Milli spor olarak inşaat







İki haftadır gözümüz kulağımız Londra’daki Olimpiyat’ta olup bitenlerdeydi. Farklı farklı dallarda başarı için, madalya için yarışan Güney Afrikalı, Kübalı, Kenyalı ya da Çinli sporcularla empati kurarken, nasıl bir hayat hikâyeleri var, ne süreçlerden geçerek Olimpiyat’ta yarışacak kalibrede bir sporcu hâline geldiler, nasıl bir eğitim aldılar, kimlerden destek gördüler gibi soruları kendime sormadan edemedim. Görmesini bilene Türkiye açısından bu olimpiyatlarda meydana gelen gelişmelerin birkaç önemli sonucu var, bir tanesi spor sadece futboldan ibaret değildir, ikincisi ise spor erkeklerin tekelinde değildir. Türkiye, Londra’da son anda alınan birkaç madalya dışındaki genel başarısızlığın resmine objektif olarak bakabilirse, neden 2020’de Türkiye’de olimpiyat yapmak istediğinin de cevabını bulur düşüncesindeyim. 

Olimpiyatları gerçekleştirmeye aday ülkelerden Olimpiyat Komitesi, “nasıl yapacaksınız” diye sormaktan ziyade, “neden yapmak istiyorsunuz” sorusunun cevabını duymak istiyor. Hitler dönemi Almanya’sında, Stalin dönemi Sovyetler’inde görülen güce tapmayı ifade eden büyük binalar inşa etmek, büyüklüğe vurgu yapmak isteği şehirlere imza atmak ihtirasıyla birleşince, olimpiyat da iktidarın radarına girmiş oldu. Çünkü, Türkiye’nin olimpiyat oyunları düzenleme sevdası spor adına daha yenilikçi bir evsahipliğinden ziyade, “milli sporumuz” yakıştırması yapabileceğimiz inşaat sektörüne yeni rant kapıları açmak, yeni yandaşlar yaratmak, yeni çılgın projeler icat etmekten öte değil. 

Tüm bunların yanında Türkiye’yi bir beton felaketine döndürmüş TOKİ’nin rolünü gözardı etmemek lazım. AKP’nin kentsel hegemonyası için biçilmiş kaftan TOKİ, zaman içinde belediyeler tarafından hazırlanmış imar planlarına bağlı kalmaksızın kendi imarını kendisi çıkaran, kendi ruhsatını kendisi veren, denetlenmeyen bir yandaş zenginleştirme projesi olarak giderek ucubeleşti. Çalışma sahasının ölçeği değiştirilen yasalarla bütün Türkiye olarak genişledi, büyüdü. Sürekli şehirlerin dokularını değiştirme planları yapan iktidarın, diğer alanlarda gösterdiği muhafazakârlıktan eser göremediğimiz bir cevvallikteki inşaat faaliyetleri, bugün ekonomiyi ayakta tutan yegâne alanlardan biridir. Görünürdeki istek, sporun güç gösterisi durumundaki bu dev organizasyonunu Türkiye’de gerçekleştirmek ve bu yolla tarih sayfasında kendine bir yer aramak olarak özetlenebilir ancak, iktidarın ülkeyi yıkıp yeniden inşa etme hırsı bunun inandırıcılığı önünde ciddi bir engeldir. Yeni çılgın projeler için ardına kadar açılacak yeni bir rant kapısıdır. 

Genel olarak, olimpiyatların ekonomik getiri argümanına da değinecek olursak, karşımıza çıkan manzara pek iç açıcı değil. 2020’yi anlatmak için şimdiden söyleyelim, bu ekonomik getiri argümanını kullanmamakta fayda var. The Economist’in bu konuda yaptığı bir araştırmaya göre, olimpik oyunların pazarlanmasında genel olarak kullanılan üç farklı alan var, ekonomik getiri, insanların olimpiyat motivasyonu ile daha fazla spor yapmaya başlaması ve olimpiyat süresince dünyanın gözünün o kentte olması. En önemli vurgu ekonomik getiri konusunda. Olimpiyat oyunlarının düzenlendiği şehir hiçbir şekilde maddi getiri sağlayamıyor. Hatta böyle bir organizasyon ciddi anlamda külfet demek. 1960’tan bu yana olimpiyatları düzenleyen hiçbir şehir maddi olarak kâra geçmemiş. 

Olimpiyat oyunlarını ilk aldığında 2,4 milyar pound bütçe açıklayan Britanya’nın bütçesi en son açıklanan rakamlara göre, dokuz milyar poundu aşmış durumda. Türkiye’de 13-15 yaş grubunda olan gençlerin yarısından fazlası sportif aktivite içinde değil. Bu da 2020’de yine çok fazla madalya umudumuz olmayacak demek. 

Ayrıca, olimpiyatlar sonrası insanların sportif faaliyetlere katılmasına da çok büyük etkilerinin olmadığı yönünde görüşler var. İkincil getiriler olimpiyatların şehre yapacağı katkıya bağlı. Olimpiyatların yapıldığı kente göre, kentlere farklı farklı etkileri olmuş ancak, tek ve sistematik bir etkiden bahsetmek zor.

Dolayısıyla, muktedirlerin daha iyi, daha büyük, daha görkemli bir olimpiyat yapmaktan kastı, daha fazla inşaat yatırımı yapmak, daha fazla bina dikmek ve daha görkemli açılış törenleri yapmaktan öte değil gibi. 

Daha fazla sporcu yetiştirilmesi, sporcu yetiştirmenin önündeki engellerin kaldırılması, farklı branşlara yönelinmesi gibi işi şansa bırakmadan topyekûn bir çalışma gerekiyor. Bugüne kadar Osmanlı çizgileriyle donatılmış organizasyonlarda hep vurgulanan tesisler, büyük yatırımlar değil mi? Spor mu dediniz? Ona da bir ara sıra gelir...


HES'lere karşı savaş hukuku normu


Türkiye’nin epey yoğun gündemi arasında geçen hafta iktidar, en çabukluğu marifetiyle, ranta ve doğa kıyımına yeni bir kapı açacak skandal bir karara imza attı. 
Medyada hak ettiği şekilde yer bulamayan ve yeterince tartışılmayan mesele, son zamanlarda sıkça karşılaştığımız üzere, HES çılgınlığına dair yangından mal kaçırır gibi alınan kararlardan sadece biriyle ilgili. Bakanlar Kurulu, son olarak 18 HES inşaatıyla ilgili EPDK (Enerji Piyasası Denetleme Kurulu) ve DSİ’ye (Devlet Su İşleri) acele kamulaştırma yetkisi verdi. Bakanlar Kurulu tarafından birçok HES projesi ve termik santral için EPDK’ya, kentsel dönüşüm ve yenileme projeleri için bazı belediyelere, baraj tipi hidroelektrik santraller için ise DSİ’ye “acele kamulaştırma” yetkisi verilmesiyle ilgili kararlar Resmî Gazete’de de yayımlandı. 
İktidar hayatın her alanına, halkın her kesimine pervasızca saldırıyor, gözaltına alıyor, tutukluyor. Yaşadıkları yerlerin şirketlere peşkeş çekilmesini istemeyen ve buna karşı mücadele veren insanlar, bir yandan polis ve jandarma zoruyla susturulmaya çalışılırken, diğer yandan çıkarılan yasalarla da halkın eli kolu iyice bağlanmak isteniyor. Ekonomik büyümeyi sürdürebilmek için inşaat ve enerjiye yüklenen, Türkiye’nin her yerindeki akarsuları, nehirleri, dereleri satışa çıkaran AKP iktidarı, önünde hiç bir engel olmasın istiyor olacak ki, işi iyice tek tek proje bazına indirgemiş durumda. Türkiye’nin hemen her bölgesinden yükselen HES karşıtı mücadelenin hukuksal ve toplamsal alanda daha fazla gelişmesinden endişe duyan hükümet de, sorunu kısa yoldan halletme derdinde. 
Türkiye son dönemde ekonomik büyümeyi sürdürebilmek için daha çok iki sektöre, inşaat ve enerjiye yükleniyor. Böylece balon bir ekonomiye adım adım ilerlenirken, spekülatif kararlara da uygun bir uygulama zemini yaratılmış oluyor. Doğal olarak, bu işten kazançlı çıkanlar var. Ancak, herkesten ve her şeyden önce hükümet kesinlikle enerji çılgınlığına, yani enerji üstünden yapacağı spekülasyon için karşısına engel çıksın istemiyor
Bu noktada, Türkiye çapında ciddi bir mücadele veren DEKAP (Derelerin Kardeşliği Platformu), yaptığı açıklamada ilginç bir noktaya dikkat çekti: “Kamulaştırma Kanunu’nun 27. maddesinde vurgulandığı gibi, ‘acele kamulaştırma’ yetkisi, yurt savunması ve olağanüstü hallerde kullanılacak bir yetkidir. Bu haliyle savaş hukuku normu olan ‘acele kamulaştırma’ yetkisinin hâlihazırda bu projeler için kullanılması mümkün değildir. Bu durum proje bazında tek tek yetki verilmesi ile ‘yetki devri’ noktasındaki hukuka aykırılıkları aşmak amacıyla yapılmış olsa da, olağan durumlarda savaş hukuku normunun kullanılması hukuka aykırıdır.”
Buradan da anlaşılacağı gibi, önüne çıkan engelleri hukuksuzluğa yol açacak birtakım yöntemlerle çözmeyi alışkanlık hâline getirmiş olan iktidarın bu uygulaması, olağanüstü hâl yetkisi olan acele kamulaştırma yetkisinin kullanılmasıyla birçok hak mahrumiyetine sebep olacak. DEKAP Sözcüsü Ömer Şan, konuya dair yaptığı açıklamada, “Yargıyı hiçe saymanın, hukuku ciddiye almamanın, yasa ve yönetmeliklerin ve hukukun üstünlüğü ilkesinin ayaklar altına alınmasının apaçık göstergesidir. Başbakan’ın ‘çevrecinin daniskasıyım’ deyimini dikkate alırsak, bu karar da hukuksuzluğun, halkın demokratik tepkilerini, yaşamı yok etme girişimlerinin daniskasıdır” diyor ki, son derece haklı...
Şan, aleyhlerinde hazırlanan tüm düzenlemelere karşın direnmeye devam edeceklerini belirterek, “Bu yaşam mücadelesi sürecinde açılan 120’nin üzerindeki davada 100’ün üzerinde ‘yürütmeyi durdurma ve iptal’ kararı çıktı. Bu kararlarda, bu projelerin açıkça hukuka, kamu yararına, Anayasa’ya, yasalara, mevzuatlara ve uluslararası anlaşmalara, akla ve bilime aykırı olduğu ortaya konuyor. Bu kararları görmeyen, duymayan, hukukun üstünlüğü ilkesini dikkate almayan zihniyetten başka bir hareket beklemek akıl ve mantık dışı olurdu” diye de ekliyor. 
Buradan şu sonuçları çıkarmak mümkün. Özellikle, her HES projesinde alınması gereken ÇED raporları geçiştiriliyor, ÇED muafiyetleri ve “ÇED gerekli değildir” raporlarıyla süreç hızlandırılmaya çalışılıyordu. Bundan sonra ÇED konusuyla ilgili çıkan engeller sonrası hükümet, hemen kamulaştırmaya başvuracak. Şimdiye kadar pek çok insana mezar olan, iş güvenliği, fizibilite ve inşaat kalitesi bakımından son derece vasat HES’ler için kamulaştırma kararını alan yaşayacak. Hükümete yakın duran kamulaştırma talep edip, istediği yere kuracağı HES’le dereleri kurutacak. 

HES’lerle ilgili dava süreçlerinden sıkılan iktidar, kendisine en kestirme yolu buldu. Bu konuda karşı adım atmayan, ses çıkarmayan siyasi partiler, bu kararların ortağıdır. Bu aynı zamanda Türkiye için ciddi bir demokrasi sorunudur!



Çoğalma, nüfusu dengele ve az tüket...


İnsan kaynaklı iklim değişikliğinin geldiği noktanın en tehlikeli, en endişe verici dönemlerinden birindeyiz. Geçen hafta medyada da yer bulduğu üzere, doğanın insanı en fazla şaşırttığı yerlerden biri olan Grönland’deki yüzey tabakasındaki erime dört günde yüzde 97 seviyesine çıktı.Sadece dört günde meydana gelen erime üç ayrı uydu tarafından görüntülendi. Erime, bilim insanlarını korkuturken, iklim değişikliğinin hızı ve sonuçlarıyla ilgili kaygıları da arttırdı. Grönland’deki erimenin doğal bir olaydan mı yoksa küresel ısınmadan mı kaynaklandığı noktasında kimilerinin kafası hâlâ muğlâk. Ancak, bu noktada şu soruyu sormak lazım: Küresel ısınmanın dünya üzerindeki olumsuz etkilerine şüphecilerin inanması için daha neler olması lazım? Pek çoğumuz, doğanın intikamı yaklaşırken, küresel ısınmanın ve doğanın yok edilmesinin etkilerini bir film senaryosundan ibaret sanıyor.
Özellikle medyada gözden kaçan önemli bir boyut, bu erimenin insan eliyle gerçekleşmiş olması. Geçen hafta Guardian’da yer alan bir makalede, Grönland’deki erimede insanın payının yüzde 70’ler seviyesinde olduğu, hatta bunun yüzde 95’lere kadar çıkabileceği belirtildi. Bu durumun kuzey denizlerinde yeni deniz yollarının açılmasına ve yeni petrol/gaz arama faaliyetlerine neden olacağı ifade edilen makaleye göre, erime, yabani hayatı da son derece olumsuz etkileyen faktörler içeriyor. Böyle giderse, 2020’lerin sonlarına doğru Kuzey Kutbu’nda hiç buz kalmayabilir. Bir de, “Biz uzağız bize bir şey olmaz” diyenler için: Dört günde bir milyon metreküpten fazla buzun erimesi, tehlike çanlarının sadece Grönland’de yaşayanlar için değil, yeryüzündeki herkes için çaldığının göstergesi. Çünkü, buzsuz denizler ısınmaya daha müsait, bu ısınma da iklime etki ediyor.
İklim felaketlerinin geri dönülemez noktaya gelmeden önce acilen durdurulması için aralarındaBuğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği, Doğa Derneği, Greenpeace Akdeniz, TEMA Vakfı, 350 Ankara gibi 12 farklı kuruluş bir çağrı metnine imza attı. Çağrıda, bilim insanlarının iklim değişikliğinin ana nedeni olarak gösterdiği fosil yakıtlara olan bağımlılığın bu kaçınılmaz sonu hızlandırdığı, iklim değişikliğine sebep olan karbondioksit salımlarının üçte birinin kömür kullanımından kaynaklandığı vurgulandı. Çağrıcıların verdiği bilgiye göre, Türkiye mevcut 51 kömürlü termik santral projesiyle iklim değişikliğine çözüm değil, sebep olmaya devam ediyor.
Metindeki, “Üçüncü Köprü, nükleer santral, kömür santralleri, duble yollar gibi çevreyi yok eden ve iklim değişikliği konusunda bizi geri dönülemez noktaya sürükleyen politikalar yerine; enerji verimliliğinin yaygınlaştırılmasının, doğaya saygılı yenilenebilir enerji yatırımlarının kullanılmasıyla iklim değişikliğine uyum politikalarının hızla hayatı geçirilmesinin, Türkiye hükümetinin mutlak seragazı azaltım hedefini belirlemesinin yaşamsal bir zorunluluk olduğunu hatırlatmak istiyoruz” vurgusu da yine Türkiye’nin bu alanda hiçbir sorumluluk almadığının göstergesi...
Nature dergisinde dünyadaki ekosistemler üzerinde yüzyıl sonundan önce geri dönüşü olmayan bir dağılma sürecine gireceğini öngören bir çalışma yayımlandı. “Approaching a state-shift in Earth’s biosphere” ya da “Yerkürenin biyosferinde koşulların değişikliğine yaklaşırken” başlıklı makale, 15 farklı kurumdan 22 araştırmacının çalışmasının ürünü. Araştırmanın sonuçları son derece ürkütücü. Dünya üzerindeki farklı iklimlerin yarısı kısa zamanda yok olacak ve bu iklimlerin yerine dünyanın yüzde 12 ila yüzde 39’una karşılık gelen coğrafyalarda yaşayan canlıların daha hiç şahit olmadıkları iklim koşulları hüküm sürmeye başlayacak.
İşin daha vahimi, bu değişiklikler yavaş yavaş değil, birden olacak. Araştırmacılar doğal ortamların altüst olmasının görülmemiş bir şey olmadığını hatırlatıyor. Nitekim, Sahra Çölü 5500 yıl önce yeşil bir ovaymış. Bu altüst oluşların nedenleri daima güneşin faaliyeti gibi gezegen dışı etkenler ve doğal afetlerken, bugün hızla yaklaşan felâketin nedeni dünyada her şeyi tüketen yedi milyar insan.


Dört acil öneri

Araştırmacılar, bugün dünyanın tüm kaynaklarının yüzde 43’ünün tüketildiğini ve yüzde 50’sine ulaşılınca dengelerin bozulma eşiğine de ulaşılmış olacağını belirtiyor. Tuzlu olmayan su rezervlerinin üçte biri insanlar tarafından tüketilmekte, türlerin tükenme hızı tepe noktada, sanayi öncesine kıyasla karbondioksit salımları yüzde 35 artmış durumda. Bu tip çalışmalar yeni olmasa da, içinde bulunduğumuz küresel aymazlığa karşı alarm zilini bir kere daha çalarak gözümüzü açmaya çalışıyor olmaları önemli. 22 bilim insanı siyasi karar vericilere dört acil öneride bulunuyor.
İlki demografik baskıyı radikal bir biçimde azaltmak (Başbakan’ın kulağı çınlamış mıdır acaba), ikincisi dünya nüfusunu şimdiden yoğun nüfus barındıran coğrafyalarda sabitleyerek diğer alanların doğal bir dengeye ulaşmalarını kolaylaştırmak yani bir nevi nadasa bırakmak, üçüncüsü bugün olduğu gibi azla yetinenlerin yaşam tarzlarını zenginlerinkine benzetmeye çalışmak yerine zenginleri azla yetinmeye ikna etmek, dördüncüsü de doğal kaynakları tüketmenin önünü almak amacıyla yeni teknolojileri kullanarak yeni besin kaynakları yaratmak. Yani kalkınma ve büyüme takıntılı Türkiye’ye tercüme edilmesi imkânsız işler...


Adios ladrillo adios*


Bilindiği gibi ülkeyi adım adım, tektip, karabasan bir estetikle yeniden inşa etmeye ant içmiş bir hükümetin yönetimindeyiz. Bir ara bol bol gökdelenler, alışveriş merkezleri ve birbirinden ruhsuz rezidans projeleri konuşulurken, şimdi üçüncü köprü, yeni yollar, 16. yüzyıl taklidi camiler gibi Anadolu’nun her yerine kalıcı imzalar bırakmaya meraklı muktedirlerin projeleri dayatılıyor. Projeleri duydukça, aklım ister istemez İspanya’nın bugün geldiği noktaya takılıyor.“Türkiye’nin gideceği nokta, eninde sonunda İspanya gibi olur” diyenlere belki kötü niyetli ya da kuşkucu deniyordur, ancak, ekonomi bu kadar büyük ölçekli yatırımları kaldırabilir mi, bunlar işlevsiz hâle gelirse bunun bedelini kim öder, ayrıca verimliliğe nasıl bir katkı sağlar soruları havada cevapsız asılı duruyor. Ulusal üretime geçici katkısı olsa da sadece geçmişin diktatörlerini hatırlatan devasa hantal bina yapma inadı, parayı havaya saçmanın ötesinde, çevrenizdeki üç beş yandaşa rant kapısı açmanın dışında yeraltı zenginliği olmayan, tasarrufu olmayan ve sınırlı ihracat yapan bir ülkeyi borçlandırmanın ötesine geçmez. O borçları ödeyecek değer yaratılamadığı zaman da devletin bütçeleri denkleştirilemez hâle gelir ki, bugün İspanya’da yaşanan bundan çok farklı bir durum değil. 
Hele ki de, bu yılın ikinci çeyreğinde bina inşaat maliyet endeksi, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 6.39 artmışken. Türkiye’de büyümenin lokomotifi olarak gösterilen inşaat sektöründe maliyet yükselişiyle ilgili alarmlar çalmaya başladı bile. Geçen yılın son dönemine göre yüzde 1.83, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 6.39, dört dönem ortalamalara göre inşaat maliyet endeksinde yüzde 11.15 artış var. Tamamen yerli girdi ve hammaddeyle gerçekleştirildiği için pompalanan inşaat sektöründe maliyetler artıp satışlar azalınca, sektör durgunluğa girince ve krediler geri dönülmez noktaya gelince, gururdan geriye kaos kalır.
İspanya’da geçmişte, devasa alışveriş merkezleri, mega konut projeleri inşa etmişti ki, şimdi pek çoğu birer hayalet kente dönmüş vaziyette. Bitmiş ya da yarım kalmış çürümeye terk edilmiş binlerce konut ve sokağa atılmış milyonlarca avro para...

Bundan beş yıl önce 1,5 trilyon dolarlık milli geliriyle ve inşaat sektörünün yarattığı ivmenin etkisiyle parmakla gösterilen İspanya’nın bankaları konut sektörü kaynaklı krediler nedeniyle krize girdi. Cuma günü onaylanan 100 milyar avroluk yardım paketi, kamu harcamaları için değil bankaların sermaye yapılarını güçlendirmek için kullanılacak.
 Ancak, İspanya’nın küresel kriz öncesi emlak sektöründe yaşadığı şişkinlik nedeniyle, 100 milyar avronun bankaların yeniden yapılandırmasının dışında işin temelindeki soruna merhem olmayacağı belirtiliyor. İspanya, kriz öncesi ciddi oranda bir inşaat spekülasyonu içindeydi. Sadece, 2007’de bir milyon adet konut inşasıyla İngiltere, Fransa ve Almanya’nın inşaat sektörünün toplamından daha yoğun şekilde üretim yapma peşindeydi. Bankacılık sektörü ve uluslararası yatırım şirketlerinin başını çektiği spekülatif hareketler, konut kredilerini balon gibi şişirirken, kârları da körüklüyordu. Bankalar, inşaat şirketlerine ve emlak alacak insanlara borç vermek için birbiriyle yarışıyordu. Emlak balonu patlayana kadar, herkes kendi payına düşeni alıyordu. Ülke, arsası değerlenenler, arsaların imar durumunu değiştirerek rant elde eden ve yandaşlarına rant dağıtan belediyeler, inşaat şirketleri, bankalar, konut ve işyerlerini kapatıp yüksek kârlarla satan yatırımcılardan geçilmiyordu. Bu arada, aşırı konut üretiminin ekolojik anlamda geri dönülmez tahribatlar yarattığı da meselenin bir başka önemli boyutu. 2008’de başgösteren krizden İspanya’nın dış kredi kanalları kurumaya yüz tutunca, sektör durgunluğa girdi. 
Şimdi soru şu, bankalara enjekte edilecek olan 100 milyar avroluk taze kan olarak nitelendirilen para tekrar spekülatif hareketler için kullanılır mı? 
İspanyol bankaları şu sıralar ellerindeki gayrımenkul varlığını en aza indirmeye konsantre olmuş durumda. İspanya Merkez Bankası, bankalardaki kötü kredilerin 156 milyar avroya ulaştığını açıkladı. Bu bankaların toplam kredilerinin yüzde 8.95’i seviyesinde ve 1994’ten bu yana ulaşılmış en yüksek rakam. 

2008’e kadar İspanya, çevre ülkeleri kıskandıran bir neoliberal başarı öyküsüydü. 
Büyüme oranı yüksekti, işsizlik azalmıştı ve kamu maliyesi sağlamdı. İnşaat, gayrımenkul ve hızla artan özel hanehalkı borçları İspanya’nın hızlı büyümesinin dinamolarıydı. İnşaat çılgınlığına devam etmek için başta “konut ihtiyacı” olmak üzere hep bir bahane vardı. Özellikle bölgesel tasarruf bankalarıyla agresif şekilde desteklenen gayrımenkul kredileri aşırı bir noktaya gelince, patlama kaçınılmaz oldu.
Sonuç olarak bugün İspanya’da boş duran üç ila beş milyon arası konut var.
İspanyol emlak danışmanı ve avukat Jose Luis Ruiz BartolomeAdios ladrillo adios (*Elveda Tuğla Elveda) adlı kitabında İspanya’nın yaşadığı bu emlak furyasını dile getirerek, bugün yeni şehirleşme planı ve fiyatlarda yüzde 70 indirim olmadan bina satmanın imkânsız olduğunu belirtiyor. Bartolome, denetimle görevli bakanlık ve kamu kuruluşlarının, bankaların ve inşaat şirketlerinin“hızla duvara doğru giden bir sistemin ortak suçluları” olduğunu anlatarak, insanların borç-harç iş bilmeden emlak işine girdiğini söylüyor. Risk kriterlerinin yerini seçim kriterlerine ve kimi seçilmişlerin megalomanisine bıraktığını ifade eden Bartolome’nin sözleri sadece İspanya için geçerli olmasa gerek. Bazen küresel bir krizin sizi teğet geçmesi yetmez, zaten siz kendi krizinizin tüm şartlarını kendi ellerinizle yaratmışsınızdır.




İstanbul'un toprağı altın ama denizi değil!


Kendilerinin yarattığı trafik eziyetini ne zaman üçüncü köprü için gerekçe olarak pazarlayacaklar diyordum ki, cuma günü gazetelerin üçüncü köprü güzellemesinden geçilmediğini gördüm. AKP iktidarı deprem korkusuyla kentsel dönüşümü, trafik eziyetiyle de üçüncü köprüyü meşrulaştırmaya çalışıyor. Geçen hafta Türkiye ve İstanbul, bir yandan İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın açıklamalarıyla diğer yandan Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın taslak projeyi tanıtmasıyla senkronize şekilde üçüncü köprü propagandasına maruz kaldı. Topbaş, köprü bakımı nedeniyle İstanbul’da haftalardır yaşanan trafik kaosuyla ilgili ağzındaki baklayı çıkardı, “Üçüncü köprüye karşı çıkanlar şimdi ne diyecek? İşte ihtiyaç. Marmaray projesini arkeolojik kazılar nedeniyle dört yıl geciktirdiler. Ben mi sorumluyum? Ayrıca köprü bakım işi benim değil” diyerek, hem işin içinden sıyrılmaya çalıştı, hem de dolaylı olarak üçüncü köprüye teslim olunması gerektiği mesajı verdi. Köprü bakımı görevi olmayabilir ancak yerindelik ilkesi gereği kent ulaşımında sorumluluk yerel yönetimlerdedir, dolayısıyla kent ulaşımının sağlıklı biçimde işlemesini sağlamak da sizin işiniz olsa gerek...
Kentsel ulaşım sistemlerinde alternatif geliştirmek, deniz ulaşımının kullanımını arttırmak, arabalı vapurları daha fazla saat çalıştırmak üç hafta sonra akıllarına gelmiş. Köprü tıkanınca, deniz ulaşımı keşfedilmiş. Ancak Topbaş, deniz ulaşım rakamlarına bakmış ve vatandaşın ilgi göstermediği kanaatine varmış. Bugüne kadar kent içi ulaşımda denizden ne gibi alternatif hizmetler sundunuz da halk geri tepti acaba? 31.5 kilometre Boğaz tarafından, 7.5 kilometre ile Haliç tarafından bölünmüş olan İstanbul, 75 kilometrelik Marmara kıyı şeridiyle deniz ulaşımı açısından dünyanın hemen hemen hiçbir büyük metropolünde rastlanmayacak doğal imkanlara sahip. Buna rağmen, İstanbul’da deniz yoluyla yapılan ulaşım, toplam ulaşımın sadece yüzde 3’ünü oluştururken, ulaşımın neredeyse tamamının karayoluyla yapılıyor olması bunun açıklaması ya da bahanesi olmamalı. İktidar, tüm Boğazı monoblok betonla kaplamaya karar verse, “İktidar ne de güzel düşünmüş” diyebilmek için hazır beklemede olan bir güruhun varlığı da en az bu sırf rant hedefli ve doğa düşmanı planlama kadar rahatsız edici.
Kent ulaşımı planlamasında ve uygulamasında merkeze “insan” faktörü alınmadığı sürece bu tür yönetim zafiyetleriyle daha çok karşılaşırız. Ulaşımın “araçlar için değil, insanlar için” olduğunu şehir planlaması yapan kent yöneticilerinin anlaması gerekiyor. Bunun bilerek veya bilmeyerek göz ardı ettikleri çok açık zira. Bu anlayış İstanbul’u, insanların rahatça yaşayabildiği bir kent olmaktan ziyade, araçların rahatlıkla her yere girip çıkabileceği bir yollar ve yapılar silsilesi haline getirdi. 1950’lerden bu yana uygulanan ulaşım politikaları, karayoluna göre çok daha ekonomik olan deniz ve demiryolunu geri planda bırakarak oluşturuldu. Her gelen yeni iktidar da karayolu ulaşımını daha da arttıran projelerle aynı yönde devam etti.
Aslında bütün cevaplar şu soruda gizli: Diğer köprülerde de olduğu gibi üçüncü köprü kimlerin işine yarayacak? Ekonomik ve siyasi rantın peşinde olanların... Arazi kullanım biçimleri ve kararlarıyla ulaşım arasındaki ilişki kentsel ulaşımla yakından ilgilenenlerin malumu. Esasen kentsel ulaşımda marifet, maliyeti daha düşük, etkinliği yüksek bir sistemi başarıyla işletebilmekte. Daha rantabl ulaşım seçenekleri varken, sadece karayolu ulaşım politikalarına ağırlık vermek, rant alanları yaratmak dışında başka bir seçenekle izah edilemez. Üstelik doğaya, insana, tarihe ve kültüre saygı gibi evrensel kriterlerin, kent siluetlerinin hiç sayıldığına defalarca şahit olmuşken... Kentsel projelerin gerçekleştirilmesinde demokratik ve katılımcı bir karar süreci gerekliliğine ise hiç girmiyorum. Kenti yeniden yapılandıracak projelerde sağlanması gereken, “toplumsal konsensüs” bu iktidarın lügatında yok çünkü.
Kitle taşımacılığı içinde birim taşıma maliyeti en düşük olanın deniz taşımacılığı olduğu pek çok çalışma ile netleştirilmiş bir gerçek. Bu nedenle sanayileşmiş pek çok ülke, –ki bunların pek çoğunun Türkiye’den zengin olduğunu da düşünürsek– kent içi taşımacılıkta yoğun şekilde deniz ulaşımını tercih ediyor, deniz ulaşımının kullanımını arttırmak için farklı teknolojiler geliştiriyor.
Dolayısıyla deniz ulaşımı verimli şekilde kullanılamadığı sürece, trafik sorunu devam edecek, trafik kaynaklı CO2 kirliliği artarak şehir daha da kirlenecek, şehir tekrar ve yeniden kontrolsüz şekilde büyüyecek, rant alanlarına yenileri eklenecek. Bitmek bilmeyen şehirsel sorunlar gitgide katmerlenecek. Üçüncü köprü, dördüncü, beşincinin önünü açacak.

Betona tapanların hikayesi


Geçen hafta yaşanan iki gelişme, Türkiye ile gelişmiş ülkelerin insan yaşamına bakışının ne kadar farklı olduğunu görmek için önemli bir örnek oluşturdu. Japonya’da geçen yıl meydana gelen deprem ve tsunami afetleri sonrası yaşanan nükleer santral felaketi, beraberinde küresel anlamda pek çok tartışma getirmişti. Japon hükümeti tarafından nükleer felaketi soruşturmakla görevli komisyonun geçen hafta raporunu açıklayarak, “Bu insan eliyle yaratılmış bir felakettir” demesi son derece çarpıcıydı. Komisyon, “Fukuşima’ya bir doğal afet diyemeyiz, bu felaket öngörülebilirdi ve önlenmeliydi” tesbitinde bulundu. Samsun’da dere yatağına inşa edilmiş TOKİ konutlarını sel basınca 12 kişinin ölümü için siyasiler “çok yağmur yağdı, böyle oldu” bahanesine sığınırken, Japonya’da uzmanlar, 8.9 büyüklüğündeki deprem ve sonrasındaki tsunamiyi nükleer santralda olup bitenlerle ilgili bahane olarak kabul etmiyor.
Birkaç günden beri Taraf’ta da ayrıntılı şekilde ele alındığı üzere yıllardır dillere destan başarıları(!) gözümüze gözümüze sokulan TOKİ, bugüne kadar 30 milyar lirayı aşan yatırımları ile iktidarın en korsan, en başına buyruk kurumu niteliğinde. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 1990’lardaki İstanbul Belediye Başkanlığı döneminden bu yana gözbebeği TOKİ, delik deşik edilen Kamu İhale Kanunu ile AKP’nin 10 yıllık iktidarı döneminde devlet müteahhitliğinin yerini aldı. Dar gelirlilere konut edindirmek, acil konut ihtiyacını karşılamak gibi temel nedenlerle kurulan TOKİ, gittikçe kuruluş amacından uzaklaştırıldı. Bunun yanında kent merkezinde yaptığı konutları yüksek fiyatlarla satışa sunarak dar gelirli kesimler için ise arsa fiyatlarının düşük olduğu kent merkezi dışındaki alanlarda konut üretmesiyle zaten kuruluş amacını çoktan terk etmiş bir görüntüde. Gecekondu bölgelerinde kentsel dönüşüm adı altında TOKİ, arazileri dar gelirli vatandaşlardan alıyor, onları kent dışında Hazine’den aldığı arazilerde ürettiği konutlara götürüyor, rantın yüksek olduğu gecekondu bölgesi ve kent merkezindeki alanlarda ürettiği konutları ise daha yüksek gelir düzeyindeki vatandaşlara satıyor. İktidar, bir taşla iki kuş vuruyor, hem fakirden alıp zengine satıyor hem de TOKİ yoluyla sınıf ayrışmasını hızlandırmış oluyor.
AKP’nin kentsel hegemonyası için biçilmiş kaftan TOKİ, zaman içinde belediyeler tarafından hazırlanmış imar planlarına bağlı kalmaksızın kendi imarını kendisi çıkaran, kendi ruhsatını kendisi veren, denetlenmeyen bir yandaş zenginleştirme projesi olarak giderek ucubeleşti. Çalışma sahasının ölçeği değiştirilen yasalarla bütün Türkiye olarak genişledi, büyüdü. Yıllık bilançosu, kaç kişinin çalıştığı, hangi projeden kâr, hangi projeden zarar ettiği, hangi müteahhite hangi projeyi verdiği, ne kadar yatırım harcaması yaptığı bilinmez, tamamen padişah yetkileriyle donatılmış TOKİ’nin dünyada eşi benzeri henüz yok. Zemin ve fizibilite çalışması kendinden menkul, Türkiye’nin farklı coğrafyalarında Tekirdağ’a, Manisa’ya, Urfa’ya, Van’a, Samsun’a hep aynı çirkinlikte ve yapı standardı denetimsiz olduğu için dayanıklılığı meçhul binaları sıra sıra dikmeyi sürdürüyor.

IMF bile denetleyemedi

TOKİ’nin hiçbir şekilde şeffaf yönetilmediği, herhangi bir kanun ile denetlenmediği artık herkesin malumu. Türkiye’nin IMF ile stand-by anlaşmalarının sürdüğü günlerde IMF bile TOKİ hakkında bilgi alamıyordu. TOKİ’nin Hazine garantisiyle borçlandığı, piyasaların ABD subprime mortgage kriziyle çalkalandığı 2008’de, IMF TOKİ’nin kapısını çalarak hükümetin konut politikalarını, bu faaliyetleri nasıl gerçekleştirdiğini sormuştu. TOKİ, hesapta Başbakanlık Yüksek Denetim Kurulu tarafından denetliyor. O da doğrudan Başbakan Erdoğan’a bağlı. Her seçim öncesi Başbakan Erdoğan’ın katılımıyla gerçekleştirilen görkemli açılış törenleri düşünülünce, TOKİ’nin denetlenme işi “dostlar alışverişte görsün”den öteye gitmiyor.
Ortada kamu arsalarını dilediğince kullanım ve denetimsiz şekilde konut yapım keyfiyetini ele geçirmiş TOKİ’nin konutlarında ölümler gündemdeyken, İstanbul’a dev cami yapılması tartışması da son derece sakildi. Son dönemde yoğun şekilde gündeme gelen Kanal İstanbul, üçüncü köprü, dev cami, Taksim’e kışla, Dolmabahçe’ye alışveriş merkezli dev stat projeleri, totaliter rejimlerin mimari anlayışını anımsatıyor. Hitler döneminde Almanya’da, Stalin döneminde Sovyetlerde görülen güce tapmayı ifade eden büyük binalar/anıtlar inşa etme, büyüklük ve şehre imza atma merakıyla birleşince, geriye iç karartan estetikten uzak bir iktidar teşhiri kalıyor...


Hollande ilk golü çevreden yedi


İktidara gelir gelmez AB’nin sorunlu ülkelerine yönelik çözüm önerileri konusunda kendi dediğini yaptırmada maharetli Almanya Başbakanı Angela Merkel’in sultasını sallayan Fransa’nın yeni Cumhurbaşkanı François Hollande, bu ısrarcı tavrını çevre meselelerinde gösteremeyecek belli ki. Sosyalist Parti’nin cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ardından parlamento seçimlerinde de zafer kazanmasında Avrupa Çevreci Hareketi Yeşiller Partisi (EELV) ile Sol Cephe önemli rol oynadı. Ancak, Fransa’da genel seçimlerin ardından yapılan kabine değişikliğinde Ekoloji ve Sürdürülebilir Kalkınma Bakanı görevinden alınan Nicole Bricq’in durumu ülkede ciddi bir tartışma yaratmış durumda.
17 haziran akşamı Fransa’daki seçim maratonu sonunda Sosyalistler, ortakları Yeşiller, Sol Cephe ve Sol Radikallerle Fransa’nın bütün siyasî karar mekanizmalarına hakim oldular. Zaferin üzerinden çok kısa bir süre geçmişken, Hollande çok hızlı bir hükümet değişikliğine gitti ve çiçeği burnunda Ekoloji ve Sürdürülebilir Kalkınma Bakanı Nicole Bricq’i görevinden alıp Dış Ticaret Bakanlığına kaydırdı. Yeşil çevrelerde olduğu kadar parlamenter çoğunluk içerisinde de şok etkisi yapan bu gelişmenin temel nedeni petrol lobisinin Bakan Bricq’in ayağını kaydırması olarak özetlenebilir. Bir diğer deyişle, seçim öncesi vaadleriyle Yeşiller’in desteğini alan Hollande, daha başkanlığının başında petrol lobisine yenik düşerek, bu alandaki beklentileri boşa çıkardı...
Hâlbuki cumhurbaşkanlığı seçimi sonrası kurulan hükümette Bricq’in çevre ve ekolojiden sorumlu bakan olması sadece Fransa’da değil, bütün Avrupa’da büyük beklentilere neden olmuştu. Bakan Bricq, özellikle kara ve denizde yeraltı kaynağı arama konusunda uzman. Bricq, Fransa’nın denizaşırı kolonilerinden Güney Amerika’daki Guyana’da, Shell şirketinin eski Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy döneminde elde ettiği off-shore petrol imtiyazının teknik sözleşmesini yeniden gözden geçirmek ve özellikle deniz dibine verilen zararın asgariye indirilmesi için ek taahhüt istemiş. Bu kararını da bütün off-shore petrol arama imtiyazlarına uygulayacağını açıklamış. Kıyamet de bundan sonra kopmuş. Petrol arama için yaratılacak istihdamın tehlikeye gireceği şantajıyla Guyana vilayetinin vekillerini de ayaklandıran karar, Hollande’dan geri dönerken bakanı da götürmüş.
Fransa’nın Yeşil hareketi hiçbir zaman Almanya ve kuzey Avrupa ülkelerindeki Yeşil hareketlerin seviyesine gelemedi. Hele şimdi ekonomik krizle birlikte geçim derdine düşen Fransızlar’ın gözü uzun vadeyi çağrıştıran çevre korumayı görecek halde değil. Hollande yönetiminin ilk fiyaskosunun çevre üzerinden cereyan etmiş olmasına şaşıracak bir şey yok ama Fransa’nın zayıf çevre hareketi ve teşkil ettiği kötü örnek açısından hiç hayırlı bir gelişme değil. Bricq’in görevden alınma şekli Hollande’ın yönetim stiliyle ilgili eleştirileri de beraberinde getirdi. Çünkü, görevden alma duyurusu diğer kabine üyeleriyle istişare edilmeden yapılmış.
Kabine değişikliğinde Bricq’in görevden alınarak, yerine Delphine Batho’nun getirilmesi de spekülasyonları arttırdı. Batho, göreve geldikten sonra tahmin edileceği üzere Shell, Guyana’da gereken imzaları elde etti. Bakan Batho da, “Varolan anlaşmalar devam edecek ama çevrecilerin talepleri de göz önünde bulundurulacak” şeklinde orta yollu bir açıklama yapmakla yetindi. Bricq’in selefi Sarkozy döneminin bakanı Nathalie Kosciusco-Morizet’nin dahi, Hollande yönetiminin “petrol şirketlerinden baskı gördüğünü” ifade etmesi, Hollande’ın petrol lobisine yenik düştüğü iddialarını güçlendirdi.
Yeşiller Partisi’nden Pascal Durand, “Bricq’in görevinin alınmasının ardında gerçekten Guyana’daki anlaşma mı var bilmiyorum. Eğer öyleyse kötü, çünkü bu hükümetin çevre konusunda ve aynı zamanda toplum konusunda yapacaklarına dair kötü bir sinyal” derken, ünlü Yeşil politikacılardan Noel Mamere, “Bricq, Shell’e karşı cesaretli bir duruş sergiliyordu. Shell, Guyana’da verdiği zararın benzerini daha sonra Grönland ve Kuzey Kutbu’nda gerçekleştirecek” açıklaması yaptı. Shell’in Guyana’daki temsilcisi Bruno Thome, çalışmalara gelecek hafta başlayacaklarını kaydetti. Guyana yerel hükümeti ise Shell’in çalışmalarını ülkede istihdam yaratacağı için kabul ettiklerini söyledi.
Bu aralar Fransız Yeşilleri, yüzde 2.3’lük berbat bir skor elde eden cumhurbaşkanı adayı Eva Joly’nin BM’nin Afganistan’daki kamu harcamalarının şeffaflığı konusunda hazırlayacağı raporu yazacak heyetin başına getirilmesiyle alay ededursun, Joly’nin Yeşil aday yarışında rakibi olan gazeteci ve aktivist Nicolas Hulot, Hollande’a kamu kaynağı konusunda Yeşillerin aklına bile gelmeyen radikal bir öneri getirdi: Ulaştırma, enerji, inşaat ve konvansiyonel tarım gibi çevreyi kirleten sektörlerin yararlandığı yıllık 50 milyar avroluk devlet sübvansiyonlarını kesmek ve böylece elde edilecek parayı kamu harcamaları ve ekonomiyi canlandırmaya yönlendirmek! Sosyalistlerin yeşil hareketten kaçışı yok!

 

Rize’de HES’çi Rio’da çevreci


Bundan tam 20 yıl önce Rio+20 Yeryüzü Zirvesi’nde dünya devletleri, çevre sorunları, yoksulluk, gelir dengesizlikleri, kontrolsüz nüfus artışı, doğal kaynakların doğru kullanımı gibi konularda çözüm arayışı için biraraya gelmişti. Rio zirvesi, zaman içinde hedeflediği beklentiler doğrultusunda hayal kırıklığı yaratmış olsa da, konferans iklim değişikliğinin uluslararası düzeyde tanınması bakımından önemlidir. Ancak, Rio’da yapılan ilk toplantıdan bu yana 20 yılda, dünya masaya yatırdığı konularda bir arpa boyu yol alamamış, ekolojik kriz daha da derinleşmiş, dünyanın en çok tüketenleri ve kirletenleri, ekonomik büyüme adı altında kaynakları hoyratça kullanma ve kirletme hakkını geniş geniş kullanmış, çokuluslu sanayi şirketlerinin çıkarları devlet temsilcilerinin hamiliğinde savunulur olmuş ve yıkıcı kalkınma modeli en sonunda dünyayı esir almış. 
Dünyayı en çok tüketenler ve kirletenlerin, ortak vizyon oluşturmak amacıyla 20 yıl sonra tekrar Rio’da buluşması son derece manidar, çünkü hâlâ mevcut ekonomik paradigmayı devam ettirmek isteyenler de onlardan başkası değil. Hele, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin, ekonomik büyüme ve sürdürülebilir kalkınma zırhını birer ayrıcalık olarak kullanarak, her türlü eylemlerinin mubah görülmesini istemeleri maskeyi düşürüp, arsızlığı gözler önüne seriyor. Aslında herşey, doğanın ekonomik bir kaynak olmadığını kabul etmekle başlıyor ki, devletlerin bu aynayı kendilerine tutmalarını görmek için daha çok bekleyeceğiz. Aynaya baktıklarında, bugün içi boşaltılmış yavan bir kavram olan sürdürülebilir kalkınma yerine ne koyabilirizin tartışılmaya başlanması gerekiyor ki, etrafta buna cesaret eden yok. 
Zaten, zirvenin taslak metni de suya sabuna dokunmuyor, doğayı koruma ve yoksulluğu önleme konusunda ne tür mekanizmaların kurulacağı ile ilgili bir şey demiyor. Anlayacağınız, temelde yeşil ekonominin ve sürdürülebilir kalkınmanın kurumsal çerçevesini planlamayı amaçlayan Rio’dan elde zayıf ve niteliksiz bir metin kalıyor. 
Gelelim Türkiye’nin Rio’daki temsiline... Başbakan Erdoğan, Rio’da epey çevreci bir konuşma yaptı, üstelik bir de Türkiye’yi model ülke olarak gösterdi. Türkiye’de çevre ve doğa adına yapılanları görmesek, bilmesek gerçekten doğruya doğru konuşmayı epey çevreye duyarlı bulabilirdik ama sadece konuşmada, çünkü uygulamada iktidarın nasıl antiçevreci olduğuna her gün şahidiz. 
Erdoğan’ın konuşmasından satırbaşlarını şöyle örneklemek mümkün: 
Birileri zenginleşirken, birileri fakirleşiyorsa bu büyüme sağlıklı değildir. Böyle bir büyüme yöntemi sürdürülebilir kalkınmanın önündeki en büyük engeldir.” 
Mesela, bu cümlede Türkiye’yi tarif etmiş olabilir mi?
Bugüne kadar her ne pahasına olursa olsun kalkınma gibi bir algı dünyaya egemen oldu. Kalkınma sadece ekonomik büyüme olarak, sadece rekabet gücünün artması olarak algılandı.”

İktidar, Türkiye’nin kalkınma modelinde nasıl bir değişiklik öngörüyor? 2000 civarında HES ile nehirlerin binlerce kilometre borulandığından bahsetmiş olabilir mi? Türkiye’nin büyümesi için HES’lere, termik ve nükleer santrallere ihtiyacı olduğunun pompalandığını hatta bu enerji türlerinin çevreci olduğuna iknaa çalışıldığını söyledi mi? Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’ndaki Çevre ibaresinin atılıp icraata Şehircilik Bakanlığı olarak devam edeceğini, Çevre’nin Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nda bir alt başlık olacağını ne zaman açıklayacak? 
Dünyanın belli bir bölümü fosil yakıtları gerçekten son derece müsrif tüketiyor. Büyük hacimli motorlara sahip arabalarla insanlığa ait bir kaynak tüketilirken, insanlığın ortak mülkü dünya ciddi şekilde kirletiliyor.”

Türkiye’de ciddi bir toplu taşıma ve çevreci otomobiller var da biz mi görmedik? Türkiye’de her gün trafiğe milyonlarca otomobilin çıktığını, saatlerce yollarda kaldığını, üçüncü köprünün binlerce aracın daha trafiğe çıkmasına neden olacağını anlattı mı?
Dünyanın belli kesimler tarafından ciddi şekilde kirletilmesi, eşitsizliği, adaletsizliği, hukuksuzluğu körüklüyor.”

Başbakan, Bergama’da, Gerze’de, Ergene’de Kütahya’da, Dilovası’ndaki çevre felaketlerini duymamış olabilir mi? Türkiye’nin dağına taşına maden arama ruhsatı verildiğini, 2B ile orman arazilerinin, turizm teşvikleriyle koruma altındaki milli parkların, SİT alanlarının nasıl paraya çevrildiğini bilmiyor mu? Türkiye’nin karbon salımında dünya rekorları kırdığını kimse söylememiş olabilir mi?
Bencilliğin ekonomik sisteme özellikle küreselleşen dünyada küresel ekonomik sisteme sirayet etmesi, sürdürülebilir büyüme önündeki en büyük engeldir.”

Kentsel dönüşüm adı altında insanların yaşadıkları yerlerden sürülmesi, TOKİland’ler, halkın itirazlarına rağmen yapılan HES’ler, nükleer santraller bencillik ekonomisi olarak sayılabilir mi? 
Kaynakları umursamadan metalaştıran kalkınma modeli ve hemen her ülke için örnek olarak sunulan Türkiye’den manzaralar. CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu, Erdoğan’ın “Rize’de farklı Rio’da farklı telden konuştuğunu” söyleyerek, Erdoğan’ı “Rize’de HES’çi, Rio’da çevreci Başbakan” diye tanımlamış. Eh başlığı da böylece Tanrıkulu atmış oldu!


Sürdürülebilirlik ve Rio+20 Zirvesi


Bizde ekonomik model denince yanlış anlaşılan kavramlardan biri herhâlde sürdürülebilirlik. Sürdürülebilirlik, kaynaklarla ilgili ama soyut bir anlam taşıyor. Hâlbuki kavramın temelindeki tartışma, sosyoekonomik ve çevresel faktörlerin birbirleriyle ilişki ve uyum içinde ele alınması, analiz edilmesi ve uygulanması. 20 haziranda Rio’da başlayacak Rio+20 Zirvesi’nde sürdürülebilir kalkınmanın çerçevesi ve son 20 yılda bu konuda ne kadar ilerleme kaydedildiği ele alınacak. Zirvenin iki temel teması var: Yeşil ekonomi ve sürdürülebilir kalkınmanın kurumsal çerçevesi. Ülkeler, yerel yönetimler, iş dünyasının temsilcileri, sivil toplum kuruluşları, daha iyi refah düzeyine ulaşabilmek için çevreye saygılı, sağlıklı ve temiz bir sürdürülebilir kalkınma nasıl yaratılabilir sorusunun cevabını arayacaklar. Nükleer lobi nükleer enerji için gereken yakıtın daha tasarruflu kullanıldığını öne çıkararak, nükleerin yenilenebilir olduğu tezini yine gündeme getirmekten kaçınmayacaktır. Enerji oburu ve sivil nükleer enerjiye olan iştahını ilan etmiş olan Türkiye, bakalım neler diyecek? Resmî belgelerde bakanlığın adından “Şehircilik” düşürülmüş şekilde kendini tanıtan “Çevre Bakanlığı” bakalım dünyaya neler önerecek? Türkiye’deki uygulamalardan bahsederken, kişi başına düşen seragazı salım miktarının 5,45 tona çıktığını nasıl anlatacak? Türkiye’nin tamamen fosil yakıt kullanımına dayalı bir büyüme stratejisi olduğunu nasıl izah edecek?
İklim değişikliği, küresel ısınma, hızla yükselen şehirleşme oranları, artan nüfus gibi etkiler biraraya konduğunda, sürdürülebilir bir dünya için yenilenebilir enerjiye daha fazla ihtiyaç duyuluyor. Nitekim, bu alanda ciddi adım atmış olan ve yenilenebilir enerji planlarını son derece kararlı şekilde uygulamaya geçiren ülkeler var. Bunların başında da Almanya geliyor. Almanya, Mart 2011’de Japonya’da yaşanan nükleer felaketin ardından ülkedeki santrallerin sekizini derhal, kalan kısmını da 2020’ye kadar kapatma kararı almıştı. Almanya, kademeli olarak nükleerden vazgeçme kararıyla birlikte cesur bir adım attı, güneş enerjisinden elde ettiği enerji miktarı 22 gigawatt’a ulaştı. Bu, tam kapasiteyle çalışan 20 nükleer santralin ürettiği günlük elektrik enerjisine eşit. Dünyadaki güneş enerjisi santrallerinin yarısı Almanya’da.Elektriğin beşte biri bu kaynaktan karşılanıyor. Ülkede, geleneksel sistemlere göre, epey maliyetli olan güneşten enerji üretimine büyük teşvik var. Ancak, bu durum nükleer santral işleticisi şirketlerin pek işine gelmedi, bazı santrallerin kapatılmasından sonra büyük oranda zarar ettiklerini belirten başta iki dev Eon ve RWE olmak üzere enerji şirketleri, Angela Merkel yönetimindeki federal hükümete karşı Anayasa Mahkemesi’ne dava açtı. Nükleer enerji üreticisi şirketler, zaman içinde o kadar palazlanmış, lobileri o kadar güçlenmiş ki, hükümetlere şantaj yapacak seviyelere gelmişler. Hükümetten 15 milyar avro tazminat istemeye hazırlanıyorlar. Hatta bu kadarla da kalmayıp, uğradıkları zararın yanı sıra, henüz bir kazanç elde edemedikleri yeni yatırımlarının da karşılanmasını talep ediyor. Bu durum, farklı firmalara başka ülkelerde de aynı yöntemi uygulamaları konusunda yol gösterebilir ki, bu en az nükleer enerjinin kendisi kadar tehlikeli bir gelişme.

Türkiye’nin bakışı ise yine gelişmiş ekonomilerden ve üye olmayı hedeflediği AB normlarından fersah fersah uzakta. Başbakan Erdoğan, Akkuyu Nükleer Santrali’nin zemin etüt çalışmaları ve lisanslama başvuru sürecini başlattıklarını belirterek, “Tedbirleri iyi aldığınızda, nükleer santral tehdit içermiyor. Bir yıl boyunca 24 saat nükleer santralin kapısında otursanız, bir uçak yolculuğunda aldığınız kadar radyasyon almıyorsunuz. Bu bilimsel bir tesbit. Türkiye’nin büyümesini, gelişmesini, enerjide dışa bağımlılıktan kurtulmasını istemeyenler, art niyetli şekilde kampanyalar yürütüyor” demiş. Başbakan, nükleer sürdürülebilir demeye getiriyor.

Ancak, üniversiteler pek öyle demiyor.
 Akkuyu Nükleer Güç Santrali (NGS) AŞ, projenin çalakalem yazılmış ÇED başvuru dosyasını geçen aylarda Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na sunmuştu. Bakanlık, aralarında üniversitelerin de bulunduğu bazı kamu kuruluşlarına ÇED raporuyla ilgili görüşlerini sordu. Dosyayı inceleyen Mersin Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Biyoloji Bölümü, olumsuz görüşünü bilimsel bir raporla sundu, santralin 332 kuş türünün barındığı Göksu Deltası’nı, caretta caretta ve yeşil denizkaplumbağaları ile Akdeniz foklarının yaşam alanlarını tehdit edeceği uyarısında bulundu. Ayrıca, nükleer atık sorununun küçümsendiğini belirten uzmanlar, yasal mevzuatta nükleer santral kurulması, işletilmesi, atıkların bertaraf edilmesi konusunda boşluklar olduğuna dikkat çekti.
Türkiye, termik, nükleer ve HES yapmakla uğraşırken, bir güneş ülkesi olmasına rağmen, yakın zamana kadar gerekli kanun ve mevzuat çıkarılmadığı için kurulmuş ticari hiçbir güneş enerji santraline sahip değil. Türkiye, fosil yakıtlarla çalışan enerji üretimine daha çok yatırım yapan, seragazı salımlarıyla dünyayı en çok kirleten ülkeler listesinin üst sıralarına adını altın harflerle yazdırmaya aday.


Uzun bir yol hikayesi


GÜMRÜ - Bu yıl geçen yıldan biraz daha farklı bir gündemle ama yine aynı zamanlarda yolumErmenistan’a düştü. Geçen sefer İstanbul-Yerevan uçuşuyla, Ermenicesiyle Hayastan’a gidip bir haftalık temasların ve çeşitli vesilelerle yaptığımız buluşmaları tamamlayarak, ve geride epeyce güzel hatıra da bırakarak yine Yerevan-İstanbul uçuşuyla geri dönmüştük. Bu kez ilk durağımız Kars’tan el sallansa görünecek Gümrü’ydü. Türkiye ve Ermenistan arasındaki sınır kapıları 1993’ten bu yana kapalı. Gümrü’de diaspora Ermenilerinin gerçekleştirdiği bir dizi yatırıma tanıklık etmek üzere davet edilen İstanbul ve Kars’tan Türkiyeliler ile birlikte Gümrü’ye ulaşmak üzere farklı bir güzergâh tercih edildi. Aslında tercih edildi demek çok insaflı bir tanım olmayabilir. Ermenistan ile kapalı olan Türkiye sınırı nedeniyle İstanbul’dan Kars’a gelip oradan da rahatlıkla 60 kilometrelik sınırı katederek Gümrü’ye ulaşabilirdik. Ancak, öyle olmadı, önce Gürcistan üzerinden Tiflis’e geldik. Tiflis üzerinden de saatlerce yok katederek Gümrü’ye... Hoş yeşil vadiler olağanüstüydü ama yol da uzundu. Kars’tan gelen misafirler de hem yakın hem uzak kent Gümrü’ye komşu kente gidercesine ulaşmak yerine Tiflis üzerinden arabalarıyla geçmek zorunda kaldı.
Türkler ve Ermeniler arasında ilişki kurulmayınca, iki halk birbirine uzak durdukça, birbirini yok saydıkça vicdanlar rahatlamıyor, geçmişin izleri birbirini yok saydıkça silinmiyor. “Ermeni sorunu”, Türkiye’nin öncelikli sorunlarından biri değil, hatta buzdolabına kaldırılan protokolleri düşününce, Türkiye’nin en önemli sorunları arasında sayılamayacak kadar listeden düşmüş durumda. Gündeme gelirse de hep olumsuz haberlerle gündemde yer buluyor. Ancak, Türkiye’de devlet bu sorunla gerçek bir niyetle yüzleşmeden hiçbir zaman tam anlamıyla demokratikleşemeyecek. Herşey bir niyetle başlıyor, geçen defa siyasilerin niyeti pek çok sebeple yarı yolda kaldı, ancak ikinci kez niyetlenmek çok zor olmasa gerek...
Allahtan bu durum birbirleriyle ilişki kurmak, birbirini tanımak isteyen iki halk arasında pek engel teşkil etmiyor. Hrant Dink VakfıFree Press Unlimited ve Gümrü Gençlik Girişim Merkezi’nin girişimleriyle gerçekleşen “Diyalog için Mültimedya” projesinin ürünleri,“Beklemekten Öte... Türkiye-Ermenistan Sınırından Hikâyeler” başlığıyla Galata Fotoğrafhanesi’nde bu ayın sonuna kadar görülebilir. Proje Gümrü’ye de geldi. Hatta benim açımdan bu çalışmaları izlemek, Gümrü’de kısmet oldu. Türkiye’den ve Ermenistan’dan beşer fotoğrafçının katılımıyla 2011’in yaz aylarında hayata geçirilen, sınır kentleri Kars ve Gümrü’de yaşayan insanların gündelik hayatlarını, bekleyişlerini ve yıllardır devam eden diyalogsuzluk ortamını anlatan fotoğraf projesinin ürünleri bunlar...
Proje kapsamında, Türkiye’de yapılan atölye çalışmasının ardından, fotoğrafçılar, biri Ermenistanlı, biri Türkiyeli olmak üzere ikişer kişilik gruplara ayrıldılar ve birer mültimedya belgesel hazırladı. Bu çalışmalar arasında beni en çok etkileyenlerden biri, Armine Vardanyan ve Eren Aytuğ’un,“İstasyon” projesi oldu. Bu mültimedya projesi, çalışmayan bir trenin istasyon görevlilerini anlatıyor. Filmde 32 yıldır Gümrü-Kars sınırında yaşayan bir adamın hikâyesi var. Akhuryan İstasyonu’ndan sınırın kapandığı 1993’ten bu yana hiç tren geçmemesinin getirdiği yıkıcı ruh hâli o kısacık filmde çok iyi vurgulanmış. Daha önce istasyonda pek çok insanın çalıştığını, yüklerin indirilmesinin ne kadar çok zaman aldığı anlatılıyor. Sınır kapalı olmasına rağmen altı kişi burada vardiyalı olarak bir gün sınır açılır umudunu da kaybetmeden nöbet tutmaya devam ediyor ve görevlilerden biri şöyle söylüyor: “Akhuryan’dan 1993’ten bu yana hiç tren geçmedi. Bu sınır bir daha açılacak mı, bir daha tren geldiğini görecek miyim, görmeye ömrüm yetecek mi?”

Bu yazıyı ben değil bu kez Hrant Dink bitirecek, hem sınırın açılmasına hem de Ermenistan’daki Metzamor Nükleer Santrali’nin kapanmasına yaptığı atıfla “Sınır açılsın, Metzamor kapansın”başlıklı makalesinde şöyle yazmış 2004’te: “Kars ile Gümrü halkları iki duyarlı konuda buluşabilir, ‘çevre’ ve ‘barış’ gibi, evrensel iki değerde ortaklaşabilirler mi? Ey Türkiye’min hükümeti... Ey Ermenistan’ımın hükümeti. Bu iki halkın bu ortak kaygısına ve talebine sizin bulacağınız çözüm yok mu? Var mısınız bir ilk işbirliğine? Var mısınız elbirliğiyle Metzamor’u kapatmaya... Var mısınız sınırı açmaya?”


Talan ve tahribat sezonu açılmıştır


Bir ülkede aynı anda hem kadının bireysel hak ve özgürlüklerine yönelik keskin saldırılar yaşanıyor, hem belli bir işkolunda çalışanların grev hakkı yasaklanıyor, bir yandan toplumun geniş kesimleri tarafından istenmeyen nükleer santral yapımına ilişkin kanunun iptali yargı tarafından reddediliyor, üçüncü köprü ihalesi nihayetlendiriliyor, köyüne HES yaptırmak isteyenlere zulüm ediliyor, öte yandan çevre varlıkları üzerindeki her türlü koruma kararını kaldırmaya ve doğal varlıkları şirketlerin talanına açan tasarı maddeleri ilgili komisyonda kabul ediliyor. Geçen bir haftada bunca hangi evrensel standarda göre ifade edildiği belirsiz, kendinden menkul ahlak dayatması ve hak ihlalinin yükselttiği gerilimden sonra Türkiye, sürekli cinnette, kıyamet halleri içinde bir ülke hissi vermiyor mu?
THY ile ilgili gelişmeler pek çok boyutuyla medyada yer aldı, burada zurnanın zırt dediği yer, grev hakkının neden çalışanların ellerinden alındığıdır. “Bu çok stratejik bir sektör, grev yaşanması halinde bu durumdan çok fazla insan etkileniyor” deniyor. AKP’nin işçi düşmanlığını Tekel işçilerinin eylemleri döneminden de hatırlayacak olursak, stratejik sektör fikrini kabul etmiş olsak dahi , mevcut bir hakkı çalışanın elinden alıp, yerine hiçbir şey koymadığınız gerçeğine ne diyeceğiz?Grev hakkı elinden alınan insanlara ne sunuyorsunuz, nasıl bir garanti ya da güvence getiriyorsunuz? Hiçbir şirketin küresel marka değeri ya da uluslararası imajı çalışanlarının haklarından daha önde ve daha önemli sayılmamalı.
Grev yasağının fikir babası AKP’li Metin Külünk diyor ki, “Pilot ve kabin ekibinin emeklerine saygılıyız, hak aramak ayakta alkışlanır ama millete ait kurumu bertaraf etme hakkı da kimseye ait değildir.” Korsan taksiciliğe cezalar getiren yasa teklifinin içine sokuşturulan havacılık işkolunda grev yasağı getirme hakkı niye size ait o halde? Yüzde 50 oy aldığınız için mi?
Türkiye, dünya üzerinde, çevre ve doğa korumacılarına en az kulak veren ülke diyebiliriz. Kayıtlara dünyanın en büyük ikinci nükleer reaktör felaketi olarak geçen Fukushima’da olanlar sonrası doğa zehrini üzerinden atamadan, Türkiye “nükleer santral yapılmazsa ölecek” hastalığına tutulmuş gibi koşar adım nükleer reaktör yapmak için uğraşıyor. Cuma günü Anayasa Mahkemesi, Akkuyu’da nükleer santral kurulmasına ilişkin anlaşmanın yürürlüğünün durdurulması talebini reddetti. Başbakan Erdoğan’ın “Akkuyu santrali derhal hızlandırıla” talimatı vermesinden sonra, santralin yapılması planlanan bölgeye 15 km. uzakta deprem meydana geldi. Deprem fay hattında yapılmak istenen santralin ihale, yarışma ve rekabet kurallarının hiçe sayıldığı, yapım ve işletme hakkının ihalesiz olarak dünyada denenmemiş, kendi ülkesinde bile hakkında soruşturma yürütülen bir firmaya teslim edilmesi göz göre göre hukuku hiçe saymaktır. Diyelim ki, enerji meselesi de çok stratejik, mutlaka kurmayı aklınıza koydunuz. Bu durum, kamu yararı ve hukuk devleti ilkelerini yok saymanızı gerektirir mi? Türkiye’de nükleer reaktörü denetleyecek bağımsız bir kurumun olmayışını, kaza, risk analizlerinin halka anlatılmamasını nasıl izah edebilirsiniz? Akkuyu NGS şirketi 12 bin kişiyi istihdam edeceklerini söylüyor. Dünyada reaktör başına 400 kişi çalışıyor. Bugüne kadar dünyanın hiçbir nükleer santralinde 12 bin kişinin çalışmadığı yalanına neden göz yumuyorsunuz?
Yine cuma günü TBMM Çevre Komisyonu’ndan “Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu Tasarısı”nın 14 maddesi kabul edildi. Adındaki koruma sözüne aldanmayın, yağma ve talana imkân veren bu tasarıyla çevre varlıkları üzerindeki her türlü koruma kararı kaldırılabilecek, koruma alanlarının sınırları değiştirilebilecek, kısmen veya tamamen farklı bir statüye geçirilebilecek. Tasarıda buna çok güzel bir kılıf da var: Yeniden değerlendirme. Böylece, her türlü çevre talanına karşı bir miktar koruma getiren SİT alanı uygulaması tarih olacak. Yetkilerin tamamının Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile Orman ve Su İşleri Bakanlığı’na devredilmesiyle, uygun görülen yer “yeniden değerlendirmeye” tabi tutulacak. Bu yasanın, bundan sonra dereleri, gölleri, ormanları, dağları, ovaları şirketlere peşkeş çekeceğini uzun uzun anlatmaya gerek yok. Bu tasarı, kültürel ve tabiat varlıklarının korunmasına da zarar verecek. Çünkü, tasarı, 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kanunu’nun, milli park ve birinci derece SİT alanlarının kullanıma açılması önünde oluşturduğu engelleri, yaptığı mevzuat düzenlemesi ile önlüyor. Tasarıya göre, bilimsel ve teknik nitelikte kurumlar karar süreçlerinde tamamen yok sayılıyor. Tüm yetki iki bakanlığın oluşturacağı kurullarda olacak. SİT kararları, milli parklar, tabiat parkları, doğal alanların korunması ve bu alanların kullanıma açılması ile ilgili konularda hükümet, başına buyruk şekilde hareket edebilecek. Yalnız tüm bu kararları alırken unutulan bir şey var. Doğa sadece sizin seyrinize sunulmuş bir manzara değildir... Doğa yoksa siz de yoksunuz...


Terlikli çocuk gongu çalınca...


Dünyanın en zengin, en genç işadamlarından biri. Dünyanın gözü üzerinde, ne söylese, nereye gitse, ne yapsa haber, milyonlarca insanın ilgisine mazhar olmuş bir sitesi var. Rahat giyim tarzı ve hatta zaman zaman gayrıciddi bulunan tavırlarıyla gündem oldu, kariyerinin başındayken Time dergisine kapak yapıldı, hayatını anlatan film çekildi. Mark Zuckerberg’in 22 yaşındayken okulda popüler olmak için kurduğu Facebook, aslında hayatını değiştirecek projesiydi. Fikrin çalıntı olduğu da konuşuldu, hatta dava bile açıldı. Bunlara pek takılmadı, dehasını kullandı, fikrini paraya çevirdi. Tv programlarına, en önemli iş toplantılarına bile giderken ayağından çıkarmadığı terlikleri, kapüşonlu kıyafetleri sık sık yazıldı. Kimi zaman bu rahatlık eleştirildi. Şans mı, çalışanlık mı, girişimcilik mi yoksa deha mı kısmı epeyce züğürdün çenesini yoracak bir tartışma ancak bugün, herkes Facebook’un halka arzını konuşuyorsa, en duyarsız kalanı bile arada bir Facebook hesabını açıp ne var ne yok diye bakıyorsa, belki de bu özelliklerin hepsi...

Zuckerberg, 18 Mayıs 2012 günü terliklerini çıkardı, Nasdaq’ın yolunu tuttu ve gongu çaldı. Her şey o cuma günü Facebook’un halka arzıyla başladı. Facebook, ABD tarihinde bir ilk gerçekleştirecek, borsaya açılan en değerli şirket olacaktı. Hisse başı fiyat 38 dolar ve şirketin toplam piyasa değeri 104 milyar dolar olarak belirlendi, ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. İlk işlem günü 42 dolara kadar yükselen hisse, kısa sürede çakıldı, perşembe günkü 33 dolardan kapandı. Büyük umutlarla halka açılan şirket, ikinci günün sonunda 20 milyar dolar değer kaybetmişti. Buna ek olarak şirkete iki soruşturma, bir dava açıldı. Peki, Facebook nerede yanlış yaptı? 
Muhakkak ki, tüm halka arz operasyonları risk taşır, ancak verilen fiyat ve vaat edilen kârla Facebook için bu risk daha fazlaydı, buna bir de vahim hatalar eklenince, zincirleme hayalkırıklığı yaşandı.Analistler, Facebook hisselerinin değer kaybının tüm sosyal medya şirketlerini etkileyeceğini söylüyor. Çünkü, Facebook’un büyük kazanç sağlayan stratejisi hızlı bir düşüşe sahne oluyor. Hisselerin satış işlemlerine başlanmasında yaşanan satış öncesi verilen çok sayıda iptal emri nedeniyle 30 dakikalık gecikmeyle başlayan olumsuz süreç, hisselerin aşırı değerli olarak piyasaya sürülüp yatırımcının aldatıldığı yönündeki eleştirilerle devam etti. SEC, gecikmenin haksız kazanca neden olup olmadığı ile ilgili soruşturma başlattı. 
Halka arzın yönlendiricileri yatırım bankaları, Morgan StanleyGoldman Sachs ve JP Morgan, Facebook’un son aylarda zayıflayan maddi verilerini saklamak ve yatırımcıyı aldatmakla suçlanıyor. Her üç kurum da suçlamaları reddediyor, fakat New York ve California’da adli soruşturma başlatıldı bile. Facebook’un kötü gidişatının ilk ayaklarından biri, ABD’nin sermaye piyasası kurulu SEC’e gönderdiği S-1 dosyası ile başlıyor. Facebook’un ciro tahminini gizlediği belirtilirken, Facebook halka arzını yöneten Morgan Stanley’nin adı ön plana çıkıyor. Morgan Stanley, Facebook’un cirosunda akıllı cihazların kullanımının artmasıyla beraber reklam gelirlerinde gerileme olacağını öngörüyormuş. Çünkü, sayıları giderek artan mobil cihaz kullanıcıları Facebook’a bu cihazlardan girdiklerinde reklamlar görünmüyor. Bu Facebook’un reklamlardan beklenen geliri elde edememesinin en temel sebebi. Morgan Stanley, bu veriyi saklamış.Olayın patlak vermesiyle birlikte, hisse alanlar, bankalara ve Facebook’a suç duyurusunda bulunmaya başladı. Dava dilekçelerinde, gelirlerde keskin düşüş olacağının gizlendiği şikâyeti var.
Şirkete açılan soruşturmalardan bir diğerini SEC Başkanı Mary Schapiro ve Finansal Düzenleme Kurumu Başkanı Richard Ketchum gerçekleştirdi. Burada ön plana çıkan konu, bazı yatırımcılara avantajlı giriş hakkı sağlanması. İki milyar dolar hisse alan bireysel yatırımcı Phillip Goldberg, Nasdaq’taki teknik arızalar nedeniyle zarar ettiği gerekçesiyle şirkete dava açtı. Goldberg, açılıştaki teknik arıza nedeniyle en az 30 milyon adet Facebook hissesinin olumsuz etkilendiğini söylüyor. Nasdaq, aslında bu suçlamayı kabul etti. Nasdaq CEO’su Robert Greifeld, Facebook’un ilk işlem gününde kote oluşunda hata yaptıklarını kabullenen ifadeler kullanmıştı.
Facebook yönetiminin kendi gelir ve kârlılık hesaplarında tahminlerini aşağı çekip, bu konuyu kamuoyuyla paylaşmaması, muhtemelen Facebook’un popülerliğinin arka planında kalacağı beklentisindendi. Ama gidişat öyle olmadı, yatırımcı bunu yutmadı, şirket açısından ciddi bir ahlak sorunu da ortaya çıkmış oldu. Aslında olanlar sürpriz değilmiş, teknoloji şirketlerinin birçoğu borsada sınıfta kalmış. Şu âna kadar halka açılmış bir milyar dolar üstü değere sahip şirketler arasında sadeceGoogle ve Yandex başarılı olmuş. Facebook’un 104 milyar dolar değerle halka açılmasının balon olduğu yönünde söylentiler artıyor. Şirketin aktif büyüklüğü altı milyar dolar ve değeri ile aktif büyüklüğü arasında uçurum var. Facebook yaratıcılık, girişimcilik ya da deha sonucu ortaya çıktı, ne derseniz deyin, ama bunlar hisse fiyatı belirlerken buhar olup uçuyormuş demek ki.


Kentsel bölüşüm rantsal dönüşüm

İnşaat sektörünün reel siyasetin lokomotifi olduğu Türkiye’de AKP iktidarı, adım adım planlarını hayata geçiriyor. Son seçimlerin ardından bakanlıklarla ilgili değişiklikler yapılırken Çevre Bakanlığı’nın Çevre ve Şehircilik Bakanlığı haline getirilmesi bu planın ilk etaplarından biri. Bakanlığın çevre ile ilgili faaliyetlerden çok inşaat sektörünü semirtmeye yönelik aktiviteleri herkesin malumu olduğundan, çevrenin sadece Bakanlığın adından ve Bakan’ın çevre ve yeşil sevgisiyle ilgili sarfettiği içi boş laflardan ibaret kaldığını söyleyebiliriz. Geçen hafta milyonlar Türkiye Kupası’nı kim alacak diye ekran başına kilitlenmişken, Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun, TBMM’den geçiverdi. Kamuoyunda kentsel dönüşüm yasası olarak bilinen bu yasal düzenlemeler, “deprem ülkesiyiz, bu dönüşümü acilen bitirmeliyiz” mealinden bir el çabukluğu ile inşaat sektörüne uçsuz bucaksız bir rant kapısı aralıyor. Deprem riski sadece imara yönelik bir sorunmuş gibi sunuluyor, en yetkili ağızlardan felaket senaryoları yazılıyor, zaten deprem korkusuyla yaşayan halk psikolojik olarak hazırlanıyor. Bu “ben yaptım oldu” yaklaşımı karşısında binaların deprem riskine karşı güçlendirilmesine, riski çok yüksek binaların yıkılmasına, kimsenin karşı çıkmayacağı muhakkak.
Burada, deprem riski, meselenin odağı olarak değil, yasayla birlikte yeni bir sürecin kaldıracı olarak kullanılıyor. Hem de, afet yönetiminden ziyade kentsel dönüşüm adı altında gerçekleştirilecek yıkımın uygulayıcısı konumundaki yönetim anlayışının kaldıracı olarak... Oysaki, afet yönetimi, felaket yaşanmadan önce risklerin belirlenmesi, muhtemel kayıpların önüne geçilmesi veya azaltılmasına yönelik kapsamlı etki analizleri gerektiren, doğaya saygılı stratejik temelli bir plana dayanmalı. Bakıyoruz, dönüşüm yasasının temelinde yine TOKİ başrolde. Bu yasa yoluyla kendisine verilen geniş yetkilerle TOKİ, Başbakan Erdoğan’ın da dediği gibi, kimsenin gözünün yaşına bakmadan yıkımları gerçekleştirecek.

Bu yasaya göre mahkemeler yürütmeyi durduramıyor. Tıpkı HES’lerde olduğu gibi. Ev sahipleri yıkıma itiraz edip kazansa bile, evleri çoktan yıkılmış olacak. Yani, yapının afet riskine karşı dayanıksız olmadığı bilirkişi kurullarınca tesbit edilse de, ev sahiplerinin Bakanlığın tesbitine itiraz hakkı olsa bile, mahkemeler yürütmeyi durdurma kararı veremeyecek ve yargı süreci tamamlandığında yıkım gerçekleştirilecek. Yapı risk taşımasa da, Bakanlığın belirlediği risk alanı bölgesindeyse yıkılabilecek. Bina yeni inşa edilmiş olsa bile yıkılabilecek, yıkımlar reel değerler üzerinden değil emlak vergisi bedelleri üzerinden yapılacak. Bu arada, yasaya göre, yıkıma karşı çıkan, direnen olursa suçlu ilan edilerek, hakkında yasal işlem başlatılacak. Bunlar, yaşadıkları bölgelerden insanları söküp bu bölgeleri, rant ekonomisine yem etmekten başka bir anlam taşımıyor. Madem depreme dayanıklı kentler oluşturmak amaç, mevcut yapı stokunun ekolojik ilkelere ve sismik kurallara göre dayanıklı hale getirilmesi ve bu dönüşümün o mahalle sakinleriyle birlikte yapılması da yasaya konmalıydı. Bu yasa, doğasızlaştırma, nehirsizleştirme, ormansızlaştırma ve insansızlaştırma politikasının –şimdilik– son halkasını oluşturuyor.

Burada hiç ele alınmayan konulardan biri, bu kadar binanın yıkımı sonucu ortaya çıkacak devasa hafriyatın nerede toplanacağı, nasıl bir geri dönüşüme tabi tutulacağı.Geri dönüşüm ve depolama tesisleri mi inşa edilecek, hammadde olarak geri mi kazanılacak, belli değil. Bir ara, kentsel dönüşüm enkazını kaldırım taşı olarak kullanılacağından bahsedilmişti. Muhtemel olarak ortaya çıkacak inşaat ve atık yıkıntı miktarının 143 milyon ton olacağından bahsediliyor. Sadece İstanbul’da kişi başına düşen hafriyat 10,9 kilogramı buluyor.
Kentsel dönüşüm için yoksulluk, yoğunluk, risk gibi farklı yönlerden ele alınacak kapsamlı haritaların çıkarıldığı ulusal bir strateji planına ihtiyaç var. Çünkü, kentsel dönüşüm sadece mekânsal bir dönüşüm demek değil. Mekânsal olduğu kadar ekonomik ve toplumsal boyutlarıyla da ele alınması gereken bir konu. Riskli alanlarda yapılacak kentsel dönüşüm için kamu, yerel yönetimler, sivil toplum kuruluşları ve dönüşüm alanlarında yaşayan insanlarla uzlaşma sağlamak gerekiyor, “ben yaptım oldu” şeklinde değil. Nükleer santral, üçüncü köprü, kentsel dönüşüm gibi dev işlerin hiçbiri salt enerji, ulaşım ya da afet yönetimi projeleri değil, hepsi apaçık rant ve emlak projeleri.
Kentler, orada yaşayan insanların ihtiyaçlarına ve isteklerine göre değil, sermayenin ve iktidarın isteklerine göre dizayn ediliyor. Barınma, sağlık ve eğitim kadar en temel insan hakkıdır. Kentsel dönüşüm altındaki dayatmacılıkla barınma hakkı sağlayamadığınız insanlara iktidar olarak sağlık ve eğitim hizmeti vermeniz mümkün değildir. Türkiye’nin inşaat odaklı büyüme stratejisi kapsamında, şimdi sırada iktidarın ve sermayenin geniş kitleleri, deprem riski dayatmasıyla sürgüne göndermesini izliyoruz.


Üstü olimpiyat parkı altı nükleer reaktör


Bu hafta aklımda çok başka şeyler yazmak vardı ancak bazen akla takılan şeyler insanı “yazmazsa rahat edemeyecek” merhalesine getiriyor. Londra’da Olimpiyat Oyunları’nı izlemeye sayılı zaman kaldı. İngiliz hükümeti, Olimpiyatlar için kamu bütçesinden 9,3 milyar sterlin yani yaklaşık 14,8 milyar dolar harcadı. Bu rakam, İngiltere’nin Olimpiyatlara ev sahipliği başvurusu yaptığı 2005 tarihinde öngörülen rakamın neredeyse dört katı. 27 temmuzda açılış töreni yapılacak oyunlar için İngiltere’de artık son hazırlıklar, son düzenlemeler yapılıyor. İnşası için yaklaşık 12 bin kişinin geceli gündüzlü çalıştığı ve kent içinde ayrı bir kentmiş izlenimi yaratan Olimpik Park daha ziyaretçilerini ağırlamaya başlamadan dünya çapında büyük ilgi uyandırıyormuş. Olimpik Park neyin nesiymiş diye ufak bir araştırma yapınca, karşıma şu bilgiler çıktı: “450 hektarlık bir alana yayılan ve altı temel yapının yer aldığı alanda mimari tasarımlar, düşük karbon salınımı, etkin su ve atık dönüşümü, çevreyle uyumlu malzeme kullanımı, bölgedeki biyolojik çeşitliliğin korunması, hava kalitesinin arttırılması, gürültü kirliliğinin en aza indirilmesi hedefleriyle birlikte hayata geçiriliyor. 80 bin izleyici kapasiteli Londra 2012 Olimpiyat Stadyumu, dünyanın en çevre dostu stadyumlarından biri. En az malzeme hedefiyle inşa edilen yapı benzerlerine göre çok daha az enerji harcayacak.”
Buraya kadar her şey çok şahane. Peki, sizce İngiltere, oyunların oynanacağı bu çevre dostu Olimpiyat Parkı’nı nereye yapmış? Hemen merakınızı giderelim: Daha önce deneysel olarak kullanılan bir nükleer reaktör sitesinin üzerine! Kentin doğusunda yer alan Lower Lea Valley’de eskiden bir nükleer reaktör sitesi varmış. İngiltere’nin 2012’de Olimpiyatları alması kesinleştikten sonra yetkililer, hemen “hiçbir sağlık riski yoktur” yönünde ısrarlı açıklamalar yapmış. Avrupa Birliği’nin en etkin kalkınma ajansı olan London Development Agency tüm çevresel etki analizlerinin yapıldığını belirterek, herhangi bir nükleer kalıntıyla ilgili bulguya rastlanmadığı, zaten yeterli temizlik yapılmadan çalışmalara başlanmayacağı konusunda yüreklere su serpmiş. Ancak tartışma sürüyor.
Buradaki reaktör Queen Mary College tarafından 1982’ye kadar nükleer reaktör mühendisliği çalışmaları için kullanılmış ve daha sonra kapatılmış. Kapatılalı “30 yıl geçmiş ne olacak” diye düşünmeyin, nükleer, hükümetlerin reklamını yaptığı şekilde asla temiz bir enerji olmadığı gibi dünyanın en kirli enerjisi. Bir nükleer tesis en fazla 40 yıl kullanılabilir, ardından sökülüp çevresinin temizlenmesi gerekiyor. Bugüne kadar kullanım süresi dolmuş hiçbir reaktörün temizliği tam anlamıyla bitirilmedi. En kötüsünü sona bıraktım, dünyanın en kirli atıkları olan radyoaktif atıklar 10 binlerce yıl dayanıklı.

***


Seçim sonrası Yunanistan’dan kesitler

Yunanistan’daki kriz, 6 Mayıs 2012 itibariyle ekonomik olduğu kadar artık siyasidir de. 1970’lerden bu yana iktidara gelerek ülkedeki sistemi yozlaştıranların yerini alabilecek Syriza gibi partilerin, adamakıllı, ayakları yere basan bir projesini maalesef duyamadık, en büyük düsturları her şeye hayır demek dışında. Bu da onları ziyadesiyle popülist bir yere oturtuyor. Seçimlerde kemer sıkma önlemlerine öfkeli oylar, Troyka ile yapılan memoranduma karşı olan partilere gitti. Seçimlerde aldığı yüzde 16,7 oyla sandıktan ikinci olarak çıkan sol koalisyon partisi Syriza’nın lideri Alexis Tsipras, kendisine verilen hükümet kurma görevini ikinci gün pes ederek, Cumhurbaşkanı Karolos Papulyas’a iade etti. Tsipras, “Seçim sonrası şartlar değişti. AB’nin daha önceki hükümetle imzaladığı anlaşmalar hükmünü yitirdi. Başta bankalar olmak üzere finans sektörü devletleştirilecek. Maaş ve ödemelere yönelik tüm kesintiler geri alınarak yeniden eski seviyelere getirilecek. AB, Yunanistan’ı değiştirmekten vazgeçmeli. AB, Yunanistan’a benzemek için çaba harcamalı” diyor. Gerçek ise, anketlere göre, bugün seçim yapılsa yüzde 23,8 ile birinci gelecek Syriza liderinin dediği gibi değil. Birincisi eskisi gibi yüksek seviyelere getirilecek maaş ve ödemelerin kaynağının nereden bulunacağı cevaplanmaya muhtaç, ikincisi AB ülkelerinde Yunanistan’ın durumuna benzemek isteyen başka bir ülke yok. Avrupa’daki tüm mücadele Yunanistan gibi olmamak için veriliyor. Bu tehlikeli vaatler, Yunanistan’da toplumsal memnuniyetsizliği kanalize eden solun yükselişi anlamına gelse de altı boş duruyor. Muhakkak ki iktidara Troyka ile imzalanan memorandum karşıtı bir hükümet gelirse, kurtarma paketlerinin koşullarını yeniden görüşür, yeniden müzakere eder. Ancak, paketleri tamamıyla reddetmek hiç kolay görünmüyor. 
1990’larda krizi yaşayan Asyalılar, salt krizi değil, sonrasını da öngörmeye yönelik politikalar oluşturdu, halklar da hükümetlere yardımcı oldu. Asya, o dönem elde ettiği tecrübeleri 2008’den bu yana süregelen mali krizde de uyguluyor. Asya devleri krize geliştirdikleri farklı yaklaşımla sadece kendi ekonomilerine değil, dünya piyasalarına da rahat nefes aldırıyor. Bu kriz bugünden yarına bitecek gibi görünmüyor. Dolayısıyla, krize karşı geliştirilen politikaların uzun soluklu, geniş kapsamlı, reformist olması şart. Şimdi Cumhurbaşkanı Papulyas liderleri “milli mutabakat” hükümeti kurmak için iknaa çalışacak, yoksa takvimler 17 haziranda yine seçim diyecek. Yunanistan’da siyasetçiler fedakârlık yapmaya hazır mı?


Herkesin reytingi kendine dönemi


Rating kuruluşları finansal krizin patlak verdiği 2008’den bu yana piyasaların ve hükümetlerin günah keçileri olmaktan kurtulamadı. Geçen hafta Türkiye’nin görünümünü pozitiften durağana çekerken öne sürdüğü gerekçelerle S&P, Türkiye’de hem piyasaların hem de siyasilerin öfkesinden ve küçümsemesinden kurtulamadı. S&P’nin 2011 verilere bakarak karar verdiği, üst kurumların aldığı önlemleri ya da açıklamaları anlamadıkları yönünde epeyce söz edildi. Verdikleri notlar ve yorumlarla ülkelerin kaderlerine etki ettikleri bir gerçek. Avro krizinin en vahim dönemlerinde siyasetçiler, bu kuruluşlar için hakarete varan eleştirilerde bulunmaktan çekinmedi. Açık şekilde kredi derecelendirme kuruluşlarının tutumunun ekonomik krizi derinleştirdiği söylendi. Hatta onlara karşı finansal sistemin yeniden yapılandırılması bile konuşuldu. Kredi notlarına aşırı bağımlılıktan kurtulunduğu gün, muhtemelen sorunun büyük kısmının da üstesinden gelinmiş olacak. Kredi notlarına bir yasaklama gelebilir mi, bu küresel finans ortamında mümkün değil, istikrarsızlık yaratabilir ve kapitalizmin doğasına da pek uymaz.

Bu işin ağababaları olarak bilinen üç büyükler –üçü de ABD kökenli– S&P, Moody’s ve Fitch, kredi derecelendirme alanını domine ediyor. S&P ile Moody’s’in ana ortakları neredeyse birebir aynı. Bu ortaklar her iki şirkette de kontrolü elinde tutuyor. En cüretkâr hamlesini geçen yıl ağustosta ABD’nin notunu düşürerek yaptı diyebiliriz. S&P’nin yüzde 100 sahibi konumundaki finans ve yayıncılık kuruluşu McGraw Hill’in ortakları arasında yer alan sekiz isim Moody’s’de de yer alıyor. Moody’s’de S&P’dekilerden farklı olarak Berkshire Hathaway’in sahibi ünlü yatırımcı Warren Buffett da sahnede. Buffett, yüzde 12,5 civarındaki hissesiyle en büyük hissedar. Fitch’in ise yüzde 60’ı Fransız Fimalac Grubu, yüzde 40’ı ABD’li Hearst Corporation tarafından yönetiliyor. Şirket aslında ABD kökenli ancak yıllar içinde el değiştirmiş.

Bu şirketlerin Avrupa ülkeleriyle ilgili son derece kötü notlar veriyor olması, Avrupa’da büyük rahatsızlık yaratıyor. Avrupa, bu kuruluşların etkisinden kurtulmaya niyetli, bu amaçla Avrupa merkezli bir kuruluşun kurulma çalışmaları hızla sürüyor. Krizle boğuşan Avrupa en azından notlar konusunda biraz rahat nefes almak istiyor gibi. ABD’li şirketlerin Avrupa ülkelerinin art arda notunu kırması üzerine gündeme gelen Avrupa rating ajansı projesi, bir ara sermaye engeline takılmıştı. Proje, ajansın kurulması için gereken 300 milyon avroluk başlangıç sermayesini denkleştirilemeyince sonuçsuz kaldı. Ancak, uluslararası medyada yer alan bazı haberlere göre, global düzeyde hizmet verecek Avrupalı bir rating ajansı kurulması için gerekli finansal desteğe ulaşılmış. Avrupalı banka ve sigorta şirketlerinden 300 milyon avro için destek sözü alınmış. Geçen hafta İtalya’da 155 bin şirketi temsil eden Confindustria Başkanı Emma Marcegaglia da aynı durumdan yakınarak, şöyle konuştu: “Avrupa’nın kredi derecelendirme kurumunu oluşturmalıyız. Bu anlamda bir reform yapmalıyız. ABD’li kredi derecelendirme kuruluşları temeli olmayan kararlar veriyor. Verdikleri kararlar çoğu zaman real ekonominin mevcut durumunu yansıtmaktan çok uzak.”
S&P’nin geçen haftaki kararının ardından Başbakan Erdoğan’ın konuyu Bakanlar Kurulu toplantısında gündeme aldığı, Türkiye’nin uluslararası alanda yeni bir not sistemi arayışına girmesinin ele alındığı medyaya yansımıştı. G-20 ülkelerinin de bu kuruluşlarla sorunları olduğundan Türkiye’nin bu alanda liderliğe soyunduğu belirtiliyor. Bu alanda Japonya’nın JCR-Eurasia, Çin’in Dagong Global Credit Rating adında Batılılara alternatif rating kuruluşları olduğunu da hatırlatalım. 
Tabii, bu şirketler kamu yararına ya da ülkelerin hayrına bu not verme işlerini takip etmiyor. Rating kuruluşları auditing için yani yıllık hesap denetimi için belli bir ücret alıyor. Dolayısıyla, hem not ölçümü yaptırıp hem de şirket notu açıklayınca rating şirketini kötülemek pek akıl kârı bir durum değil. Aynı durum kredi notu ölçümü yaptıran şirketler ve finansal kuruluşlar için de geçerli. Örneğin, bir kurum, 500 milyon dolarlık bir bono ihracı gerçekleştirecek ve yatırımcılar bunun bir kredi derecelendirme kuruluşu tarafından notlandırılmasını istiyor. Bu da aşağı yukarı 250 bin dolar ücret ödenmesi anlamına geliyor. Eğer bono ihracı 160 milyon doların altında kalırsa, asgari ödeme 80 bin dolar oluyor. Çok büyük bono ihracatçısıysa yatırımcılar her üç ajans tarafından da değerlendirme isteyeceği için bu 750 bin doları buluyor. Kâr tatlı ve rating kuruluşlarının sistemi bir anlamda esir aldıkları açık.
İşin bu boyutu bir yana, “kredi derecelendirme kuruluşlarına ödemeyi, tahvili çıkarıp kredi alanlar değil yatırımcılar yapmalı” diye de bir görüş var. Burada da bir çıkar ilişkisi çelişkisi ortaya çıkabilir ancak, temel sorun zaten sistemin tek bir tarafın görüşüne göre belirlenmesi. Burada kilit önemdeki nokta şu, bir rating kuruluşu görüş açıkladığında bunun sadece bir görüş olarak değerlendirilmesi, tartışılması teklif dahi edilemez bir gerçek olarak ortaya konmaması. Değerlendirmeler bir analiz olarak görülerek, bir mahkeme kararı gibi algılanmazsa sinirler de bu kadar çok gerilmez.


Kamu borcu değil emlak balonu


Bir ülkenin fevkalade futbol oynaması çok güzel bir görsel şölen ancak ne ekonomik sorunlara çare olabiliyor ne de kronikleşen işsizliğe. Avrupa’nın dördüncü büyük ekonomisi İspanya’da, 1980’lerin sonunda başlayıp 1990’ların başında önemli bir büyüme gösteren inşaat ve emlak sektörü, şu anda ülkedeki bankaların en ciddi derdi konumunda. 2007’nin sonlarında ABD’de sinyallerini vermeye başlayan ve 2008’de büyük bir gürültüyle kopan mortgage krizinin bir başka versiyonu şu sıralarda İspanya’da yaşanıyor. İspanya Merkez Bankası verilerine göre, İspanya bankalarının şubatta batık kredileri oranı yüzde sekiz ile 18 yılın en yüksek seviyesine yükseldi. İspanyol bankaları, inşaat sektöründe yaşanan patlama sırasında cömertçe verdikleri ama şimdilerde geri ödenmesi mümkün olmayan büyük bir kredi sorunuyla karşı karşıya. Bankalardaki batık kredilerin miktarının 150 milyar avroya yakın olduğu tahmin ediliyor. Bu arada, ülkede boş duran konut stokunun ise bir milyon civarında olduğundan bahsediliyor. AB ülkeleri arasında inşaat sektöründe en fazla daralma İspanya’da. Emlak fiyatları yüzde 22 civarında aşağıya çekildi. Sektörün fiyatları daha da aşağı çekmesi bekleniyor. Bu durum bankaları daha fazla zorlayacak. İnşaat sektörünün çökmesinin işsizliğin yüzde 25’ler seviyesine gelmesinde de payı büyük. 
İspanyol bankaları fazlasıyla Avrupa Merkez Bankası’nın yardımlarına muhtaç görünüyor. Son bir yılda İspanyol bankaları, Avrupa Merkez Bankası’ndan 300 milyar avrodan fazla para almış. Emlak balonundaki patlamayla, tasarruf bankalarının bir çoğu iflas bayrağını çekti. Hızla büyüyen emlak pazarı, AB’deki borç kriziyle birlikte derin bir durgunluğa girdi. Avro cinsinden borçlanıp ipotek kredisi veren bankalar, konut talebi azalınca kredileri geri alamamaya başladı. 
Dolayısıyla, İspanya’da Avrupa’nın en zayıf halkası Yunanistan’dan farklı bir durum var.İspanya’daki sorun Yunanistan’da olduğu gibi kamu borçları kaynaklı değil, esas sorun 2000’lerin sonlarına kadar hızla büyümüş ve şişmiş olan emlak pazarındaki balon.İspanya hükümeti, kesintilere giderek ne bankalara ne de emlak sektörünün toparlanmasına imkân veriyor.

Bu işin ucu çok sıkıntılı şekilde Alman bankalarına dayanıyor. Alman bankalarının bilançolarında, İspanya’daki emlak krizinin yarattığı ipotek sıkıntısı var. Aslında hemen hemen Avrupa’nın pek çok ülkesinden bankalar İspanyol bankalarına kredi açtı ancak en çok etkilenenler Alman bankaları oldu. Yunanistan’daki sancılı mali krize maruz kalan AlmanCommerzbank ve Hypo Real Estate bunlardan sadece birkaçı. İspanyol perakende bankacılık piyasasındaki en büyük yabancı bankalardan biri olan Deutsche Bank, en büyük assetlerin sahibi.Barclays’in durumu da Deutsche Bank’tan farksız. Commerzbank’ın sahibi olduğu Eurohypo ve WestLB’nin sahibi olduğu WestImmo, ülkedeki gayrımenkul yatırım uzmanlığına en fazla para verenlerin başında. Alman Merkez Bankası Bundesbank, İspanya’daki bu gelişmelerin Alman bankaları için potansiyel sorun oluşturduğunu ve bankaların titizlikle bilançolarındaki bu sorunlu kredileri temizlemesi gerektiğini belirtiyor. Aslında Alman bankaları bunu bir miktar uygulamış. 2008 başında İspanya’da 200 milyar avroluk portföyleri varken bu rakam geçen yıl 113 milyar avroya gerilemiş.Alman bankaları, kendilerini mevcut durumdan da bir miktar korumuş diyebiliriz. Zira, gayrımenkul projelerine ve arsa spekülatörlerine direkt para vermemişler, sadece banka ipoteklerine para yatırmışlar. 
Ancak, gelinen nokta, yine de AB’nin rekabet kurumlarıyla Almanya’nın da arasını açmak üzere.

Fitch’in bir raporuna göre, bu bilançoları düzeltmek için yıllar gerekiyor. İspanya’daki durum kötüleştikçe en muhafazakâr kredi kuruluşları bile, Fitch’e göre tehlikede ve mortgage kredisi verenler eninde sonunda bunun bedelini ödeyecek. 
Bir zamanlar İspanya ekonomisinin motoru olan emlak piyasasındaki sıkıntıyı ve bilanço dengesizliklerini hükümet, devletin kaynaklarıyla değil asset management şirketleriyle anlaşarak çözmeyi planlıyor. Fiyatların, hâlâ emlak balonunun sönmesine yetecek miktarda düşmediği düşünülüyor.
Türkiye’nin de her yerinde sürekli yeni gayrımenkul projeleri açıklanıyor. Parası olanın müteahhitliğe girip, proje ürettiği bir ortam mevcut. Faizlerin düşük seyretmesi de tasarruf sahiplerini mevduat, bono, altın yerine gayrımenkule yönlendiriyor. Talep arttıkça ortaya çıkan her yeni proje daha yüksek fiyattan sunuluyor. Her projenin cilası kuvvetli olsun diye kentsel dönüşümçılgın projefinans merkeziyeni bir hayat vaadi gibi farklı bir de hikâyesi var. Günün birinde piyasada talep durduğunda ABD’de ve İspanya’da meydana gelen çöküşün bir benzerinin Türkiye’de yaşanması çok zor olmasa gerek. Türkiye’de emlak patlayacak derken, balonu patlamasın...