 avrodan daha az maaş alanlara 200 avro zam yapmayı vaat etti. Ülkede 8,5 milyon Fransız, 1500 avronun altında kazanıyor. Le Pen, hem bunun toplamda ne kadar malolacağını hesap edemedi, hem de kaynağı nereden bulacaksınız sorusu yanıtsız kaldı.

İsim Roosevelt’e ithaf edildi

 Avrupa’da her ne kadar en riskli ülkeler kategorisinde İspanya, İtalya, Portekiz sayılsa da, Fransa’nın da Avrupa’nın Avro kriziyle bağlantılı yapısal sorunları var. Sosyal güvenlik sistemi açığı, resesyon ve azalmayan işsizlik bunların başında. Şu an ciddi bir kriz ihtimali görülmese de, sorunlu ülkelerden kaynaklanan maliyetler ve Fransız bankalarının İtalya ve Yunanistan’daki riskleri hayli ciddi. Avrupa’da vizyon sahibi ve cesur kararlar alacak lider eksikliği de iyiden iyiye hissediliyor.
Durum böyleyken, Fransız kamuoyunun yakından tanıdığı 20 kişi, Collectif Roosevelt 2012 adıyla bir oluşumda yer almış. Yer alan isimler arasında filozof Edgar Morin, Fransa’nın eski Başbakanlarından Michel Rocard, eski futbolcu Lilian Thuram ve ABD’den Franklin Roosevelt’in torunu Curtis Roosevelt var. Ama en renklileri kuşkusuz Stephane Hessel. 1917 Almanya doğumlu bir Yahudi Fransız vatandaşı olan Hessel toplama kampından sağ kurtulmuş. 1948’de Roosevelt’in eşi Eleanor Roosevelt ile Uluslararası İnsan Hakları Bildirgesi’nin ortaya çıkmasına önayak olanlardan. Dünyanın içinde bulunduğu duruma karşı barışçı ve şiddetten arınmış ayaklanmaya çağıran, İsrail hükümetinin 2009’daki Gazze saldırısını kıyasıya eleştiren renkli bir kişilik. Ekim 2010’da Fransızca yazdığı Indignez-vous (Utanç duyun, kızın, öfkelenin, dik durun) adlı risale dünyada Türkçe dâhil 25 dile çevrildi ve 3,5 milyondan fazla sattı. Türkçeye Öfkeliler olarak çevrilen kitap İspanya’daki Indignados hareketinin esin kaynağıydı. 
Collectif Roosevelt 2012’nin çağrıcıları kendilerini şöyle tanımlıyor: Avrupa’yı kasıp kavuran bu kriz döneminde, güçlü bir yurttaş hareketinin gerçekleşmesine destek vermek ve vicdanların ayaklanmasını sağlayacak ihtiyaçlara cevap verebilecek bir hareket. Collectif Roosevelt 2012 platformunun internet sitesindeki bir nevi vatandaşlık manifestosunda “Krizden çıkmak için 15 karar alınsın” deniyor. 
Grubun sitesinde yer alan maddeler imzaya açılmış durumda. Talep edilen kararlar şöyle sıralanıyor:

• Eskiden bu yana gelen birikmiş borçlar üzerindeki faizleri çok aşağı çekmek.
• Şirketlerin kazançları üzerinden yeni bir Avrupa vergisi almak.
• En zengin yurttaşlara ve büyük şirketlere verilmiş vergi indirimlerinden vazgeçmek.
• Vergi cennetlerini boykot etmek.
• İşten çıkarmaları sınırlandırmak.
• Asgari ücretle çalışan en yoksul kesime destek vermek.
• Mevduat bankacılığı ile yatırım bankacılığını ayırmak.
• Mali işlemler üzerinden bir nevi Tobin Vergisi gibi yeni bir vergi kaldırmak.
• Fabrikaların başka ülkelere taşınmasını önlemek.
• Gerçek bir konut politikasına yatırım yapmak.
• İklim değişikliğine yönelik mücadele başlatmak.
• Toplumsal ve dayanışmacı ekonomiyi geliştirmek.
• Çalışılan zamanı ve geliri doğru değerlendirerek dengeli paylaşmak.
• Avrupa Birliği’nde demokrasiyi halka yayacak şekilde tüm kurumları yeniden gözden geçirmek.
• Gerçek bir sosyal Avrupa antlaşmasını müzakere etmek.
Oluşumun adına ilham veren Roosevelt adı da, tahmin edeceğiniz üzere eski ABD Başkanı Franklin Delano Roosevelt. 1929 buhranının ardından 1932’de başa geçen Roosevelt, mali piyasaları rahatlatmak yerine onları kontrol altına alma yöntemine gitmişti. Roosevelt’in, o dönem uygulamaya koyduğu ekonomik, sosyal ve siyasal önlemlerin tümüne “New Deal” adı verilmişti. 13 önemli yasayı yürürlüğe koyan Roosevelt, devlet/özel sektör ilişkilerinde yeni bir dönemin başlamasına neden olmuştu. Bunların en önemlisi, bankaların borsalardaki spekülasyonlarını besleyecek krediler vermelerine engel olacak ve tasarruf sahiplerinin haklarını koruyacak yasalardı. Mali piyasaları rahatlatmaktan başka bir önlem düşünemeyen Avrupalı siyasetçilerin ışık yılı kadar uzak oldukları bir siyaset...

Bu çıkışın dönüşü olmayabilir: Grexit



Yunanistan 1 Ocak 1981 tarihinde Avrupa Birliği’nin kapısından giriş yaparken, kimse yıllar sonra başlarına neler gelebileceğini öngöremezdi. O dönem AB’ye giren en fakir ülkeydi, adeta bir Avrupa mucizesiydi, şimdilerde ise AB’nin en büyük baş ağrısı. Yunanistan tarihini AB öncesi ve AB sonrası olarak ayıranlar artık sayfalara yeni bir bölüm açmalı: Avrodan çıkış ve sonrası.
Hikâye çok bilindik, o yüzden tekrara lüzum yok, özetleyelim. Başta Avrupalı liderler olmak üzere siyasilerin, uluslararası piyasaların kanaat önderlerinin önünde, yıllarca kendisine ait olmayan bir parayı harcayan, AB’nin parasal kaynaklarını bol keseden saçarak, pek çok gelişmiş ekonomide olmayan yükseklikte memur ve emekli maaşları dağıtan, sonra bu har vurup harman savurma hali ortaya çıkmasın diye rakamlarla oynayan bir ülke var. Ülkenin borçlarının yönetimi ve kontrolü için oluşturulan Troyka ile Yunanistan arasında adeta bir tenis maçı var, top bir Yunan hükümetinin tarafında bir Troyka tarafında. Aslında, gelinen noktada Yunan siyasilerinin çok da fazla tercihi yapma durumu ve manevra kabiliyeti artık kalmadı. Yol haritası belli, yapılacaklar listesi de... Ancak, gerek ülke kamuoyunun yeterince ve iyi hazırlanmaması ve gerekse siyasilerin geleceğe yönelik hesapları, bazı radikal adımların atılmasına mani oluyor. 
Son birkaç haftadır artık öyle ima ederek veya gizli kapaklı değil, ciddi ve açıktan Yunanistan’ın avrodan çıkışı tartışılıyor. Drahmiye dönme fikrinin destekçileri de artıyor. Hoş, bu tartışma Yunanistan’da krizin ilk baş gösterdiği zamandan bu yana yapılıyor ama o dönemki tartışma avrodan çıkışın daha uzak bir ihtimal olarak değerlendirilmesi üzerineydi. Zira, Yunanistan, Troyka’nın talepleri üzerine oluşturduğu acı reçeteyi uygulayamayacaksa, avrodan çıkarak drahmiye dönmesi kaçınılmaz olacak. Yani, bir anlamda Almanya Başbakanı Angela Merkel’in Avro Bölgesi’nin uluslararası itibarı sarsılmasın diye Yunanistan’ı avroda tutmak için gösterdiği yoğun çabanın boşa çıkma ihtimali yükseliyor.
Öte yandan, Yunanistan için artık “borç yapılandırması” epeyce eskimiş bir ifade, şimdi gündemde daha güçlü şekilde seslendirilen avrodan çıkış var. Hatta bunun için son zamanlarda yeni bir kavram da üretilmiş: Grexit. Bu, “Greek euro exit”ten türetilmiş, Yunanistan’ın avrodan çıkışı anlamına gelen bir kelime
Tabii, bu süreç de en az Troyka’nın acı reçetesi kadar sancılı bir süreç getirecek. Kimilerine göre, daha ağır sonuçları bile olabilir. Yeni para birimiyle gelecek olan bir devalüasyon, varlıkların değer kaybetmesi, mevduat sahiplerinin kitlesel olarak bankalardan para transferi ve daha da ağırlaşacak bir yoksullaşma. Durumu kuramsal olarak değerlendirenler, bu çıkıştan AB’nin geri kalanının da büyük zarar göreceğini, avrodan çıkışın anlaşılmasıyla birlikte yeni paranın piyasaya sürülmeden aşırı şekilde devalüe olacağını ifade ediyor. 
Almanya’nın önde gelen ekonomik düşünce kuruluşlarından IFO Başkanı Hans-Werner Sinn ise, geçen hafta Avro Bölgesi’nden ayrılmanın Yunanistan’ın çıkarına olduğunu, çünkü Yunanistan’ın rekabet gücünü ve refahını ancak bu şekilde geri kazanabileceğini söyledi ve hatta ekledi: AB-IMF’den alınacak yardım ülkenin bankacılık sistemini yeniden sermayelendirmeye ve drahmiye dönüş için kullanılmalı.
Bu arada, bankalar, kurumlar, döviz şirketleri ve yatırımcılar avrodan drahmiye dönüş için gerekli ön hazırlıkları yapmaya başlamış bile. Özellikle bankaların, drahmi, avro, dolar ve diğer para birimleriyle ilgili deneme çalışmaları yaptıkları biliniyor. Dünyanın bankalararası en büyük döviz alım-satım şirketlerinden ICAP Plc. Yunanistan’ın drahmiye dönmesiyle ilgili hazırlık yapıyor. Şirket, drahminin, avro ve dolar karşılığında alım-satımına izin verecek sistemleri deniyor şu sıralarda. Bunun sebebi, de, bir ülkenin avrodan ayrılması halinde neler olabileceğiyle ilgili bankaların endişeleri. Bunun yanı sıra, avronun dağılmasına hazırlıklı olmak amacıyla bankaların stres testleri gerçekleştirdiği de gelen bilgiler arasında. Panik havasına hazırlık yapanlar arasında İngiliz Bankacılık Denetleme Kurumu da var. İngiliz bankalarına avrodan çıkması muhtemel ülkelerle ilgili acil durum planları yaptırılıyor.
Stres testleri sadece drahmi ile sınırlı değil, İtalyan Lireti, Portekiz Eskudosu üzerinden de borsada alım satım yapmaya yönelik bazı bankaların hazırlık içinde olduğu belirtiliyor. Durum nereden bakarsanız bakın hayli iç karartıcı.



Yeni bir iş kolu olarak HES business



Bugün dünyada en değerli şey nedir diye sorsalar su aklınıza kaçıncı sırada gelir? Dünyada 1,5 milyar insan suya ulaşamıyor, suyun doğaya ve kamuya ait olduğu gerçeği görmezden gelinerek alınıp satılan bir meta haline getiriliyor. Öte yandan, üretim ve tüketim arttıkça endüstri alanlarının suya olan ihtiyacı da fazlalaşıyor. Gelecekte en büyük çatışmaların da suyun paylaşımı ve kullanımı konusunda çıkacağıyla ilgili beklentiler çok yüksek. Türkiye’de de başta Doğu Karadeniz olmak üzere nerede bir akarsu, nehir varsa, –şartları uygun olsun ya da olmasın– üzerine bir HES kondurulması hevesi epeydir gündemde olan bir konu. Türkiye’deki mevcut su potansiyeli, muktedirlerin, ilgili bakanlıkların, Devlet Su İşleri’nin gerçekleştirmek istediği 2000 civarında HES için bulunmaz bir nimet gibi görünüyor. Ancak, gözden kaçırdıkları önemli bir detay var, doğada hiçbir şey sonsuz değil. Gelişmiş ülkeler doğayı tahrip etmek şöyle dursun, ekosistemi korumak için sürekli fikir geliştiriyor, geleneksel enerji üretimi yerine yenilenebilir enerji üretimine yöneliyor. 
Bizde durum tam tersine işliyor, Türkiye’de doğa vahşi bir talana sunuluyor. Akarsular üzerine HES’ler inşa ediliyor, daha sonra HES’ler uluslararası ve yerli dev şirketlere satılarak su kullanım hakkı, bölge halkının, doğal yaşamın elinden alınıyor. 
Çevre meselesine gönül vermiş insanlar yetişebildikleri oranda HES’lerin iptali için dava açıyor. Ancak,Türkiye’de HES’lerle ilgili durum artık çevre mücadelesinin ötesinde artık bir “business”, bir işkolu haline gelmiş durumda

Yıllardır HES’lere karşı mücadele veren “Derelerin Avukatı” Yakup Okumuşoğlu, gelecekte suyun kamuoyu ait olduğunu değil de, birilerine ait olduğunu düşünen nesillerin yetişeceğini söylüyor.
 Parası olan daha çok kullanacak, olmayan kullanamayacak. Bu durum, küçük çiftçileri de olumsuz etkileyecek, suyu elinde tutan daha fazla su kullanana satmak isteyecek, küçük çiftçi daha yüksek fiyattan suyu satın almak zorunda kalacak.


Karbon ticaretine peşkeş

Bu, işin bir boyutu. Diğer boyutu ise karbon ticareti üzerinden suyun kullanım hakkının satılması. Küresel iklim değişikliği, kendi finansman modelini de yaratarak karbon borsası oluşturdu. Gelişmiş ülkelerin karbon salımlarını azaltmak amacıyla oluşturulan karbon borsasında 2020’de işlem hacminin 1 trilyon doları aşması bekleniyor. Karbon borsasında bir ton karbondioksiti atmosfere bırakmanın karşılığında ödenmesi gereken karbon fiyatı arz-talebe göre değişiyor. 
Okumuşoğlu’nun anlattığına göre, Türkiye’de HES’ler, rüzgâr, güneş gibi yenilenebilir enerji sınıfında ve “temiz enerji” adı altında toplanıyor. HES’lere temiz enerji demek ise, sadece bir “pazarlama algısı” yaratmak. Avrupa’da 10 megawatt ve altındaki HES’ler yenilenebilir enerji sınıfında, Türkiye’de bu önce 25 megawatt’a, sonra 50 megawatt’a çıkarıldı, en sonunda da üst sınır kaldırıldı. Dolayısıyla her boyutta HES yenilenebilir enerji sınıfına alınmış oldu.
AB ülkeleri, şirketlerin karbon salımları sınırlandırılmış durumda. Kyoto Protokolü’ne imza atmış ülkeler karbon azaltma sorumluluğunu üstlenmişti. Gelişmiş ülkeler, kendilerine tanımlanan kotanın üzerinde karbonu doğaya salamıyor. Bu salım oranları da her ülkede, şirketlere bölüştürülüyor. Ancak, üretim sürüyor ve şirketler kendileri için ayrılan sınırı geçtikleri takdirde, sınırı geçtikleri miktarın parasal karşılığı kadar yenilenebilir enerji yatırımı yapmak zorundalar. Dolayısıyla, bir milyon ton daha fazla karbon salmak isteyen bir şirket, bir birimine 20-25 avro ödeyeceği gelişmiş ülkeler yerine yenilenebilir enerji yatırımını bir birimine iki-beş avro ödenen Türkiye’yi tercih ediyor. HES’lerin genellikle kullanım hakkı da 49 yıllığına verildiği için bu dev şirketler, karbon kredisini peşin olarak gelip satın alıyor. Yenilenebilir enerji belgesini alıp Türkiye’de bulduğu suya tesisi yapıyor. Okumuşoğlu, böylelikle bir enerji piyasası oluşturulduğunu, birtakım firmaların zenginleştirildiğini söylüyor. Hatta büyük şirketlerin dışında herkes bu aralar bu işin ticaretinin peşine düşmüş. Dört-beş tane Devlet Su İşleri’nden su kullanım hakkı, Çevre Bakanlığı’ndan gerekli izin belgeleriyle, ÇED raporunu alanlar şimdi bunları iyi paralara şirketlere satmaya başlamış. 
Okumuşoğlu, “dereleri vadilerin dışına çıkarmıyoruz ki, su bir yere gitmiyor ki” diyenlerin savunmasının böylelikle ne kadar boş olduğunu, tüm nehirlerin metalaştırıldığını, ÇED’lerin masa başında hiçbir saha çalışması gerçekleştirmeden Google haritalarıyla yapıldığını söylüyor. Yani, meseleyi neresinden tutsanız elinizde kalıyor. Bu arada, su akar yolunu bulur, tabii siz müsaade ederseniz...