Avrupa’da GDO alarmı

İnsan kendi felaketini kendi eliyle hazırlamaya ne denli meraklı ve bunu nasıl da şevkle yerine getiriyor. “Sofranıza ulaşan yiyecekleri yemek uğruna sağlığınızdan vazgeçmeniz gerekecek” dense, muhtemeldir bu cümleye muhatap herkes “önce sağlık” diyecektir. Ancak, devamında artık şu soruya da hazır olmanız gerek: “Sofranızdaki etin, sütün, yumurtanın, peynirin, meyve ve sebzelerin nereden geldiğinden, çocuklarınızı neyle beslediğinizden haberiniz var mı? Sofranızdaki bu ürünlerin sağlığınızı, geleceğinizi tehdit eden bir düşman haline gelebileceğinin farkında mısınız?” Bir ay önce Türkiye Gıda Dernekleri Federasyonu’nun, Biyogüvenlik Kurulu’na yaptığı 29 adet GDO ithalatı başvurusunu geri çekmesi, hiç şüphesiz bu alanda alınmış önemli bir yoldu. Ancak, GDO üreticisi firmalar öyle güçlü lobilere sahip ki, GDO’lu ürünlerini bir ülkeye sokabilmek için her yola başvurabilir, büyük bütçelerle organik ürünlerin hiçbir besin değerinin olmadığı şeklinde kampanyalar yaptırıp, GDO’lu ürün üretilmezse insanlığın açlığa mahkûm olacağına ve dünyanın sonunun geleceğine dair insanları inandırabilir. Dünyanın her köşesinde temsilcileri ve müttefikleri bulunan bu şirketler öyle etkili ki, bir ürüne yasaklama geldiğinde hemen yenisini üreterek piyasaya sürebilir. Son zamanlarda, başka yöntemleri daha var. GDO üreticisi dev şirketler, organik ürün üreten şirketleri satın alıp bünyelerine katarak, hem bu şirketleri paravan gibi kullanıyor, hem onların bağımsızlıklarına ve güvenilirliklerine gölge düşürüyor. Fakat, artık onların da işi giderek zorlaşıyor. Geçen hafta, Fransa’da devrim niteliğinde bir bilimsel buluşa imza atıldı, bugüne kadar GDO hakkında olumsuz olarak bilinen, tahmin edilen ya da iddia edilen pek çok görüş bu çalışmayla önemli bir somutluğa kavuştu. Caen Üniversitesi’nden biyolog Gilles-Eric Seralini’nin ekibi, GDO’lu tohum üreticisi ABD’li Monsanto, üretimi Roundup ilacına toleransı arttırılmış NK603 tipi mısırla beslenen ya da ABD’de tüketilmesine izin verilen seviyede Roundup içeren su verilen farelerin, normal beslenen farelerden daha erken öldüğünü açıkladı. Genetiği değiştirilmiş mısırla beslenen farelerin çoğunun kansere yakalandığı, bu tür mısırlarla beslenen dişi farelerin yüzde 93’ünde meme tümörleri belirlendiğini, erkek farelerin çoğunun ise böbrek ve karaciğer sorunları nedeniyle öldüğü kaydedildi. Çalışmayı 31,5 avro karşılığında www.sciencedirect.com/science/journal/aip/02786915 adresinden indirebilirsiniz. Araştırmanın yöntemini standart altı bularak, sonuçların şüpheli olduğuna dair görüşler de mevcut. Monsanto Sözcüsü Thomas Helscher, araştırmayı derinlemesine inceleyeceklerini belirterek, “Şu âna kadar biyoteknolojik ürünler üzerine yapılan pek çok bilimsel araştırma, ki bunların arasında yüzün üzerinde beslenme araştırması da bulunuyor, her seferinde bunların güvenli olduğunu teyit etti. Bu, dünya çapında denetim kurumlarının değerlendirmelerine de yansıdı” diye buyurmuş. Tabii, bu şirketin şaibeli geçmişine biraz göz atmakta fayda var. Her sektörde olabilecek hâkim durumunu kötüye kullanma hâli, bu şirkette doruk noktasına ulaşmış. Daha kuruluş yıllarında karıştığı skandallar, yüzlerce kişinin ölümüne neden olan kazalar ve birçok ülkede uyguladığı hukuksuzluk nedeniyle çarptırıldığı cezalar saymakla bitmez. Birkaç yıl önce Fransa’da bir mahkeme, bir çiftçinin şikâyeti üzerine Monsanto’nun ürettiği tarım ilaçlarının yaydığı zehirli gazlardan ötürü sorumluluğu olduğuna hükmetti. Kısa süre önce, Monsanto, Brezilya’daki bir yargı sürecinden sonra beş milyon çiftçiye 6,2 milyar avro ödemeye mahkûm oldu. Daha önceleri, Vietnam savaşı sırasında ABD ordusunun kimyevi ürünlerini kullanmasıyla iyice ünlenmiş olan Monsanto, kamuoyunda PCB ve Sarı Ajan isimli tarım ürünleriyle de özdeşleşmiş bir şirket. Fransa’daki araştırma sonuçlarının paylaşılmasının ardından Avrupa’da, bu konunun yeniden ele alınması ve GDO’ların yeniden değerlendirilmesi gündeme geldi. Araştırmaya Avrupa hükümetlerinden ilk tepki verenlerden biri de, Avusturya Tarım ve Çevre Bakanlığı oldu, GDO’yu askıya aldığını açıkladı. Hâlihazırda Avusturya’da GDO’lu mısır ekimi sınırlandırılmış durumda. Belçikalı ve Fransız yetkililer de, bu çalışmayı son derece ciddiye aldı. Hatta, AB’ye üye diğer devletleri Brüksel’deki Avrupa Komisyonu’nu bu konuda hızlı bir karar alma sürecine yönlendirme çağrısında bulundular. Bu arada yeşil hareketin önde gelen isimlerinden Fransız çiftçi ve Avrupa parlamenteri José Bové, AB kurumlarını GDO ürün ekimini men etmeye davet etti. Fransa’daki bilimsel tesbit yakında yapılacak iki büyük organik hareket için de büyük önem taşıyor. Dünya genelinde binlerce kişi, 2 ekimde başlayıp 16 ekimde Dünya Gıda Günü’nde sona erecek tohum özgürlüğü küresel ittifakının iki haftalık eylemine katılacak. Dünya çapında ekolojik sürdürülebilirlik adına önemli bir etkinlik olacak. Diğer yandan, 9 kasımda California’da gıda etiketlerinde “Bu ürün GDO’ludur” bilgisinin yer alması için referanduma gidilecek. Right to Know (Bilmek Hakkı) sloganlı kampanyadan yüzde 90 evet çıkması bekleniyor. Büyük GDO şirketlerinin sadece etikette yer alacak bir bilgi için nasıl bir karşı kampanya yürüttüğünü ise anlatmaya gerek yok. Albert Einstein der ki, “Dünya yaşamak için tehlikeli bir yerdir, kötülük yapanların yüzünden değil, durup seyreden ve onlara ses çıkarmayanlar yüzünden...” Toplumların GDO ile mücadelesi daha yeni başlıyor...

Nükleer santral ve ahlak

Bilimselmiş gibi bir üslup benimseyerek, dünyanın geniş kesimleri tarafından kabul edilmiş birtakım gerçekleri çarpıtarak kamuoyuna sunmak ve hatta propaganda malzemesi hâline getirmek, bu iktidar döneminde epey yaygın bir davranış biçimi hâline geldi. Bunu bugün kentsel dönüşüm planlamalarında, Haliç’teki metro köprüsünün İstanbul’un siluetini bozması meselesinde, doğayı tahrip eden, SİT alanlarını inşaata ve talana açan yasalarda, HES, kömürlü termik santraller gibi enerji projelerinde, başını TOKİ’nin çektiği envaiçeşit inşaat projesinde sıklıkla gözlemliyoruz. Bunun en spesifik örneklerinden biri de şüphesiz nükleer santralle ilgili olanları. Türkiye’de özellikle enerji sektöründeki yatırımlarda, çevreye, sanayiye ve istihdama olan etkilerinden tamamen bağımsız şekilde hareket ediliyor. Bu da genel bir vizyonsuzluğun, “ben yaptım oldu” anlayışının, halkın geniş kesimlerini ilgilendiren projelerin kamuoyu ile istişare edilmesi olgusuna sahip olunmayışının tezahürü olsa gerek. Arzın değil, talebin yönettiği enerji politikaları benimsenmiş olsa, zaten bugün bunları defalarca yazmak zorunda kalıyor olmazdık. Fukushima felaketinden bu yana gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin nükleer santral politikalarında önemli değişimler izliyoruz. Nükleer santral yapımını Türkiye gibi kronik, olmazsa olmaz noktasına getirmiş, enerjide “Ruslara bağımlı olmak istemiyoruz” diyerek, nükleer için Ruslara sonsuz imkânlar sunmuş bir ülkeye bu süreçte rastlamadık. Yunanistan, Danimarka, Norveç, Portekiz gibi nükleer işine bugüne kadar hiç bulaşmamışlar bir yana, başta Almanya olmak üzere kimi ülkeler gelecekte enerji planlamalarında nükleerin ne kadar yer alacağı, alternatif enerjilere ne kadar yatırım yapılacağı üzerine yol haritalarını ortaya koydular. Sadece geçen hafta bu yönde birkaç ülkeden çeşitli taahhütler geldi. Mesela, Fransa, 34 yıllık bir santralini beklenenden önce 2016’da kapatacağını duyurdu. Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande, 2025’e kadar nükleer enerji kullanımı oranını yüzde 75’ten 50’ye düşüreceği sözünü yineledi. Japonya’da Kabine Kurulu, 2030’larda nükleer enerji kullanımına son verilmesini resmen talep etti. Kurulun önerdiği yeni enerji politikası, yıllardır nükleer enerjiyi savunan Japonya’nın enerji politikalarında büyük değişimi gösteriyor. Fukuşima felaketinden önce enerji ihtiyacının üçte birini nükleer enerjiden karşılayan Japonya, bu oranı 2030’a kadar yüzde 50’ye çıkartmayı planlıyordu. Daha Akkuyu’ya yapılacak nükleer santralin hukuksal ve iktisadi altyapısı tamamen oluşturulmamışken, konu yeterince kamuoyu ile ele alınmamışken, Enerji Bakanı Taner Yıldız, ikinci santralle ilgili yılsonuna kadar kararın verileceğini açıkladı. Nükleer enerjiyi böyle iştahla Türkiye’ye kazandırmak! isteyenler, mevcut tepkiyi kırmaları gerektiğinin bilincinde. Yıldız, “Nükleerle enerjide dışa bağımlılığımız artmayacak aksine azalacak” diyor. Ancak, hukuki durumdan pek bahseden yok. Nükleer enerji ve çevre konularında uzman Prof. Dr. Hayrettin Kılıç, Türkiye ve Rusya Nükleer Teknoloji Transferi Anlaşması’na ilişkin hukuki sorunlara değindiği yazısında, durumu uluslararası nükleer zarar sorumluluğu konvansiyonları açısından ele almış: “Türkiye ile Rusya arasında yapılan nükleer teknoloji transferi anlaşmasının hiçbir maddesinde inşa eden ve işleten olarak, tasarım, malzeme ve operasyon hatalarından meydana gelen kazanın sorumluluğunun Ruslara mı yaksa Türklere mi ait olduğuna dair hiç bir hüküm yok.” Anlaşmanın 16. maddesinde, “İşbu anlaşma kapsamında işbirliği çerçevesinde oluşabilecek nükleer zarara ilişkin üçüncü taraf sorumluluğu, Türkiye’nin taraf olduğu veya olacağı uluslararası anlaşmalar, belgelere ve Türk tarafının ulusal kanunları ve düzenlemelerine göre düzenlenecektir” maddesiyle ilgili Kılıç’ın yorumu şöyle: “Yakın bir tarihte özelleştirilmesi planlanan Rosatom’un Akkuyu’da kurulacak nükleer santral ve yakıt fabrikasyonu tesislerini işleten olarak, bu santralde meydana gelebilecek kazaların Türkiye’de ve komşu ülkeler de sebep olabileceği hem ekonomik hem de hukuki sorumluğunu Türkiye’ye yüklemiştir.” Hukuksal altyapısı yok iktisaden fizıbıl mı? Bahçeşehir Üniversitesi’nden Prof. Dr. Erhun Kula da, konunun tam bir mayın tarlası olduğunu, iki ülke arasındaki anlaşmanın hiçbir uluslararası hukuksal altyapısı olmadığını, 35-40 yıl sonra sökülecek bu santralden çıkacak atıkların ne yapılacağının, nasıl depolanacağının hiçbir şekilde bilinmediğini belirterek, şöyle diyor: “Zamanı gelince bakacağız deniyor. Başbakan Erdoğan bu işe karar verdi ve onun dediği oluyor. Herhangi bir kaza durumunda, insanların nasıl tahliye edileceğin, kimin tazminat ödeyeceği gibi hukuki sorumlulukları kimin üstlendiği belli değil. Ayrıca, nükleer santralden elde edilen elektrik en az üç misli fiyata halka satılacak. TEDAŞ, fabrika çıkış fiyatı 24,7 kuruş olan fiyatın üzerine sekiz kalem vergiyi ekleyecek, şu anki elektrik fiyatı katlanacak halka sunulmuş olacak.” Özetle, nükleer meselesinde hukuki, ekonomik, çevresel sorunların yanı sıra ciddi bir demokrasi ve ahlak sorunuyla da karşı karşıyayız.

Batı yeni Mısır'a ısınıyor

Devrim sonrası Mısır, yeni devlet başkanını buldu, sıra yeni bir anayasa yapmakta ve ekonomiyi baştan aşağı toparlamakta. Dinsel ve seküler ayrışmanın ülkenin geleceğini nasıl belirleyeceği, yeni yasalar oluşturulurken şeriata ne kadar rol düşeceği, dış siyasette ve özellikle İsrail ile olan ilişkide nasıl yol alınacağı, siyaset-asker ilişkilerinin nasıl düzenleneceği, vatandaşlık ve bireysel haklar, azınlık ve özellikle Kıpti hakları, sivil toplumun alanı, kadının toplumdaki yeri gibi çare, çözüm, cevap bekleyen birçok konu bulunuyor yeni yönetimin ve toplumun önünde. Acil dikkat ve müdahale gerektiren alan ise Mısır’ın yerle bir olmuş ekonomisi. Saygınlığını yitirmiş, bin bir türlü yolsuzluğa bulaşmış Mübarek rejiminin ardından, Müslüman Kardeşler’in hızla serbest piyasa ekonomisi ortamını yeniden sağlaması, gelirdeki eşitsizliği gidermesi, bu zamana kadar bastırılmış (sadece elitlerin tekelinde kalmış) olan özel girişimin serbest bırakılarak geliştirilmesini sağlaması, bütçe ve dış açığı azaltması, hızlı ekonomik büyüme ve istihdam yaratması gerçekleştirecek bir ekonomik yol haritası planlaması için elzem. Ama ekonominin yeniden rayına girmesi ve insanların yaşam standartlarının yükseltilmesi hiç kolay değil. Mısır’ın şu anki borç miktarının 200 milyar dolar civarında olduğu belirtiliyor. Ekonomik adalet ve eşit gelir dağılımını hedefleri arasına yerleştiren Mısır devriminin yeni bir “ekonomik gerçeklik” yaratması gerekiyor. Mübarek döneminde Mısır’da ekonomi, yönetici elitlerin çıkarı için yozlaştırılmaktan çekinilmeyen, “adamına göre muamele” usulüyle işleyen bir serbest piyasa ekonomisi yoluyla ilerliyordu. Ancak, bundan sonrasında Mısır’ın Batı ekonomisinden kopuk, kendi içinde dönen, kapalı devre işleyen bir ekonomi ile yönetilmeyeceği kesin. Bunu yeniden inşa etmek de mutlaka zaman alacak. Gerçi, yakın ilişkileri vesilesiyle Katar’ın kasasını Mısır’a açması, IMF Başkanı Christine Lagarde’ın Tahran’da gerçekleştirilen Bağlantısızlar Zirvesi’nin hemen öncesinde yaptığı Kahire ziyareti, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın Mısır’a yaptığı ziyaret sırasında verdiği mesajlar, Müslüman Kardeşler yönetiminin sanıldığından daha hızlı toparlanmasını sağlayabilir. Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi, geçen ay IMF’den 4,8 milyar dolar kredi talep etti, anlaşmanın yılsonuna doğru kabul edilmesi bekleniyor. Lagarde’ın, Mursi ile görüşmesinin ardından, “Mısır halkının daha iyi yaşam standardına kavuşmak ve sosyal adaletin sağlanması gibi meşru beklentileri var. IMF olarak yardıma hazırız. IMF, geçiş sürecinin başlangıcından beri Mısır yetkilileri ile yakın diyalog içerisinde bulunarak, hükümetten gelen talep doğrultusunda teknik destek sağladı” şeklinde yaptığı açıklama dikkat çekiciydi. O toplantı sonrası, IMF ve Mısır yönetimi, eylül ayı içinde programlar üzerinde çalışıp, IMF’nin olası finansal destek modellerini görüşmek üzere anlaştı. Kimileri, en temel hak ve imkânlardan yoksun milyonlarca Mısırlıya, IMF tarzı bir serbest piyasa ekonomisi dayatmanın hiçbir fayda yaratmayacağı görüşünde. Yola IMF ile çıkmanın esaslı ekonomik reformlar için güvenilmez bir başlangıç olduğunu düşünmek son derece doğal. Öte yandan, Mısır’ın uluslararası kuruluşlardan teknik destek almadan tek başına zorlukların üstesinden gelmesi de pek kolay değil. Aslında, Mursi ve Müslüman Kardeşler, başlangıçta dışarıdan yardım almama konusunda “kendi kendini baltalayan” bir duruş benimsedi. Hazirandaki seçimden bu yana, yönetimde ciddi zorluklarla karşı karşıya kalınca Mursi, giderek daha pragmatik bir hâle geldi. Mısır’ın sorunları büyük bir bütçe açığı, döviz rezervlerinde tehlikeli bir düşüş, daha iyi okullar ve istihdam için binlerce insana ihtiyaç uluslararası yardım almadan çözmek için çok fazla büyük. Obama yönetimi de, geçen hafta yardım paketi konusunda Mursi hükümeti ile anlaşmaya yakın olduklarını duyurdu. Mısır’ın ABD’ye borcu üç milyar doları aşıyor ve Obama, bunun bir milyar dolarını silmeye hazır. Bu da Mısır hazinesini epey rahatlatacak gibi. Obama ayrıca, Mısır’da yatırım yapmak için, ABD’li şirket ve bankalara 375 milyon dolarlık finansman ve kredi garantisi vermeyi teklif etti. Geçen hafta New York Times’ta konuyla ilgili bir makale Obama’nın bu desteği vermek için Müslüman Kardeşler ile asker, demokratik bir yola girebilecek mi diye çok beklediği notunu düşüyordu. Yeniden inşa döneminde Batılı güçlerin ve uluslararası kuruluşların böylesi desteğine mazhar olmuşken, Müslüman Kardeşler’in onlara sırtını dönmesi şu aşamada pek beklenmemeli. Elbette bu ilgi Mısır’ın kara kaşı kara gözü için değil. İlginin kaynağında Mısır’ın istikrarı kadar, Mısır’ın Ortadoğu’daki önemi, İran’a karşı geleneksel ağırlığı (Tahran’daki Bağlantısızlar Zirvesi’nde Mursi’nin İranlı ev sahiplerinin gözlerinin içine baka baka ve bizim hükümetin hiçbir zaman yapamadığı şekilde İran’ın her anlamda kol kanat gerdiği Suriye yönetimini yerden yere vurması tesadüf değildi) ve İsrail’in güvenliği var. Yeni Mısır’ın, Katar, Suudi Arabistan, Türkiye ve Ürdün ile birlikte ABD’nin başını çektiği koalisyona dâhil olması Batı için hayati.

Sıra onlara geldi

Her geçen gün daha net biçimde anlaşılıyor ki, yasalar, yaptırımlar ve hatta sert ilkeler olmadan günümüz modern toplumlarının doğayı kendiliğinden koruyacağı ve başına gelen felaketlerden ders alacağı pek yok. İnsanın doğayı başına buyruk şekilde yok etmek gibi bir hakkının olmadığı bir yana dursun, işin ahlaki boyutuna ise hiç girmiyorum. Doğanın sonsuz olduğu ve istendiği gibi tüketilebileceği fikrinin, yeryüzünün farklı coğrafyalarından bağımsız şekilde hep aynı öğretilmiş davranış biçimi olarak karşımıza çıkıyor olması tesadüf mü? Üstelik, artık küresel ısınmadaki keskin hızlanmayı durdurmak için belirlenen uluslararası hedefin gerçekçi olmadığı da gün gibi ortada. 2050’ye kadar küresel ısınmanın iki dereceden fazla artmaması için çaba harcanması hedefi üzerinde uluslararası bir mutabakat oluşmuştu—ki, uzmanlar bu düzeyde bir artışın bile felakete yol açacağı konusunda hemfikir— ancak, gelinen noktada bu hedefe pek kulak asan bir ülke göremedik. Sözkonusu hedef, küresel ısınmanın başlıca sorumlusu olarak gösterilen sera gazları salımında önemli oranda kesintiye gidilmesini gerektirecek. Bu hedefe ciddi olarak yanaşmış bir ülke bulmak bir yana dünyayı en çok kirletenler, adeta “daha çok hangimiz kirleteceğiz” yarışına girmiş durumda. Bu konuda ciddi ve somut adımlar atılmasının önündeki en büyük engellerin başında güçlü petrol, gaz ve kömür gibi enerji şirketleri sıralanabilir. Zira, milyarlarca dolarlık kârlılığa sahip bu şirketlerin siyasi kampanyalara, tek işi iklim değişikliğini inkâr etmek olan düşünce kuruluşlarına ve bu inkâr faaliyetlerine çanak tutacak medyaya yetiştirecek epey sermayesi var. Başına gelen felaketlerden ders almayan, karbon salınımıyla ilgili taahhüt altına girmekten itinayla kaçınan ABD, bu tür ülkeler için verilebilecek en güzel örneklerden biri. ABD’yi kasıp kavuran aşırı sıcaklar, fırtınalar ve kuraklık sonucu nihayet tüketim bağımlısı Amerikalıların pek çoğu bir aydınlanma geçirmiş; yapılan bir çalışmaya göre artık Amerikalıların yüzde 70’i iklimin değiştiğine inanıyormuş. İklimin ani ve şiddetli olarak değişmesini insanoğlu, bizzat kendisi tecrübe etmedikçe küresel ısınmayı inkârı sürdürecek. Son pişmanlık hiçbir işe yaramadığı gibi bu saatten sonra bir seferberlik hâli ortaya konmadıkça, kaybedilenleri geri getirmek imkânsız. Dolayısıyla, küresel ısınmaya neden olan sera gazı salımının yüzde 25’inden sorumlu olan ABD’nin dün kuraklığın vurduğu mısır tarlaları ile başı dertteydi, bugün sellerle ve Isaac fırtınasıyla. Arap Baharı sonrasında Ortadoğu’da meydana gelen karışıklık ve çatışma ortamının en çok ABD’ye yaradığı geçen haftanın önemli maddelerinden biriydi. ABD’nin, geçen yıl silah satışını bir önceki yıla göre üçe katladığını, en iyi müşterilerinin de, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Umman olduğunu öğrendik. 2011’de dünya genelinde gerçekleştirilen 85,3 milyar dolarlık silah alımında aslan payını 66,3 milyar dolarla ABD almış. Doğayı kirletmenin ve küresel ısınmanın baş müsebbibi olmanın bedelini yaşadığı felaketlerle daha sık ödemeye başlayan ABD, silah satışına gösterdiği eforu biraz olsun açlıkla mücadeleye ve doğa koruma için göstermiş olsaydı, insanlığa çok daha büyük faydası olurdu. Oysa, atılacak adımlar, yapılacak listesi, insanların yapabileceklerinin çok uzağında değil, zorlu süreçler ve kapasiteler gerektirmiyor. Tarımda kimyasal kullanımının azalması, yerellik temelli bir gıda sisteminin kurulması, çevreyi kirleten enerji türlerinin sübvanse edilmesinin bırakılması, temiz enerji türlerinin desteklenmesi, enerji tasarrufunun daha iyi planlanması, karbon salınımı gerçekleştirenlerin, havayı, suyu kirletip çöplük gibi kullananların daha sıkı denetlenmesi ve bunun bedelini ödemesi, otomobile bağımlılığın azaltılması yapılabileceklerden sadece birkaçı... Ertelemek, işi yokuşa sürmek içinse hiçbir özür geçerli olmamalı... Dolayısıyla, küresel ısınmanın önüne geçilemezse, ABD Hükümeti veya karbon salınımıyla ilgili bağlayıcı adımlara ekonomik kaygıları gerekçe göstererek karşı çıkan diğer hükümetlerin pek yakında itiraz için bir sebebi kalmayabilir. ABD’li MIT Üniversitesi’nde yapılan bir çalışma, sıcaklıklardaki kısa süreli ve geçici artışların bile ekonomik büyümeyi düşürdüğünü gösteriyor. Projenin yöneticilerinden Profesör Benjamin Olken, bu etkinin sadece tarım sektörüyle ilgili olmadığını, yatırım, siyasi istikrar ve sanayiye etkileri gibi geniş bir yelpazeyi olumsuz etkilediğini belirtiyor. İklim değişikliğinin yıkıcı etkilerini reddetmek ve iklim değişikliğine karşı pozisyon almak çok fazla sürdürülebilir bir durum değil. Politikacılardan da çok fazla şey beklememek lazım. Zengin ülkeler sera gazı salınımlarını azaltıp küresel ısınmayı kontrol altına almadıkları sürece kriz derinleşecek. Bugüne kadar dünyanın iyi yaşayan azınlığı sıra kendilerine hiç gelmeyecekmiş gibi açlıktan kırılan, iklim mültecisi hâline gelen, türlü felaketle boğuşan, topraklarını kaybeden çoğunluğu uzaktan seyrediyordu. Şimdi sıra onlara geldi...

Midilli'de kriz yok

Tatilin rehavetinden kurtulan Avrupalı liderler, geçen hafta kaldıkları yerden krizdeki Yunanistan’ın geleceğini istişare edip Yunanlara sert mesajlar vermeyi sürdürürken, Yunan tarafı da mali krizin getirdiği kemer sıkma önlemleri arasında biraz olsun nefes alma peşinde. Yunanistan kendi krizini en ağır şekilde yaşarken, buna bir de diğer Avrupa ülkelerindeki krizler eklenince, ülkenin turizmi de ciddi şekilde darbe aldı. Ancak, bu noktada Yunanistan’ın imdadına sanki Türkler yetişti. Şimdilerde Yunanistan’ın en revaçta olan turizm beldeleri olan adalarını Avrupalılar yerine Türkler dolduruyor. Özellikle Avrupa ülkelerinden Yunan Adaları’na giden turist sayısında bu yıl yüzde 50 düşüş gerçekleştiği belirtilirken, Türkiye’den gelen turist sayısında ise ciddi patlama var. Böylece, Türkiye’nin Ege kıyıları karşısında bulunan Yunan Adaları, Ramazan Bayramı vesilesiyle geçen hafta epey hareketlendi. Türkiyeli turistlerin Yunan Adaları’na gerçekleştirdiği bu “çıkarma” sayesinde Yunanistan’ın genelinde hissedilen krizin etkileri, adalarda bir nebze olsun hafiflemiş görünüyor. Bayram tatili vesilesiyle sadece Midilli Adası’na gelen Türk turist sayısı 2500 civarında. Bu geliş gidişler ada halkını memnun ediyor. Midilli’nin yerel gazetelerinden biri bayramın bitişinin ardından “Yaşasın Bayram” manşetiyle çıktı. Tüm bu gelişmelerde Yunanistan’ın başlattığı “limanda hızlı vize” uygulamasının da etkili olduğunu söylemek lazım. Ekonomisi kendi içinde dönen ve en önemli üretim kalemi zeytinyağı olan Midilli Adası’na turizmin de hareketlenmesiyle anakarada görülen sıkıntılar, kaos ortamı pek uğramamış görünüyor. Onlar da Türkiyelilerin geliş gidişlerinden memnun ki, daha önce hemen hemen hiç rastlamadığım kadar Türkçe broşürle, Türkçe yönlendirmelerle gelenleri karşılıyorlar. Daha önceki gelişlerimden farklı olarakdikkatimi çeken bir diğer ayrıntı ise, adanın gitgide daha fazla rüzgâr ve güneş gibi yenilenebilir enerji kaynaklarına yatırım yapıyor oluşu. Krizdeki bir ülkenin alternatif enerji kaynaklarına yatırım yapıyor oluşu her açıdan takdire değer. Batı Avrupa ülkelerinin sürekli “vergi vermeyen” bir ülke olarak lanse ettiği Yunanistan’da o işler de artık değişiyor, hayat eskisi gibi değil. Krizin bu hâle gelmesinde ülkedeki vergi kaçakçılığının ulaştığı boyutlar, rüşvet mekanizması ve devletin vergi toplama konusundaki zaafları etkili olmuştu. Bugüne kadar Yunanistan’ın Avro’dan çıkmasına bir tabu gözüyle bakılırken, Avro’dan çıkışın “yönetilebilir bir durum olacağı” Avrupa’nın en üst düzey bürokratları tarafından dile getirilmeye başlamıştı. Ülkelerin üzerindeki böylesi kötü imajları ne kadar güç olduğu herkesin malumu. Ancak, bazı rakamlar krizdeki Avro Bölgesi ülkelerinin, Yunanistan kadar ekonomisini düzeltmek için gayret göstermediğini ortaya koyuyor. Mesela, Yunan hükümeti, son iki yılda GSYH’nın yüzde 20’si oranında vergileri arttırıp, harcamaları azaltmış. Bu rakamlar da bugüne kadar Portekiz ve İspanya’nın yaptıklarının beş katına tekabül ediyor. Daha önce pek de vergi ödeme alışkanlığına sahip olmayan Yunan halkı da artık alışkanlıklarını değiştirmişe benziyor. Yunanistan’da hükümetin gelirleri arttırabilmek için emlak sahiplerine getirdiği yeni ek vergiler, halkın belini bükmiş vaziyette. Tüm bu resme genel olarak bakacak olursak, Ege’nin iki yakasındaki halkların yeni bir ilişki, yeni bir keşif ve yeni bir iletişim süreci içinde olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye ve Yunanistan ilişkileri —her ne kadar Türkiye ile ilişkilere mesafeli duran bir Andonis Samaras liderliğinde bir hükümet iktidarda olsa da— adalar üzerinden yeni bir boyut kazanıyor. İki ülke arasındaki geliş gidişleri sadece ticari bir alışveriş ilişkisi olarak görmemek lazım. Ayvalık, Foça, Dikili ve İzmir civarından gelen Rum Ortodoks mübadillerin iskân edildiği adadaki göçmen köylerinden olan Skala Loutron balıkçı köyündeki küçük müzede Anadolu’dan göçerken, beraberlerinde getirebildikleri eşyalar sergileniyor. Türkiyeliler ve Yunanistanlılar, bu müzede geçen hafta ortak bir etkinlik düzenlediler. Dolayısıyla sadece turizm ya da ticaret odaklı değil aynı zamanda unutulmuş, geçmişte kalmış ortak değerlerin yeniden canlandırılması, ortak hafızanın hatırlanması açısından bu tür birliktelikler önemli. Türkiye’nin uçsuz bucaksız vurdumduymazlığı ile dış politikasında kaş yaparken göz çıkarma hâllerini bir yana bırakacak olursak, Ankara’nın gündeminde “nasıl yapsak da Yunanistan ile ilişkilerimizi canlandırsak” gibi bir maddenin olmadığı aşikâr. Öte tarafta Atina’daki kriz hükümetinin de bu ilişkiyi canlandırmaya ne vakti ne de mecali var... İnsanların birbirleri hakkında değil de birbirleriyle konuştuğu bir ortak değerler haznesi meydana getirebilirsek, hayatı hem kendimize hem çevremize daha yaşanır bir hâle getirebiliriz. Midilli’de olduğu gibi...

Daha fazla kamu taşımacılığı


Türkiye’de bulunduğu makamı olur olmaz gözümüze sokmaya meraklı isimlerin başında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş geliyor. 10 milyar liraya yakın bir yatırımla yapılan metro hattı açılıyor diye olay oluyor. Metroyu, 20 yıldır aynı partinin idaresindeki büyükşehir belediyesi yapmayacaktı da kim yapacaktı? Sanki kamunun ve yerel idarenin dışında toplu taşıma meselesini çözecek başka bir kurum varmış, bu işleri hayata geçirmek rekabete açıkmış gibi...
Topbaş, cuma günü açılış töreni gerçekleştirilen Kadıköy-Kartal metro hattının açılışından önce 14 ulusal gazetenin birinci sayfasında padişah fermanı gibi berbat tasarımlı bir ilanla karşımıza çıktı. Kamu taşımacılığı yapma konusunda tek yetkili belediye, o ilanları vermese, halkın böyle bir hizmetten haberinin olmaması ihtimali mümkün mü? Açılışın kendisi zaten en büyük iletişim değil mi?
İlan metronun hizmete giriyor olmasını gözümüze sokarken, Topbaş gazetelere yansıyan bir de itirafta bulunuyordu: “Bu metrobüs sistemiyle olmuyor, yoğunluk var. Sadece metrobüs hattını kontrol eden bir komuta merkezi kurulacak, kalabalık noktaları görecek ve kalabalık yerlere otobüs gönderecek.”
Topbaş, otobüsle günlük yolcu taşıma kapasitesinin İstanbul’da dünyanın diğer benzer kentlerindekine oranla iki katını aştığını, hafif metro ve raylı sistem gerektiğini belirtiyor ve ekliyor: “Otobüsle de olacak iş değil.”

Topbaş’a birileri İstanbul’da deniz ulaşımının toplam ulaşım çözümleri içinde yüzde 3’lük bir paya sahip olduğunu, deniz ulaşımına ağırlık verilmesiyle kara ulaşımındaki kaosu azaltmaya yardımcı olabileceğini hatırlatsa...
Metro hattı açılışı tantanasının yanında kentsel ulaşım sistemlerinde alternatif geliştirmek, deniz ulaşımının kullanımını arttırmaya yönelik çözüm üretmek, arabalı vapurları daha fazla ve daha farklı yönlerde çalıştırmak da yerel yönetimlerin sorumluluğu altında olsa gerek.
Sayıları çoğaltılabilecek, dünyanın New York, Londra, Pekin, Madrid gibi önemli kentlerinin metroları 20. yüzyılın başlarında hayata geçirildi. İstanbul’da ise ilk metroya 2000’lerin başında sahip olduk. İstanbul’da CHP’li Nurettin Sözen döneminde başlatılan yatırımı AKP iktidarı sürdürdü, gerekli maddi imkânları sağladı ve bu ilk açılan metroya daha sonra yeni hatlar ekledi. Kadir Topbaş’ın şansı, hükümetin maddi anlamda tam desteğini alarak bu projeleri hayata geçirebilmek oldu. Dolayısıyla, sıklıkla totaliter rejimlerde görülen geçmişi sıfırlayarak “herşey benimle başladı” yanılgısına düşmemek, geçmişte olup bitenleri hatırlamak için biraz arşiv karıştırmak lazım.
Sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiği giderek bir muamma hâline gelen İstanbul’un devliği karşısında hayli minimal kalan metro sistemini, füniküleri, raylı sistemleri, hafif metroları alt alta koyduğunuzda ancak yüzde 10’luk bir rakama ulaşıyorsunuz. Deniz ulaşımını da yüzde 3 olarak kabul edersek, geriye kalan yüzde 87 karayolu taşımacılığının payına işaret ediyor. Metrobüslerle, otobüslerle bu trafik sorununun çözülemeyeceğinin farkına varmış bir iktidarın üçüncü köprü ısrarını anlayabilen varsa beri gelsin. Özellikle İstanbul’da ulaşım politikalarının son 50-60 yılda karayoluna odaklı olarak planlanmasından denizyolu, demiryolu gibi alternatiflerin geri planda bırakılmasından kimse ders almışa benzemiyor. Avrupa’da neredeyse orta büyüklükte bir ülke çapındaki kentin yerel yöneticisi olarak hem karayolundaki yoğunluktan şikâyet edip hem de trafik arapsaçına dönünce “üçüncü köprü karşıtları şimdi ne diyecek, işte büyük ihtiyaç” demek büyük bir paradoksu kendi içinde barındırıyor. Daha rantabl kamusal ulaşım seçeneklerine yönelmek yerine karayolu ulaşımını pompalayacak üçüncü, dördüncü, beşince köprüler ne kadar metro yaparsanız yapın, yine insanı değil araçları odağa aldığınız bir ulaşım politikasından öteye geçmez...