Bir
ülkede aynı anda hem kadının bireysel hak ve özgürlüklerine
yönelik keskin saldırılar yaşanıyor, hem belli bir işkolunda
çalışanların grev hakkı yasaklanıyor, bir yandan toplumun geniş
kesimleri tarafından istenmeyen nükleer santral yapımına ilişkin
kanunun iptali yargı tarafından reddediliyor, üçüncü köprü
ihalesi nihayetlendiriliyor, köyüne HES yaptırmak isteyenlere
zulüm ediliyor, öte yandan çevre varlıkları üzerindeki her
türlü koruma kararını kaldırmaya ve doğal varlıkları
şirketlerin talanına açan tasarı maddeleri ilgili komisyonda
kabul ediliyor. Geçen bir haftada bunca hangi evrensel standarda
göre ifade edildiği belirsiz, kendinden menkul ahlak dayatması ve
hak ihlalinin yükselttiği gerilimden sonra Türkiye, sürekli
cinnette, kıyamet halleri içinde bir ülke hissi vermiyor mu?
THY
ile ilgili gelişmeler pek çok boyutuyla medyada yer aldı, burada
zurnanın zırt dediği yer, grev hakkının neden
çalışanların ellerinden alındığıdır. “Bu çok
stratejik bir sektör, grev yaşanması halinde bu durumdan çok
fazla insan etkileniyor” deniyor. AKP’nin işçi düşmanlığını
Tekel işçilerinin eylemleri döneminden de hatırlayacak olursak,
stratejik sektör fikrini kabul etmiş olsak dahi , mevcut
bir hakkı çalışanın elinden alıp, yerine hiçbir şey
koymadığınız gerçeğine ne diyeceğiz?Grev hakkı
elinden alınan insanlara ne sunuyorsunuz, nasıl bir garanti ya da
güvence getiriyorsunuz? Hiçbir şirketin küresel marka
değeri ya da uluslararası imajı çalışanlarının haklarından
daha önde ve daha önemli sayılmamalı.
Grev
yasağının fikir babası AKP’li Metin Külünk diyor
ki, “Pilot ve kabin ekibinin emeklerine saygılıyız, hak aramak
ayakta alkışlanır ama millete ait kurumu bertaraf etme hakkı da
kimseye ait değildir.” Korsan taksiciliğe cezalar getiren yasa
teklifinin içine sokuşturulan havacılık işkolunda grev
yasağı getirme hakkı niye size ait o halde? Yüzde 50 oy
aldığınız için mi?
Türkiye,
dünya üzerinde, çevre ve doğa korumacılarına en az kulak veren
ülke diyebiliriz. Kayıtlara dünyanın en büyük ikinci nükleer
reaktör felaketi olarak geçen Fukushima’da olanlar sonrası doğa
zehrini üzerinden atamadan, Türkiye “nükleer santral yapılmazsa
ölecek” hastalığına tutulmuş gibi koşar adım nükleer
reaktör yapmak için uğraşıyor. Cuma günü Anayasa Mahkemesi,
Akkuyu’da nükleer santral kurulmasına ilişkin anlaşmanın
yürürlüğünün durdurulması talebini reddetti. Başbakan
Erdoğan’ın “Akkuyu santrali derhal
hızlandırıla” talimatı vermesinden sonra, santralin
yapılması planlanan bölgeye 15 km. uzakta deprem meydana geldi.
Deprem fay hattında yapılmak istenen santralin ihale, yarışma
ve rekabet kurallarının hiçe sayıldığı, yapım ve işletme
hakkının ihalesiz olarak dünyada denenmemiş, kendi ülkesinde
bile hakkında soruşturma yürütülen bir firmaya teslim edilmesi
göz göre göre hukuku hiçe saymaktır. Diyelim ki,
enerji meselesi de çok stratejik, mutlaka kurmayı aklınıza
koydunuz. Bu durum, kamu yararı ve hukuk devleti ilkelerini
yok saymanızı gerektirir mi? Türkiye’de nükleer reaktörü
denetleyecek bağımsız bir kurumun olmayışını, kaza, risk
analizlerinin halka anlatılmamasını nasıl izah edebilirsiniz?
Akkuyu NGS şirketi 12 bin kişiyi istihdam edeceklerini söylüyor.
Dünyada reaktör başına 400 kişi çalışıyor. Bugüne kadar
dünyanın hiçbir nükleer santralinde 12 bin kişinin çalışmadığı
yalanına neden göz yumuyorsunuz?
Yine
cuma günü TBMM Çevre Komisyonu’ndan “Tabiatı ve
Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu Tasarısı”nın 14
maddesi kabul edildi. Adındaki koruma sözüne aldanmayın, yağma
ve talana imkân veren bu tasarıyla çevre varlıkları üzerindeki
her türlü koruma kararı kaldırılabilecek, koruma alanlarının
sınırları değiştirilebilecek, kısmen veya tamamen farklı bir
statüye geçirilebilecek. Tasarıda buna çok güzel bir kılıf
da var: Yeniden değerlendirme. Böylece, her türlü çevre talanına
karşı bir miktar koruma getiren SİT alanı uygulaması
tarih olacak. Yetkilerin tamamının Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı ile Orman ve Su İşleri Bakanlığı’na
devredilmesiyle, uygun görülen yer “yeniden
değerlendirmeye” tabi tutulacak. Bu yasanın, bundan
sonra dereleri, gölleri, ormanları, dağları, ovaları
şirketlere peşkeş çekeceğini uzun uzun anlatmaya gerek
yok. Bu tasarı, kültürel ve tabiat
varlıklarının korunmasına da zarar verecek. Çünkü, tasarı,
2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kanunu’nun,
milli park ve birinci derece SİT alanlarının kullanıma açılması
önünde oluşturduğu engelleri, yaptığı mevzuat düzenlemesi ile
önlüyor. Tasarıya göre, bilimsel ve teknik nitelikte
kurumlar karar süreçlerinde tamamen yok sayılıyor. Tüm yetki
iki bakanlığın oluşturacağı kurullarda olacak. SİT kararları,
milli parklar, tabiat parkları, doğal alanların korunması ve bu
alanların kullanıma açılması ile ilgili konularda hükümet,
başına buyruk şekilde hareket edebilecek. Yalnız tüm bu
kararları alırken unutulan bir şey var. Doğa sadece sizin
seyrinize sunulmuş bir manzara değildir... Doğa yoksa siz
de yoksunuz...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder