İnşaat
sektörünün reel siyasetin lokomotifi olduğu Türkiye’de AKP
iktidarı, adım adım planlarını hayata geçiriyor. Son seçimlerin
ardından bakanlıklarla ilgili değişiklikler yapılırken Çevre
Bakanlığı’nın Çevre ve Şehircilik Bakanlığı haline
getirilmesi bu planın ilk etaplarından biri. Bakanlığın
çevre ile ilgili faaliyetlerden çok inşaat sektörünü semirtmeye
yönelik aktiviteleri herkesin malumu olduğundan, çevrenin sadece
Bakanlığın adından ve Bakan’ın çevre ve yeşil sevgisiyle
ilgili sarfettiği içi boş laflardan ibaret kaldığını
söyleyebiliriz. Geçen hafta milyonlar Türkiye Kupası’nı kim
alacak diye ekran başına kilitlenmişken, Afet Riski Altındaki
Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun, TBMM’den
geçiverdi. Kamuoyunda kentsel dönüşüm yasası olarak
bilinen bu yasal düzenlemeler, “deprem ülkesiyiz, bu dönüşümü
acilen bitirmeliyiz” mealinden bir el çabukluğu ile inşaat
sektörüne uçsuz bucaksız bir rant kapısı aralıyor. Deprem
riski sadece imara yönelik bir sorunmuş gibi sunuluyor, en yetkili
ağızlardan felaket senaryoları yazılıyor, zaten deprem
korkusuyla yaşayan halk psikolojik olarak hazırlanıyor. Bu
“ben yaptım oldu” yaklaşımı karşısında binaların
deprem riskine karşı güçlendirilmesine, riski çok yüksek
binaların yıkılmasına, kimsenin karşı çıkmayacağı muhakkak.
Burada,
deprem riski, meselenin odağı olarak değil, yasayla birlikte yeni
bir sürecin kaldıracı olarak kullanılıyor. Hem de, afet
yönetiminden ziyade kentsel dönüşüm adı altında
gerçekleştirilecek yıkımın uygulayıcısı konumundaki yönetim
anlayışının kaldıracı olarak... Oysaki, afet yönetimi, felaket
yaşanmadan önce risklerin belirlenmesi, muhtemel kayıpların önüne
geçilmesi veya azaltılmasına yönelik kapsamlı etki analizleri
gerektiren, doğaya saygılı stratejik temelli bir plana
dayanmalı. Bakıyoruz, dönüşüm yasasının temelinde
yine TOKİ başrolde. Bu yasa yoluyla kendisine verilen geniş
yetkilerle TOKİ, Başbakan Erdoğan’ın da dediği gibi,
kimsenin gözünün yaşına bakmadan yıkımları
gerçekleştirecek.
Bu yasaya göre mahkemeler yürütmeyi durduramıyor. Tıpkı HES’lerde olduğu gibi. Ev sahipleri yıkıma itiraz edip kazansa bile, evleri çoktan yıkılmış olacak. Yani, yapının afet riskine karşı dayanıksız olmadığı bilirkişi kurullarınca tesbit edilse de, ev sahiplerinin Bakanlığın tesbitine itiraz hakkı olsa bile, mahkemeler yürütmeyi durdurma kararı veremeyecek ve yargı süreci tamamlandığında yıkım gerçekleştirilecek. Yapı risk taşımasa da, Bakanlığın belirlediği risk alanı bölgesindeyse yıkılabilecek. Bina yeni inşa edilmiş olsa bile yıkılabilecek, yıkımlar reel değerler üzerinden değil emlak vergisi bedelleri üzerinden yapılacak. Bu arada, yasaya göre, yıkıma karşı çıkan, direnen olursa suçlu ilan edilerek, hakkında yasal işlem başlatılacak. Bunlar, yaşadıkları bölgelerden insanları söküp bu bölgeleri, rant ekonomisine yem etmekten başka bir anlam taşımıyor. Madem depreme dayanıklı kentler oluşturmak amaç, mevcut yapı stokunun ekolojik ilkelere ve sismik kurallara göre dayanıklı hale getirilmesi ve bu dönüşümün o mahalle sakinleriyle birlikte yapılması da yasaya konmalıydı. Bu yasa, doğasızlaştırma, nehirsizleştirme, ormansızlaştırma ve insansızlaştırma politikasının –şimdilik– son halkasını oluşturuyor.
Burada hiç ele alınmayan konulardan biri, bu kadar binanın yıkımı sonucu ortaya çıkacak devasa hafriyatın nerede toplanacağı, nasıl bir geri dönüşüme tabi tutulacağı.Geri dönüşüm ve depolama tesisleri mi inşa edilecek, hammadde olarak geri mi kazanılacak, belli değil. Bir ara, kentsel dönüşüm enkazını kaldırım taşı olarak kullanılacağından bahsedilmişti. Muhtemel olarak ortaya çıkacak inşaat ve atık yıkıntı miktarının 143 milyon ton olacağından bahsediliyor. Sadece İstanbul’da kişi başına düşen hafriyat 10,9 kilogramı buluyor.
Bu yasaya göre mahkemeler yürütmeyi durduramıyor. Tıpkı HES’lerde olduğu gibi. Ev sahipleri yıkıma itiraz edip kazansa bile, evleri çoktan yıkılmış olacak. Yani, yapının afet riskine karşı dayanıksız olmadığı bilirkişi kurullarınca tesbit edilse de, ev sahiplerinin Bakanlığın tesbitine itiraz hakkı olsa bile, mahkemeler yürütmeyi durdurma kararı veremeyecek ve yargı süreci tamamlandığında yıkım gerçekleştirilecek. Yapı risk taşımasa da, Bakanlığın belirlediği risk alanı bölgesindeyse yıkılabilecek. Bina yeni inşa edilmiş olsa bile yıkılabilecek, yıkımlar reel değerler üzerinden değil emlak vergisi bedelleri üzerinden yapılacak. Bu arada, yasaya göre, yıkıma karşı çıkan, direnen olursa suçlu ilan edilerek, hakkında yasal işlem başlatılacak. Bunlar, yaşadıkları bölgelerden insanları söküp bu bölgeleri, rant ekonomisine yem etmekten başka bir anlam taşımıyor. Madem depreme dayanıklı kentler oluşturmak amaç, mevcut yapı stokunun ekolojik ilkelere ve sismik kurallara göre dayanıklı hale getirilmesi ve bu dönüşümün o mahalle sakinleriyle birlikte yapılması da yasaya konmalıydı. Bu yasa, doğasızlaştırma, nehirsizleştirme, ormansızlaştırma ve insansızlaştırma politikasının –şimdilik– son halkasını oluşturuyor.
Burada hiç ele alınmayan konulardan biri, bu kadar binanın yıkımı sonucu ortaya çıkacak devasa hafriyatın nerede toplanacağı, nasıl bir geri dönüşüme tabi tutulacağı.Geri dönüşüm ve depolama tesisleri mi inşa edilecek, hammadde olarak geri mi kazanılacak, belli değil. Bir ara, kentsel dönüşüm enkazını kaldırım taşı olarak kullanılacağından bahsedilmişti. Muhtemel olarak ortaya çıkacak inşaat ve atık yıkıntı miktarının 143 milyon ton olacağından bahsediliyor. Sadece İstanbul’da kişi başına düşen hafriyat 10,9 kilogramı buluyor.
Kentsel
dönüşüm için yoksulluk, yoğunluk, risk gibi farklı yönlerden
ele alınacak kapsamlı haritaların çıkarıldığı ulusal bir
strateji planına ihtiyaç var. Çünkü, kentsel dönüşüm sadece
mekânsal bir dönüşüm demek değil. Mekânsal olduğu kadar
ekonomik ve toplumsal boyutlarıyla da ele alınması gereken bir
konu. Riskli alanlarda yapılacak kentsel dönüşüm için kamu,
yerel yönetimler, sivil toplum kuruluşları ve dönüşüm
alanlarında yaşayan insanlarla uzlaşma sağlamak gerekiyor, “ben
yaptım oldu” şeklinde değil. Nükleer santral, üçüncü
köprü, kentsel dönüşüm gibi dev işlerin hiçbiri salt enerji,
ulaşım ya da afet yönetimi projeleri değil, hepsi apaçık rant
ve emlak projeleri.
Kentler,
orada yaşayan insanların ihtiyaçlarına ve isteklerine göre
değil, sermayenin ve iktidarın isteklerine göre dizayn ediliyor.
Barınma, sağlık ve eğitim kadar en temel insan hakkıdır.
Kentsel dönüşüm altındaki dayatmacılıkla barınma hakkı
sağlayamadığınız insanlara iktidar olarak sağlık ve eğitim
hizmeti vermeniz mümkün değildir. Türkiye’nin inşaat odaklı
büyüme stratejisi kapsamında, şimdi sırada iktidarın ve
sermayenin geniş kitleleri, deprem riski dayatmasıyla sürgüne
göndermesini izliyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder