Avrupa’da GDO alarmı
İnsan kendi felaketini kendi eliyle hazırlamaya ne denli meraklı ve bunu nasıl da şevkle yerine getiriyor. “Sofranıza ulaşan yiyecekleri yemek uğruna sağlığınızdan vazgeçmeniz gerekecek” dense, muhtemeldir bu cümleye muhatap herkes “önce sağlık” diyecektir. Ancak, devamında artık şu soruya da hazır olmanız gerek: “Sofranızdaki etin, sütün, yumurtanın, peynirin, meyve ve sebzelerin nereden geldiğinden, çocuklarınızı neyle beslediğinizden haberiniz var mı? Sofranızdaki bu ürünlerin sağlığınızı, geleceğinizi tehdit eden bir düşman haline gelebileceğinin farkında mısınız?”
Bir ay önce Türkiye Gıda Dernekleri Federasyonu’nun, Biyogüvenlik Kurulu’na yaptığı 29 adet GDO ithalatı başvurusunu geri çekmesi, hiç şüphesiz bu alanda alınmış önemli bir yoldu. Ancak, GDO üreticisi firmalar öyle güçlü lobilere sahip ki, GDO’lu ürünlerini bir ülkeye sokabilmek için her yola başvurabilir, büyük bütçelerle organik ürünlerin hiçbir besin değerinin olmadığı şeklinde kampanyalar yaptırıp, GDO’lu ürün üretilmezse insanlığın açlığa mahkûm olacağına ve dünyanın sonunun geleceğine dair insanları inandırabilir. Dünyanın her köşesinde temsilcileri ve müttefikleri bulunan bu şirketler öyle etkili ki, bir ürüne yasaklama geldiğinde hemen yenisini üreterek piyasaya sürebilir. Son zamanlarda, başka yöntemleri daha var. GDO üreticisi dev şirketler, organik ürün üreten şirketleri satın alıp bünyelerine katarak, hem bu şirketleri paravan gibi kullanıyor, hem onların bağımsızlıklarına ve güvenilirliklerine gölge düşürüyor. Fakat, artık onların da işi giderek zorlaşıyor.
Geçen hafta, Fransa’da devrim niteliğinde bir bilimsel buluşa imza atıldı, bugüne kadar GDO hakkında olumsuz olarak bilinen, tahmin edilen ya da iddia edilen pek çok görüş bu çalışmayla önemli bir somutluğa kavuştu. Caen Üniversitesi’nden biyolog Gilles-Eric Seralini’nin ekibi, GDO’lu tohum üreticisi ABD’li Monsanto, üretimi Roundup ilacına toleransı arttırılmış NK603 tipi mısırla beslenen ya da ABD’de tüketilmesine izin verilen seviyede Roundup içeren su verilen farelerin, normal beslenen farelerden daha erken öldüğünü açıkladı. Genetiği değiştirilmiş mısırla beslenen farelerin çoğunun kansere yakalandığı, bu tür mısırlarla beslenen dişi farelerin yüzde 93’ünde meme tümörleri belirlendiğini, erkek farelerin çoğunun ise böbrek ve karaciğer sorunları nedeniyle öldüğü kaydedildi. Çalışmayı 31,5 avro karşılığında www.sciencedirect.com/science/journal/aip/02786915 adresinden indirebilirsiniz.
Araştırmanın yöntemini standart altı bularak, sonuçların şüpheli olduğuna dair görüşler de mevcut. Monsanto Sözcüsü Thomas Helscher, araştırmayı derinlemesine inceleyeceklerini belirterek, “Şu âna kadar biyoteknolojik ürünler üzerine yapılan pek çok bilimsel araştırma, ki bunların arasında yüzün üzerinde beslenme araştırması da bulunuyor, her seferinde bunların güvenli olduğunu teyit etti. Bu, dünya çapında denetim kurumlarının değerlendirmelerine de yansıdı” diye buyurmuş.
Tabii, bu şirketin şaibeli geçmişine biraz göz atmakta fayda var. Her sektörde olabilecek hâkim durumunu kötüye kullanma hâli, bu şirkette doruk noktasına ulaşmış. Daha kuruluş yıllarında karıştığı skandallar, yüzlerce kişinin ölümüne neden olan kazalar ve birçok ülkede uyguladığı hukuksuzluk nedeniyle çarptırıldığı cezalar saymakla bitmez. Birkaç yıl önce Fransa’da bir mahkeme, bir çiftçinin şikâyeti üzerine Monsanto’nun ürettiği tarım ilaçlarının yaydığı zehirli gazlardan ötürü sorumluluğu olduğuna hükmetti. Kısa süre önce, Monsanto, Brezilya’daki bir yargı sürecinden sonra beş milyon çiftçiye 6,2 milyar avro ödemeye mahkûm oldu. Daha önceleri, Vietnam savaşı sırasında ABD ordusunun kimyevi ürünlerini kullanmasıyla iyice ünlenmiş olan Monsanto, kamuoyunda PCB ve Sarı Ajan isimli tarım ürünleriyle de özdeşleşmiş bir şirket.
Fransa’daki araştırma sonuçlarının paylaşılmasının ardından Avrupa’da, bu konunun yeniden ele alınması ve GDO’ların yeniden değerlendirilmesi gündeme geldi. Araştırmaya Avrupa hükümetlerinden ilk tepki verenlerden biri de, Avusturya Tarım ve Çevre Bakanlığı oldu, GDO’yu askıya aldığını açıkladı. Hâlihazırda Avusturya’da GDO’lu mısır ekimi sınırlandırılmış durumda. Belçikalı ve Fransız yetkililer de, bu çalışmayı son derece ciddiye aldı. Hatta, AB’ye üye diğer devletleri Brüksel’deki Avrupa Komisyonu’nu bu konuda hızlı bir karar alma sürecine yönlendirme çağrısında bulundular. Bu arada yeşil hareketin önde gelen isimlerinden Fransız çiftçi ve Avrupa parlamenteri José Bové, AB kurumlarını GDO ürün ekimini men etmeye davet etti.
Fransa’daki bilimsel tesbit yakında yapılacak iki büyük organik hareket için de büyük önem taşıyor. Dünya genelinde binlerce kişi, 2 ekimde başlayıp 16 ekimde Dünya Gıda Günü’nde sona erecek tohum özgürlüğü küresel ittifakının iki haftalık eylemine katılacak. Dünya çapında ekolojik sürdürülebilirlik adına önemli bir etkinlik olacak. Diğer yandan, 9 kasımda California’da gıda etiketlerinde “Bu ürün GDO’ludur” bilgisinin yer alması için referanduma gidilecek. Right to Know (Bilmek Hakkı) sloganlı kampanyadan yüzde 90 evet çıkması bekleniyor. Büyük GDO şirketlerinin sadece etikette yer alacak bir bilgi için nasıl bir karşı kampanya yürüttüğünü ise anlatmaya gerek yok.
Albert Einstein der ki, “Dünya yaşamak için tehlikeli bir yerdir, kötülük yapanların yüzünden değil, durup seyreden ve onlara ses çıkarmayanlar yüzünden...”
Toplumların GDO ile mücadelesi daha yeni başlıyor...
Nükleer santral ve ahlak
Bilimselmiş gibi bir üslup benimseyerek, dünyanın geniş kesimleri tarafından kabul edilmiş birtakım gerçekleri çarpıtarak kamuoyuna sunmak ve hatta propaganda malzemesi hâline getirmek, bu iktidar döneminde epey yaygın bir davranış biçimi hâline geldi. Bunu bugün kentsel dönüşüm planlamalarında, Haliç’teki metro köprüsünün İstanbul’un siluetini bozması meselesinde, doğayı tahrip eden, SİT alanlarını inşaata ve talana açan yasalarda, HES, kömürlü termik santraller gibi enerji projelerinde, başını TOKİ’nin çektiği envaiçeşit inşaat projesinde sıklıkla gözlemliyoruz. Bunun en spesifik örneklerinden biri de şüphesiz nükleer santralle ilgili olanları. Türkiye’de özellikle enerji sektöründeki yatırımlarda, çevreye, sanayiye ve istihdama olan etkilerinden tamamen bağımsız şekilde hareket ediliyor. Bu da genel bir vizyonsuzluğun, “ben yaptım oldu” anlayışının, halkın geniş kesimlerini ilgilendiren projelerin kamuoyu ile istişare edilmesi olgusuna sahip olunmayışının tezahürü olsa gerek. Arzın değil, talebin yönettiği enerji politikaları benimsenmiş olsa, zaten bugün bunları defalarca yazmak zorunda kalıyor olmazdık.
Fukushima felaketinden bu yana gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin nükleer santral politikalarında önemli değişimler izliyoruz. Nükleer santral yapımını Türkiye gibi kronik, olmazsa olmaz noktasına getirmiş, enerjide “Ruslara bağımlı olmak istemiyoruz” diyerek, nükleer için Ruslara sonsuz imkânlar sunmuş bir ülkeye bu süreçte rastlamadık. Yunanistan, Danimarka, Norveç, Portekiz gibi nükleer işine bugüne kadar hiç bulaşmamışlar bir yana, başta Almanya olmak üzere kimi ülkeler gelecekte enerji planlamalarında nükleerin ne kadar yer alacağı, alternatif enerjilere ne kadar yatırım yapılacağı üzerine yol haritalarını ortaya koydular. Sadece geçen hafta bu yönde birkaç ülkeden çeşitli taahhütler geldi. Mesela, Fransa, 34 yıllık bir santralini beklenenden önce 2016’da kapatacağını duyurdu. Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande, 2025’e kadar nükleer enerji kullanımı oranını yüzde 75’ten 50’ye düşüreceği sözünü yineledi. Japonya’da Kabine Kurulu, 2030’larda nükleer enerji kullanımına son verilmesini resmen talep etti.
Kurulun önerdiği yeni enerji politikası, yıllardır nükleer enerjiyi savunan Japonya’nın enerji politikalarında büyük değişimi gösteriyor. Fukuşima felaketinden önce enerji ihtiyacının üçte birini nükleer enerjiden karşılayan Japonya, bu oranı 2030’a kadar yüzde 50’ye çıkartmayı planlıyordu.
Daha Akkuyu’ya yapılacak nükleer santralin hukuksal ve iktisadi altyapısı tamamen oluşturulmamışken, konu yeterince kamuoyu ile ele alınmamışken, Enerji Bakanı Taner Yıldız, ikinci santralle ilgili yılsonuna kadar kararın verileceğini açıkladı. Nükleer enerjiyi böyle iştahla Türkiye’ye kazandırmak! isteyenler, mevcut tepkiyi kırmaları gerektiğinin bilincinde. Yıldız, “Nükleerle enerjide dışa bağımlılığımız artmayacak aksine azalacak” diyor. Ancak, hukuki durumdan pek bahseden yok.
Nükleer enerji ve çevre konularında uzman Prof. Dr. Hayrettin Kılıç, Türkiye ve Rusya Nükleer Teknoloji Transferi Anlaşması’na ilişkin hukuki sorunlara değindiği yazısında, durumu uluslararası nükleer zarar sorumluluğu konvansiyonları açısından ele almış: “Türkiye ile Rusya arasında yapılan nükleer teknoloji transferi anlaşmasının hiçbir maddesinde inşa eden ve işleten olarak, tasarım, malzeme ve operasyon hatalarından meydana gelen kazanın sorumluluğunun Ruslara mı yaksa Türklere mi ait olduğuna dair hiç bir hüküm yok.” Anlaşmanın 16. maddesinde, “İşbu anlaşma kapsamında işbirliği çerçevesinde oluşabilecek nükleer zarara ilişkin üçüncü taraf sorumluluğu, Türkiye’nin taraf olduğu veya olacağı uluslararası anlaşmalar, belgelere ve Türk tarafının ulusal kanunları ve düzenlemelerine göre düzenlenecektir” maddesiyle ilgili Kılıç’ın yorumu şöyle: “Yakın bir tarihte özelleştirilmesi planlanan Rosatom’un Akkuyu’da kurulacak nükleer santral ve yakıt fabrikasyonu tesislerini işleten olarak, bu santralde meydana gelebilecek kazaların Türkiye’de ve komşu ülkeler de sebep olabileceği hem ekonomik hem de hukuki sorumluğunu Türkiye’ye yüklemiştir.”
Hukuksal altyapısı yok iktisaden fizıbıl mı? Bahçeşehir Üniversitesi’nden Prof. Dr. Erhun Kula da, konunun tam bir mayın tarlası olduğunu, iki ülke arasındaki anlaşmanın hiçbir uluslararası hukuksal altyapısı olmadığını, 35-40 yıl sonra sökülecek bu santralden çıkacak atıkların ne yapılacağının, nasıl depolanacağının hiçbir şekilde bilinmediğini belirterek, şöyle diyor: “Zamanı gelince bakacağız deniyor. Başbakan Erdoğan bu işe karar verdi ve onun dediği oluyor. Herhangi bir kaza durumunda, insanların nasıl tahliye edileceğin, kimin tazminat ödeyeceği gibi hukuki sorumlulukları kimin üstlendiği belli değil. Ayrıca, nükleer santralden elde edilen elektrik en az üç misli fiyata halka satılacak. TEDAŞ, fabrika çıkış fiyatı 24,7 kuruş olan fiyatın üzerine sekiz kalem vergiyi ekleyecek, şu anki elektrik fiyatı katlanacak halka sunulmuş olacak.”
Özetle, nükleer meselesinde hukuki, ekonomik, çevresel sorunların yanı sıra ciddi bir demokrasi ve ahlak sorunuyla da karşı karşıyayız.
Batı yeni Mısır'a ısınıyor
Devrim sonrası Mısır, yeni devlet başkanını buldu, sıra yeni bir anayasa yapmakta ve ekonomiyi baştan aşağı toparlamakta. Dinsel ve seküler ayrışmanın ülkenin geleceğini nasıl belirleyeceği, yeni yasalar oluşturulurken şeriata ne kadar rol düşeceği, dış siyasette ve özellikle İsrail ile olan ilişkide nasıl yol alınacağı, siyaset-asker ilişkilerinin nasıl düzenleneceği, vatandaşlık ve bireysel haklar, azınlık ve özellikle Kıpti hakları, sivil toplumun alanı, kadının toplumdaki yeri gibi çare, çözüm, cevap bekleyen birçok konu bulunuyor yeni yönetimin ve toplumun önünde. Acil dikkat ve müdahale gerektiren alan ise Mısır’ın yerle bir olmuş ekonomisi. Saygınlığını yitirmiş, bin bir türlü yolsuzluğa bulaşmış Mübarek rejiminin ardından, Müslüman Kardeşler’in hızla serbest piyasa ekonomisi ortamını yeniden sağlaması, gelirdeki eşitsizliği gidermesi, bu zamana kadar bastırılmış (sadece elitlerin tekelinde kalmış) olan özel girişimin serbest bırakılarak geliştirilmesini sağlaması, bütçe ve dış açığı azaltması, hızlı ekonomik büyüme ve istihdam yaratması gerçekleştirecek bir ekonomik yol haritası planlaması için elzem. Ama ekonominin yeniden rayına girmesi ve insanların yaşam standartlarının yükseltilmesi hiç kolay değil.
Mısır’ın şu anki borç miktarının 200 milyar dolar civarında olduğu belirtiliyor. Ekonomik adalet ve eşit gelir dağılımını hedefleri arasına yerleştiren Mısır devriminin yeni bir “ekonomik gerçeklik” yaratması gerekiyor. Mübarek döneminde Mısır’da ekonomi, yönetici elitlerin çıkarı için yozlaştırılmaktan çekinilmeyen, “adamına göre muamele” usulüyle işleyen bir serbest piyasa ekonomisi yoluyla ilerliyordu. Ancak, bundan sonrasında Mısır’ın Batı ekonomisinden kopuk, kendi içinde dönen, kapalı devre işleyen bir ekonomi ile yönetilmeyeceği kesin. Bunu yeniden inşa etmek de mutlaka zaman alacak.
Gerçi, yakın ilişkileri vesilesiyle Katar’ın kasasını Mısır’a açması, IMF Başkanı Christine Lagarde’ın Tahran’da gerçekleştirilen Bağlantısızlar Zirvesi’nin hemen öncesinde yaptığı Kahire ziyareti, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın Mısır’a yaptığı ziyaret sırasında verdiği mesajlar, Müslüman Kardeşler yönetiminin sanıldığından daha hızlı toparlanmasını sağlayabilir.
Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi, geçen ay IMF’den 4,8 milyar dolar kredi talep etti, anlaşmanın yılsonuna doğru kabul edilmesi bekleniyor. Lagarde’ın, Mursi ile görüşmesinin ardından, “Mısır halkının daha iyi yaşam standardına kavuşmak ve sosyal adaletin sağlanması gibi meşru beklentileri var. IMF olarak yardıma hazırız. IMF, geçiş sürecinin başlangıcından beri Mısır yetkilileri ile yakın diyalog içerisinde bulunarak, hükümetten gelen talep doğrultusunda teknik destek sağladı” şeklinde yaptığı açıklama dikkat çekiciydi. O toplantı sonrası, IMF ve Mısır yönetimi, eylül ayı içinde programlar üzerinde çalışıp, IMF’nin olası finansal destek modellerini görüşmek üzere anlaştı. Kimileri, en temel hak ve imkânlardan yoksun milyonlarca Mısırlıya, IMF tarzı bir serbest piyasa ekonomisi dayatmanın hiçbir fayda yaratmayacağı görüşünde. Yola IMF ile çıkmanın esaslı ekonomik reformlar için güvenilmez bir başlangıç olduğunu düşünmek son derece doğal.
Öte yandan, Mısır’ın uluslararası kuruluşlardan teknik destek almadan tek başına zorlukların üstesinden gelmesi de pek kolay değil.
Aslında, Mursi ve Müslüman Kardeşler, başlangıçta dışarıdan yardım almama konusunda “kendi kendini baltalayan” bir duruş benimsedi. Hazirandaki seçimden bu yana, yönetimde ciddi zorluklarla karşı karşıya kalınca Mursi, giderek daha pragmatik bir hâle geldi. Mısır’ın sorunları büyük bir bütçe açığı, döviz rezervlerinde tehlikeli bir düşüş, daha iyi okullar ve istihdam için binlerce insana ihtiyaç uluslararası yardım almadan çözmek için çok fazla büyük.
Obama yönetimi de, geçen hafta yardım paketi konusunda Mursi hükümeti ile anlaşmaya yakın olduklarını duyurdu. Mısır’ın ABD’ye borcu üç milyar doları aşıyor ve Obama, bunun bir milyar dolarını silmeye hazır. Bu da Mısır hazinesini epey rahatlatacak gibi. Obama ayrıca, Mısır’da yatırım yapmak için, ABD’li şirket ve bankalara 375 milyon dolarlık finansman ve kredi garantisi vermeyi teklif etti. Geçen hafta New York Times’ta konuyla ilgili bir makale Obama’nın bu desteği vermek için Müslüman Kardeşler ile asker, demokratik bir yola girebilecek mi diye çok beklediği notunu düşüyordu.
Yeniden inşa döneminde Batılı güçlerin ve uluslararası kuruluşların böylesi desteğine mazhar olmuşken, Müslüman Kardeşler’in onlara sırtını dönmesi şu aşamada pek beklenmemeli. Elbette bu ilgi Mısır’ın kara kaşı kara gözü için değil. İlginin kaynağında Mısır’ın istikrarı kadar, Mısır’ın Ortadoğu’daki önemi, İran’a karşı geleneksel ağırlığı (Tahran’daki Bağlantısızlar Zirvesi’nde Mursi’nin İranlı ev sahiplerinin gözlerinin içine baka baka ve bizim hükümetin hiçbir zaman yapamadığı şekilde İran’ın her anlamda kol kanat gerdiği Suriye yönetimini yerden yere vurması tesadüf değildi) ve İsrail’in güvenliği var. Yeni Mısır’ın, Katar, Suudi Arabistan, Türkiye ve Ürdün ile birlikte ABD’nin başını çektiği koalisyona dâhil olması Batı için hayati.
Sıra onlara geldi
Her geçen gün daha net biçimde anlaşılıyor ki, yasalar, yaptırımlar ve hatta sert ilkeler olmadan günümüz modern toplumlarının doğayı kendiliğinden koruyacağı ve başına gelen felaketlerden ders alacağı pek yok. İnsanın doğayı başına buyruk şekilde yok etmek gibi bir hakkının olmadığı bir yana dursun, işin ahlaki boyutuna ise hiç girmiyorum. Doğanın sonsuz olduğu ve istendiği gibi tüketilebileceği fikrinin, yeryüzünün farklı coğrafyalarından bağımsız şekilde hep aynı öğretilmiş davranış biçimi olarak karşımıza çıkıyor olması tesadüf mü?
Üstelik, artık küresel ısınmadaki keskin hızlanmayı durdurmak için belirlenen uluslararası hedefin gerçekçi olmadığı da gün gibi ortada. 2050’ye kadar küresel ısınmanın iki dereceden fazla artmaması için çaba harcanması hedefi üzerinde uluslararası bir mutabakat oluşmuştu—ki, uzmanlar bu düzeyde bir artışın bile felakete yol açacağı konusunda hemfikir— ancak, gelinen noktada bu hedefe pek kulak asan bir ülke göremedik. Sözkonusu hedef, küresel ısınmanın başlıca sorumlusu olarak gösterilen sera gazları salımında önemli oranda kesintiye gidilmesini gerektirecek. Bu hedefe ciddi olarak yanaşmış bir ülke bulmak bir yana dünyayı en çok kirletenler, adeta “daha çok hangimiz kirleteceğiz” yarışına girmiş durumda. Bu konuda ciddi ve somut adımlar atılmasının önündeki en büyük engellerin başında güçlü petrol, gaz ve kömür gibi enerji şirketleri sıralanabilir. Zira, milyarlarca dolarlık kârlılığa sahip bu şirketlerin siyasi kampanyalara, tek işi iklim değişikliğini inkâr etmek olan düşünce kuruluşlarına ve bu inkâr faaliyetlerine çanak tutacak medyaya yetiştirecek epey sermayesi var.
Başına gelen felaketlerden ders almayan, karbon salınımıyla ilgili taahhüt altına girmekten itinayla kaçınan ABD, bu tür ülkeler için verilebilecek en güzel örneklerden biri. ABD’yi kasıp kavuran aşırı sıcaklar, fırtınalar ve kuraklık sonucu nihayet tüketim bağımlısı Amerikalıların pek çoğu bir aydınlanma geçirmiş; yapılan bir çalışmaya göre artık Amerikalıların yüzde 70’i iklimin değiştiğine inanıyormuş. İklimin ani ve şiddetli olarak değişmesini insanoğlu, bizzat kendisi tecrübe etmedikçe küresel ısınmayı inkârı sürdürecek. Son pişmanlık hiçbir işe yaramadığı gibi bu saatten sonra bir seferberlik hâli ortaya konmadıkça, kaybedilenleri geri getirmek imkânsız. Dolayısıyla, küresel ısınmaya neden olan sera gazı salımının yüzde 25’inden sorumlu olan ABD’nin dün kuraklığın vurduğu mısır tarlaları ile başı dertteydi, bugün sellerle ve Isaac fırtınasıyla.
Arap Baharı sonrasında Ortadoğu’da meydana gelen karışıklık ve çatışma ortamının en çok ABD’ye yaradığı geçen haftanın önemli maddelerinden biriydi. ABD’nin, geçen yıl silah satışını bir önceki yıla göre üçe katladığını, en iyi müşterilerinin de, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Umman olduğunu öğrendik. 2011’de dünya genelinde gerçekleştirilen 85,3 milyar dolarlık silah alımında aslan payını 66,3 milyar dolarla ABD almış. Doğayı kirletmenin ve küresel ısınmanın baş müsebbibi olmanın bedelini yaşadığı felaketlerle daha sık ödemeye başlayan ABD, silah satışına gösterdiği eforu biraz olsun açlıkla mücadeleye ve doğa koruma için göstermiş olsaydı, insanlığa çok daha büyük faydası olurdu.
Oysa, atılacak adımlar, yapılacak listesi, insanların yapabileceklerinin çok uzağında değil, zorlu süreçler ve kapasiteler gerektirmiyor. Tarımda kimyasal kullanımının azalması, yerellik temelli bir gıda sisteminin kurulması, çevreyi kirleten enerji türlerinin sübvanse edilmesinin bırakılması, temiz enerji türlerinin desteklenmesi, enerji tasarrufunun daha iyi planlanması, karbon salınımı gerçekleştirenlerin, havayı, suyu kirletip çöplük gibi kullananların daha sıkı denetlenmesi ve bunun bedelini ödemesi, otomobile bağımlılığın azaltılması yapılabileceklerden sadece birkaçı... Ertelemek, işi yokuşa sürmek içinse hiçbir özür geçerli olmamalı...
Dolayısıyla, küresel ısınmanın önüne geçilemezse, ABD Hükümeti veya karbon salınımıyla ilgili bağlayıcı adımlara ekonomik kaygıları gerekçe göstererek karşı çıkan diğer hükümetlerin pek yakında itiraz için bir sebebi kalmayabilir. ABD’li MIT Üniversitesi’nde yapılan bir çalışma, sıcaklıklardaki kısa süreli ve geçici artışların bile ekonomik büyümeyi düşürdüğünü gösteriyor. Projenin yöneticilerinden Profesör Benjamin Olken, bu etkinin sadece tarım sektörüyle ilgili olmadığını, yatırım, siyasi istikrar ve sanayiye etkileri gibi geniş bir yelpazeyi olumsuz etkilediğini belirtiyor.
İklim değişikliğinin yıkıcı etkilerini reddetmek ve iklim değişikliğine karşı pozisyon almak çok fazla sürdürülebilir bir durum değil. Politikacılardan da çok fazla şey beklememek lazım. Zengin ülkeler sera gazı salınımlarını azaltıp küresel ısınmayı kontrol altına almadıkları sürece kriz derinleşecek. Bugüne kadar dünyanın iyi yaşayan azınlığı sıra kendilerine hiç gelmeyecekmiş gibi açlıktan kırılan, iklim mültecisi hâline gelen, türlü felaketle boğuşan, topraklarını kaybeden çoğunluğu uzaktan seyrediyordu. Şimdi sıra onlara geldi...
Midilli'de kriz yok
Tatilin rehavetinden kurtulan Avrupalı liderler, geçen hafta kaldıkları yerden krizdeki Yunanistan’ın geleceğini istişare edip Yunanlara sert mesajlar vermeyi sürdürürken, Yunan tarafı da mali krizin getirdiği kemer sıkma önlemleri arasında biraz olsun nefes alma peşinde. Yunanistan kendi krizini en ağır şekilde yaşarken, buna bir de diğer Avrupa ülkelerindeki krizler eklenince, ülkenin turizmi de ciddi şekilde darbe aldı. Ancak, bu noktada Yunanistan’ın imdadına sanki Türkler yetişti. Şimdilerde Yunanistan’ın en revaçta olan turizm beldeleri olan adalarını Avrupalılar yerine Türkler dolduruyor. Özellikle Avrupa ülkelerinden Yunan Adaları’na giden turist sayısında bu yıl yüzde 50 düşüş gerçekleştiği belirtilirken, Türkiye’den gelen turist sayısında ise ciddi patlama var.
Böylece, Türkiye’nin Ege kıyıları karşısında bulunan Yunan Adaları, Ramazan Bayramı vesilesiyle geçen hafta epey hareketlendi. Türkiyeli turistlerin Yunan Adaları’na gerçekleştirdiği bu “çıkarma” sayesinde Yunanistan’ın genelinde hissedilen krizin etkileri, adalarda bir nebze olsun hafiflemiş görünüyor. Bayram tatili vesilesiyle sadece Midilli Adası’na gelen Türk turist sayısı 2500 civarında. Bu geliş gidişler ada halkını memnun ediyor. Midilli’nin yerel gazetelerinden biri bayramın bitişinin ardından “Yaşasın Bayram” manşetiyle çıktı. Tüm bu gelişmelerde Yunanistan’ın başlattığı “limanda hızlı vize” uygulamasının da etkili olduğunu söylemek lazım.
Ekonomisi kendi içinde dönen ve en önemli üretim kalemi zeytinyağı olan Midilli Adası’na turizmin de hareketlenmesiyle anakarada görülen sıkıntılar, kaos ortamı pek uğramamış görünüyor. Onlar da Türkiyelilerin geliş gidişlerinden memnun ki, daha önce hemen hemen hiç rastlamadığım kadar Türkçe broşürle, Türkçe yönlendirmelerle gelenleri karşılıyorlar. Daha önceki gelişlerimden farklı olarakdikkatimi çeken bir diğer ayrıntı ise, adanın gitgide daha fazla rüzgâr ve güneş gibi yenilenebilir enerji kaynaklarına yatırım yapıyor oluşu. Krizdeki bir ülkenin alternatif enerji kaynaklarına yatırım yapıyor oluşu her açıdan takdire değer.
Batı Avrupa ülkelerinin sürekli “vergi vermeyen” bir ülke olarak lanse ettiği Yunanistan’da o işler de artık değişiyor, hayat eskisi gibi değil. Krizin bu hâle gelmesinde ülkedeki vergi kaçakçılığının ulaştığı boyutlar, rüşvet mekanizması ve devletin vergi toplama konusundaki zaafları etkili olmuştu. Bugüne kadar Yunanistan’ın Avro’dan çıkmasına bir tabu gözüyle bakılırken, Avro’dan çıkışın “yönetilebilir bir durum olacağı” Avrupa’nın en üst düzey bürokratları tarafından dile getirilmeye başlamıştı. Ülkelerin üzerindeki böylesi kötü imajları ne kadar güç olduğu herkesin malumu. Ancak, bazı rakamlar krizdeki Avro Bölgesi ülkelerinin, Yunanistan kadar ekonomisini düzeltmek için gayret göstermediğini ortaya koyuyor. Mesela, Yunan hükümeti, son iki yılda GSYH’nın yüzde 20’si oranında vergileri arttırıp, harcamaları azaltmış. Bu rakamlar da bugüne kadar Portekiz ve İspanya’nın yaptıklarının beş katına tekabül ediyor. Daha önce pek de vergi ödeme alışkanlığına sahip olmayan Yunan halkı da artık alışkanlıklarını değiştirmişe benziyor. Yunanistan’da hükümetin gelirleri arttırabilmek için emlak sahiplerine getirdiği yeni ek vergiler, halkın belini bükmiş vaziyette.
Tüm bu resme genel olarak bakacak olursak, Ege’nin iki yakasındaki halkların yeni bir ilişki, yeni bir keşif ve yeni bir iletişim süreci içinde olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye ve Yunanistan ilişkileri —her ne kadar Türkiye ile ilişkilere mesafeli duran bir Andonis Samaras liderliğinde bir hükümet iktidarda olsa da— adalar üzerinden yeni bir boyut kazanıyor. İki ülke arasındaki geliş gidişleri sadece ticari bir alışveriş ilişkisi olarak görmemek lazım. Ayvalık, Foça, Dikili ve İzmir civarından gelen Rum Ortodoks mübadillerin iskân edildiği adadaki göçmen köylerinden olan Skala Loutron balıkçı köyündeki küçük müzede Anadolu’dan göçerken, beraberlerinde getirebildikleri eşyalar sergileniyor. Türkiyeliler ve Yunanistanlılar, bu müzede geçen hafta ortak bir etkinlik düzenlediler. Dolayısıyla sadece turizm ya da ticaret odaklı değil aynı zamanda unutulmuş, geçmişte kalmış ortak değerlerin yeniden canlandırılması, ortak hafızanın hatırlanması açısından bu tür birliktelikler önemli.
Türkiye’nin uçsuz bucaksız vurdumduymazlığı ile dış politikasında kaş yaparken göz çıkarma hâllerini bir yana bırakacak olursak, Ankara’nın gündeminde “nasıl yapsak da Yunanistan ile ilişkilerimizi canlandırsak” gibi bir maddenin olmadığı aşikâr. Öte tarafta Atina’daki kriz hükümetinin de bu ilişkiyi canlandırmaya ne vakti ne de mecali var...
İnsanların birbirleri hakkında değil de birbirleriyle konuştuğu bir ortak değerler haznesi meydana getirebilirsek, hayatı hem kendimize hem çevremize daha yaşanır bir hâle getirebiliriz. Midilli’de olduğu gibi...
Daha fazla kamu taşımacılığı
Türkiye’de bulunduğu makamı olur olmaz gözümüze sokmaya meraklı
isimlerin başında İstanbul
Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş geliyor.
10 milyar liraya yakın bir yatırımla yapılan metro hattı açılıyor diye olay
oluyor. Metroyu, 20 yıldır
aynı partinin idaresindeki büyükşehir belediyesi yapmayacaktı da kim yapacaktı? Sanki kamunun ve yerel idarenin
dışında toplu taşıma meselesini çözecek başka bir kurum varmış, bu işleri
hayata geçirmek rekabete açıkmış gibi...
Topbaş, cuma günü açılış töreni
gerçekleştirilen Kadıköy-Kartal metro hattının açılışından önce 14 ulusal gazetenin birinci
sayfasında padişah fermanı gibi berbat tasarımlı bir ilanla karşımıza
çıktı. Kamu taşımacılığı yapma konusunda tek yetkili belediye, o ilanları
vermese, halkın böyle bir hizmetten haberinin olmaması ihtimali mümkün mü?
Açılışın kendisi zaten en büyük iletişim değil mi?
İlan metronun hizmete giriyor
olmasını gözümüze sokarken, Topbaş gazetelere yansıyan bir de itirafta
bulunuyordu: “Bu metrobüs sistemiyle olmuyor, yoğunluk var. Sadece
metrobüs hattını kontrol eden bir komuta merkezi kurulacak, kalabalık noktaları
görecek ve kalabalık yerlere otobüs gönderecek.”
Topbaş, otobüsle günlük yolcu
taşıma kapasitesinin İstanbul’da dünyanın diğer benzer kentlerindekine oranla
iki katını aştığını, hafif metro ve raylı sistem gerektiğini belirtiyor ve
ekliyor: “Otobüsle de olacak
iş değil.”
Topbaş’a birileri İstanbul’da deniz ulaşımının toplam ulaşım çözümleri içinde yüzde 3’lük bir paya sahip olduğunu, deniz ulaşımına ağırlık verilmesiyle kara ulaşımındaki kaosu azaltmaya yardımcı olabileceğini hatırlatsa...
Topbaş’a birileri İstanbul’da deniz ulaşımının toplam ulaşım çözümleri içinde yüzde 3’lük bir paya sahip olduğunu, deniz ulaşımına ağırlık verilmesiyle kara ulaşımındaki kaosu azaltmaya yardımcı olabileceğini hatırlatsa...
Metro hattı açılışı tantanasının
yanında kentsel ulaşım sistemlerinde alternatif geliştirmek, deniz ulaşımının
kullanımını arttırmaya yönelik çözüm üretmek, arabalı vapurları daha fazla ve
daha farklı yönlerde çalıştırmak da yerel yönetimlerin sorumluluğu altında olsa
gerek.
Sayıları çoğaltılabilecek, dünyanın New York, Londra, Pekin,
Madrid gibi önemli kentlerinin metroları 20. yüzyılın başlarında hayata
geçirildi. İstanbul’da ise ilk metroya 2000’lerin başında sahip olduk. İstanbul’da CHP’li Nurettin Sözen döneminde başlatılan
yatırımı AKP iktidarı sürdürdü, gerekli maddi imkânları sağladı ve bu ilk
açılan metroya daha sonra yeni hatlar ekledi. Kadir Topbaş’ın şansı, hükümetin maddi
anlamda tam desteğini alarak bu projeleri hayata geçirebilmek oldu.
Dolayısıyla, sıklıkla totaliter rejimlerde görülen geçmişi sıfırlayarak “herşey benimle başladı”
yanılgısına düşmemek, geçmişte olup bitenleri hatırlamak için biraz arşiv
karıştırmak lazım.
Sınırlarının nerede başlayıp
nerede bittiği giderek bir muamma hâline gelen İstanbul’un devliği karşısında
hayli minimal kalan metro sistemini, füniküleri, raylı sistemleri, hafif
metroları alt alta koyduğunuzda ancak yüzde 10’luk bir rakama ulaşıyorsunuz.
Deniz ulaşımını da yüzde 3 olarak kabul edersek, geriye kalan yüzde 87 karayolu
taşımacılığının payına işaret ediyor. Metrobüslerle,
otobüslerle bu trafik sorununun çözülemeyeceğinin farkına varmış bir iktidarın
üçüncü köprü ısrarını anlayabilen varsa beri gelsin. Özellikle İstanbul’da ulaşım
politikalarının son 50-60 yılda karayoluna odaklı olarak planlanmasından
denizyolu, demiryolu gibi alternatiflerin geri planda bırakılmasından kimse
ders almışa benzemiyor. Avrupa’da neredeyse orta büyüklükte bir ülke çapındaki
kentin yerel yöneticisi olarak hem karayolundaki yoğunluktan şikâyet edip hem
de trafik arapsaçına dönünce “üçüncü köprü karşıtları şimdi ne diyecek, işte
büyük ihtiyaç” demek büyük bir paradoksu kendi içinde barındırıyor. Daha rantabl kamusal ulaşım
seçeneklerine yönelmek yerine karayolu ulaşımını pompalayacak üçüncü, dördüncü,
beşince köprüler ne kadar metro yaparsanız yapın, yine insanı değil araçları
odağa aldığınız bir ulaşım politikasından öteye geçmez...
Milli spor olarak inşaat
İki haftadır gözümüz kulağımız Londra’daki Olimpiyat’ta olup bitenlerdeydi. Farklı farklı dallarda başarı için, madalya için yarışan Güney Afrikalı, Kübalı, Kenyalı ya da Çinli sporcularla empati kurarken, nasıl bir hayat hikâyeleri var, ne süreçlerden geçerek Olimpiyat’ta yarışacak kalibrede bir sporcu hâline geldiler, nasıl bir eğitim aldılar, kimlerden destek gördüler gibi soruları kendime sormadan edemedim. Görmesini bilene Türkiye açısından bu olimpiyatlarda meydana gelen gelişmelerin birkaç önemli sonucu var, bir tanesi spor sadece futboldan ibaret değildir, ikincisi ise spor erkeklerin tekelinde değildir. Türkiye, Londra’da son anda alınan birkaç madalya dışındaki genel başarısızlığın resmine objektif olarak bakabilirse, neden 2020’de Türkiye’de olimpiyat yapmak istediğinin de cevabını bulur düşüncesindeyim.
Olimpiyatları gerçekleştirmeye aday ülkelerden Olimpiyat Komitesi, “nasıl yapacaksınız” diye sormaktan ziyade, “neden yapmak istiyorsunuz” sorusunun cevabını duymak istiyor. Hitler dönemi Almanya’sında, Stalin dönemi Sovyetler’inde görülen güce tapmayı ifade eden büyük binalar inşa etmek, büyüklüğe vurgu yapmak isteği şehirlere imza atmak ihtirasıyla birleşince, olimpiyat da iktidarın radarına girmiş oldu. Çünkü, Türkiye’nin olimpiyat oyunları düzenleme sevdası spor adına daha yenilikçi bir evsahipliğinden ziyade, “milli sporumuz” yakıştırması yapabileceğimiz inşaat sektörüne yeni rant kapıları açmak, yeni yandaşlar yaratmak, yeni çılgın projeler icat etmekten öte değil.
Tüm bunların yanında Türkiye’yi bir beton felaketine döndürmüş TOKİ’nin rolünü gözardı etmemek lazım. AKP’nin kentsel hegemonyası için biçilmiş kaftan TOKİ, zaman içinde belediyeler tarafından hazırlanmış imar planlarına bağlı kalmaksızın kendi imarını kendisi çıkaran, kendi ruhsatını kendisi veren, denetlenmeyen bir yandaş zenginleştirme projesi olarak giderek ucubeleşti. Çalışma sahasının ölçeği değiştirilen yasalarla bütün Türkiye olarak genişledi, büyüdü. Sürekli şehirlerin dokularını değiştirme planları yapan iktidarın, diğer alanlarda gösterdiği muhafazakârlıktan eser göremediğimiz bir cevvallikteki inşaat faaliyetleri, bugün ekonomiyi ayakta tutan yegâne alanlardan biridir. Görünürdeki istek, sporun güç gösterisi durumundaki bu dev organizasyonunu Türkiye’de gerçekleştirmek ve bu yolla tarih sayfasında kendine bir yer aramak olarak özetlenebilir ancak, iktidarın ülkeyi yıkıp yeniden inşa etme hırsı bunun inandırıcılığı önünde ciddi bir engeldir. Yeni çılgın projeler için ardına kadar açılacak yeni bir rant kapısıdır.
Genel olarak, olimpiyatların ekonomik getiri argümanına da değinecek olursak, karşımıza çıkan manzara pek iç açıcı değil. 2020’yi anlatmak için şimdiden söyleyelim, bu ekonomik getiri argümanını kullanmamakta fayda var. The Economist’in bu konuda yaptığı bir araştırmaya göre, olimpik oyunların pazarlanmasında genel olarak kullanılan üç farklı alan var, ekonomik getiri, insanların olimpiyat motivasyonu ile daha fazla spor yapmaya başlaması ve olimpiyat süresince dünyanın gözünün o kentte olması. En önemli vurgu ekonomik getiri konusunda. Olimpiyat oyunlarının düzenlendiği şehir hiçbir şekilde maddi getiri sağlayamıyor. Hatta böyle bir organizasyon ciddi anlamda külfet demek. 1960’tan bu yana olimpiyatları düzenleyen hiçbir şehir maddi olarak kâra geçmemiş.
Olimpiyat oyunlarını ilk aldığında 2,4 milyar pound bütçe açıklayan Britanya’nın bütçesi en son açıklanan rakamlara göre, dokuz milyar poundu aşmış durumda. Türkiye’de 13-15 yaş grubunda olan gençlerin yarısından fazlası sportif aktivite içinde değil. Bu da 2020’de yine çok fazla madalya umudumuz olmayacak demek.
Ayrıca, olimpiyatlar sonrası insanların sportif faaliyetlere katılmasına da çok büyük etkilerinin olmadığı yönünde görüşler var. İkincil getiriler olimpiyatların şehre yapacağı katkıya bağlı. Olimpiyatların yapıldığı kente göre, kentlere farklı farklı etkileri olmuş ancak, tek ve sistematik bir etkiden bahsetmek zor.
Dolayısıyla, muktedirlerin daha iyi, daha büyük, daha görkemli bir olimpiyat yapmaktan kastı, daha fazla inşaat yatırımı yapmak, daha fazla bina dikmek ve daha görkemli açılış törenleri yapmaktan öte değil gibi.
Daha fazla sporcu yetiştirilmesi, sporcu yetiştirmenin önündeki engellerin kaldırılması, farklı branşlara yönelinmesi gibi işi şansa bırakmadan topyekûn bir çalışma gerekiyor. Bugüne kadar Osmanlı çizgileriyle donatılmış organizasyonlarda hep vurgulanan tesisler, büyük yatırımlar değil mi? Spor mu dediniz? Ona da bir ara sıra gelir...
HES'lere karşı savaş hukuku normu
Türkiye’nin
epey yoğun gündemi arasında geçen hafta iktidar, en çabukluğu
marifetiyle, ranta ve doğa kıyımına yeni bir kapı açacak
skandal bir karara imza attı.
Medyada
hak ettiği şekilde yer bulamayan ve yeterince tartışılmayan
mesele, son zamanlarda sıkça karşılaştığımız üzere, HES
çılgınlığına dair yangından mal kaçırır gibi alınan
kararlardan sadece biriyle ilgili. Bakanlar Kurulu, son
olarak 18 HES inşaatıyla ilgili EPDK (Enerji Piyasası Denetleme
Kurulu) ve DSİ’ye (Devlet Su İşleri) acele kamulaştırma
yetkisi verdi. Bakanlar Kurulu tarafından birçok HES
projesi ve termik santral için EPDK’ya, kentsel dönüşüm ve
yenileme projeleri için bazı belediyelere, baraj tipi hidroelektrik
santraller için ise DSİ’ye “acele
kamulaştırma” yetkisi verilmesiyle ilgili
kararlar Resmî Gazete’de de yayımlandı.
İktidar
hayatın her alanına, halkın her kesimine pervasızca saldırıyor,
gözaltına alıyor, tutukluyor. Yaşadıkları yerlerin şirketlere
peşkeş çekilmesini istemeyen ve buna karşı mücadele veren
insanlar, bir yandan polis ve jandarma zoruyla susturulmaya
çalışılırken, diğer yandan çıkarılan yasalarla da halkın
eli kolu iyice bağlanmak isteniyor. Ekonomik büyümeyi
sürdürebilmek için inşaat ve enerjiye yüklenen, Türkiye’nin
her yerindeki akarsuları, nehirleri, dereleri satışa çıkaran AKP
iktidarı, önünde hiç bir engel olmasın istiyor olacak ki, işi
iyice tek tek proje bazına indirgemiş durumda. Türkiye’nin
hemen her bölgesinden yükselen HES karşıtı mücadelenin hukuksal
ve toplamsal alanda daha fazla gelişmesinden endişe duyan hükümet
de, sorunu kısa yoldan halletme derdinde.
Türkiye
son dönemde ekonomik büyümeyi sürdürebilmek için daha çok iki
sektöre, inşaat ve enerjiye yükleniyor. Böylece balon bir
ekonomiye adım adım ilerlenirken, spekülatif kararlara da
uygun bir uygulama zemini yaratılmış oluyor. Doğal olarak, bu
işten kazançlı çıkanlar var. Ancak, herkesten ve her şeyden
önce hükümet kesinlikle enerji çılgınlığına, yani
enerji üstünden yapacağı spekülasyon için karşısına engel
çıksın istemiyor.
Bu
noktada, Türkiye çapında ciddi bir mücadele
veren DEKAP (Derelerin Kardeşliği Platformu),
yaptığı açıklamada ilginç bir noktaya dikkat çekti:
“Kamulaştırma Kanunu’nun 27. maddesinde vurgulandığı
gibi, ‘acele kamulaştırma’ yetkisi, yurt savunması ve
olağanüstü hallerde kullanılacak bir yetkidir. Bu
haliyle savaş hukuku normu olan ‘acele kamulaştırma’
yetkisinin hâlihazırda bu projeler için kullanılması mümkün
değildir. Bu durum proje bazında tek tek yetki verilmesi ile
‘yetki devri’ noktasındaki hukuka aykırılıkları aşmak
amacıyla yapılmış olsa da, olağan durumlarda savaş
hukuku normunun kullanılması hukuka aykırıdır.”
Buradan
da anlaşılacağı gibi, önüne çıkan engelleri hukuksuzluğa yol
açacak birtakım yöntemlerle çözmeyi alışkanlık hâline
getirmiş olan iktidarın bu uygulaması, olağanüstü hâl yetkisi
olan acele kamulaştırma yetkisinin kullanılmasıyla birçok hak
mahrumiyetine sebep olacak. DEKAP Sözcüsü Ömer Şan,
konuya dair yaptığı açıklamada, “Yargıyı hiçe saymanın,
hukuku ciddiye almamanın, yasa ve yönetmeliklerin ve hukukun
üstünlüğü ilkesinin ayaklar altına alınmasının apaçık
göstergesidir. Başbakan’ın ‘çevrecinin daniskasıyım’
deyimini dikkate alırsak, bu karar da hukuksuzluğun, halkın
demokratik tepkilerini, yaşamı yok etme girişimlerinin
daniskasıdır” diyor ki, son derece haklı...
Şan,
aleyhlerinde hazırlanan tüm düzenlemelere karşın direnmeye devam
edeceklerini belirterek, “Bu yaşam mücadelesi sürecinde açılan
120’nin üzerindeki davada 100’ün üzerinde ‘yürütmeyi
durdurma ve iptal’ kararı çıktı. Bu kararlarda, bu projelerin
açıkça hukuka, kamu yararına, Anayasa’ya, yasalara, mevzuatlara
ve uluslararası anlaşmalara, akla ve bilime aykırı olduğu ortaya
konuyor. Bu kararları görmeyen, duymayan, hukukun üstünlüğü
ilkesini dikkate almayan zihniyetten başka bir hareket beklemek akıl
ve mantık dışı olurdu” diye de ekliyor.
Buradan
şu sonuçları çıkarmak mümkün. Özellikle, her HES
projesinde alınması gereken ÇED raporları geçiştiriliyor, ÇED
muafiyetleri ve “ÇED gerekli değildir” raporlarıyla süreç
hızlandırılmaya çalışılıyordu. Bundan sonra ÇED konusuyla
ilgili çıkan engeller sonrası hükümet, hemen kamulaştırmaya
başvuracak. Şimdiye kadar pek çok insana mezar olan, iş
güvenliği, fizibilite ve inşaat kalitesi bakımından son derece
vasat HES’ler için kamulaştırma kararını alan yaşayacak.
Hükümete yakın duran kamulaştırma talep edip, istediği yere
kuracağı HES’le dereleri kurutacak.
HES’lerle ilgili dava süreçlerinden sıkılan iktidar, kendisine en kestirme yolu buldu. Bu konuda karşı adım atmayan, ses çıkarmayan siyasi partiler, bu kararların ortağıdır. Bu aynı zamanda Türkiye için ciddi bir demokrasi sorunudur!
Çoğalma, nüfusu dengele ve az tüket...
İnsan
kaynaklı iklim değişikliğinin geldiği noktanın en tehlikeli, en
endişe verici dönemlerinden birindeyiz. Geçen hafta medyada da yer
bulduğu üzere, doğanın insanı en fazla şaşırttığı
yerlerden biri olan Grönland’deki
yüzey tabakasındaki erime dört günde yüzde 97 seviyesine
çıktı.Sadece
dört günde meydana gelen erime üç ayrı uydu tarafından
görüntülendi. Erime, bilim insanlarını korkuturken, iklim
değişikliğinin hızı ve sonuçlarıyla ilgili kaygıları da
arttırdı. Grönland’deki erimenin doğal bir olaydan mı yoksa
küresel ısınmadan mı kaynaklandığı noktasında kimilerinin
kafası hâlâ muğlâk. Ancak, bu noktada şu soruyu sormak lazım:
Küresel ısınmanın dünya üzerindeki olumsuz etkilerine
şüphecilerin inanması için daha neler olması lazım? Pek
çoğumuz, doğanın intikamı yaklaşırken, küresel ısınmanın
ve doğanın yok edilmesinin etkilerini bir film senaryosundan ibaret
sanıyor.
Özellikle
medyada gözden kaçan önemli bir boyut, bu erimenin insan eliyle
gerçekleşmiş olması. Geçen hafta Guardian’da
yer alan bir makalede, Grönland’deki
erimede insanın payının yüzde 70’ler seviyesinde olduğu, hatta
bunun yüzde 95’lere kadar çıkabileceği belirtildi.
Bu durumun kuzey denizlerinde yeni deniz yollarının açılmasına
ve yeni petrol/gaz arama faaliyetlerine neden olacağı ifade edilen
makaleye göre, erime, yabani hayatı da son derece olumsuz etkileyen
faktörler içeriyor. Böyle
giderse, 2020’lerin sonlarına doğru Kuzey Kutbu’nda hiç buz
kalmayabilir. Bir de, “Biz uzağız bize bir şey olmaz” diyenler
için: Dört günde bir milyon metreküpten fazla buzun erimesi,
tehlike çanlarının sadece Grönland’de yaşayanlar için değil,
yeryüzündeki herkes için çaldığının göstergesi. Çünkü,
buzsuz denizler ısınmaya daha müsait, bu ısınma da iklime etki
ediyor.
İklim
felaketlerinin geri dönülemez noktaya gelmeden önce acilen
durdurulması için aralarındaBuğday
Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği, Doğa Derneği, Greenpeace
Akdeniz, TEMA Vakfı, 350 Ankara gibi
12 farklı kuruluş bir çağrı metnine imza attı. Çağrıda,
bilim insanlarının iklim değişikliğinin ana nedeni olarak
gösterdiği fosil yakıtlara olan bağımlılığın bu kaçınılmaz
sonu hızlandırdığı, iklim değişikliğine sebep olan
karbondioksit salımlarının üçte birinin kömür kullanımından
kaynaklandığı vurgulandı. Çağrıcıların verdiği bilgiye
göre, Türkiye mevcut 51 kömürlü termik santral projesiyle iklim
değişikliğine çözüm değil, sebep olmaya devam ediyor.
Metindeki, “Üçüncü
Köprü, nükleer santral, kömür santralleri, duble yollar gibi
çevreyi yok eden ve iklim değişikliği konusunda bizi geri
dönülemez noktaya sürükleyen politikalar yerine; enerji
verimliliğinin yaygınlaştırılmasının, doğaya saygılı
yenilenebilir enerji yatırımlarının kullanılmasıyla iklim
değişikliğine uyum politikalarının hızla hayatı
geçirilmesinin, Türkiye hükümetinin mutlak seragazı azaltım
hedefini belirlemesinin yaşamsal bir zorunluluk olduğunu
hatırlatmak istiyoruz” vurgusu
da yine Türkiye’nin bu alanda hiçbir sorumluluk almadığının
göstergesi...
Nature dergisinde
dünyadaki ekosistemler üzerinde yüzyıl sonundan önce geri dönüşü
olmayan bir dağılma sürecine gireceğini öngören bir çalışma
yayımlandı. “Approaching a state-shift in Earth’s biosphere”
ya da “Yerkürenin
biyosferinde koşulların değişikliğine yaklaşırken” başlıklı
makale, 15 farklı kurumdan 22 araştırmacının çalışmasının
ürünü. Araştırmanın sonuçları son derece ürkütücü. Dünya
üzerindeki farklı iklimlerin yarısı kısa zamanda yok olacak ve
bu iklimlerin yerine dünyanın yüzde 12 ila yüzde 39’una
karşılık gelen coğrafyalarda yaşayan canlıların daha hiç
şahit olmadıkları iklim koşulları hüküm sürmeye başlayacak.
İşin
daha vahimi, bu değişiklikler yavaş yavaş değil, birden olacak.
Araştırmacılar doğal ortamların altüst olmasının görülmemiş
bir şey olmadığını hatırlatıyor. Nitekim, Sahra Çölü 5500
yıl önce yeşil bir ovaymış. Bu altüst oluşların nedenleri
daima güneşin faaliyeti gibi gezegen dışı etkenler ve doğal
afetlerken, bugün hızla yaklaşan felâketin nedeni dünyada her
şeyi tüketen yedi milyar insan.
Dört
acil öneri
Araştırmacılar,
bugün dünyanın tüm kaynaklarının yüzde 43’ünün
tüketildiğini ve yüzde 50’sine ulaşılınca dengelerin bozulma
eşiğine de ulaşılmış olacağını belirtiyor. Tuzlu olmayan su
rezervlerinin üçte biri insanlar tarafından tüketilmekte,
türlerin tükenme hızı tepe noktada, sanayi öncesine kıyasla
karbondioksit salımları yüzde 35 artmış durumda. Bu tip
çalışmalar yeni olmasa da, içinde bulunduğumuz küresel
aymazlığa karşı alarm zilini bir kere daha çalarak gözümüzü
açmaya çalışıyor olmaları önemli. 22 bilim insanı siyasi
karar vericilere dört acil öneride bulunuyor.
İlki demografik
baskıyı radikal bir biçimde azaltmak (Başbakan’ın
kulağı çınlamış mıdır acaba), ikincisi dünya
nüfusunu şimdiden yoğun nüfus barındıran coğrafyalarda
sabitleyerek diğer alanların doğal bir dengeye ulaşmalarını
kolaylaştırmak yani
bir nevi nadasa bırakmak, üçüncüsü bugün
olduğu gibi azla yetinenlerin yaşam tarzlarını zenginlerinkine
benzetmeye çalışmak yerine zenginleri azla yetinmeye ikna etmek,
dördüncüsü de doğal
kaynakları tüketmenin önünü almak amacıyla yeni teknolojileri
kullanarak yeni besin kaynakları yaratmak. Yani
kalkınma ve büyüme takıntılı Türkiye’ye tercüme edilmesi
imkânsız işler...
Adios ladrillo adios*
Bilindiği
gibi ülkeyi adım adım, tektip, karabasan bir estetikle
yeniden inşa etmeye ant içmiş bir hükümetin yönetimindeyiz. Bir
ara bol bol gökdelenler, alışveriş merkezleri ve birbirinden
ruhsuz rezidans projeleri konuşulurken, şimdi üçüncü köprü,
yeni yollar, 16. yüzyıl taklidi camiler gibi Anadolu’nun her
yerine kalıcı imzalar bırakmaya meraklı muktedirlerin projeleri
dayatılıyor. Projeleri duydukça, aklım ister istemez İspanya’nın
bugün geldiği noktaya takılıyor.“Türkiye’nin gideceği
nokta, eninde sonunda İspanya gibi olur” diyenlere belki kötü
niyetli ya da kuşkucu deniyordur, ancak, ekonomi bu kadar büyük
ölçekli yatırımları kaldırabilir mi, bunlar işlevsiz hâle
gelirse bunun bedelini kim öder, ayrıca verimliliğe nasıl bir
katkı sağlar soruları havada cevapsız asılı duruyor. Ulusal
üretime geçici katkısı olsa da sadece geçmişin diktatörlerini
hatırlatan devasa hantal bina yapma inadı, parayı havaya
saçmanın ötesinde, çevrenizdeki üç beş yandaşa rant
kapısı açmanın dışında yeraltı zenginliği olmayan, tasarrufu
olmayan ve sınırlı ihracat yapan bir ülkeyi borçlandırmanın
ötesine geçmez. O borçları ödeyecek değer yaratılamadığı
zaman da devletin bütçeleri denkleştirilemez hâle gelir ki, bugün
İspanya’da yaşanan bundan çok farklı bir durum değil.
Hele
ki de, bu yılın ikinci çeyreğinde bina inşaat maliyet endeksi,
geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 6.39 artmışken.
Türkiye’de büyümenin lokomotifi olarak gösterilen inşaat
sektöründe maliyet yükselişiyle ilgili alarmlar çalmaya başladı
bile. Geçen yılın son dönemine göre yüzde 1.83, geçen yılın
aynı dönemine göre yüzde 6.39, dört dönem ortalamalara göre
inşaat maliyet endeksinde yüzde 11.15 artış var. Tamamen yerli
girdi ve hammaddeyle gerçekleştirildiği için pompalanan inşaat
sektöründe maliyetler artıp satışlar azalınca, sektör
durgunluğa girince ve krediler geri dönülmez noktaya gelince,
gururdan geriye kaos kalır.
İspanya’da
geçmişte, devasa alışveriş merkezleri, mega konut projeleri inşa
etmişti ki, şimdi pek çoğu birer hayalet kente dönmüş
vaziyette. Bitmiş ya da yarım kalmış çürümeye terk edilmiş
binlerce konut ve sokağa atılmış milyonlarca avro para...
Bundan beş yıl önce 1,5 trilyon dolarlık milli geliriyle ve inşaat sektörünün yarattığı ivmenin etkisiyle parmakla gösterilen İspanya’nın bankaları konut sektörü kaynaklı krediler nedeniyle krize girdi. Cuma günü onaylanan 100 milyar avroluk yardım paketi, kamu harcamaları için değil bankaların sermaye yapılarını güçlendirmek için kullanılacak. Ancak, İspanya’nın küresel kriz öncesi emlak sektöründe yaşadığı şişkinlik nedeniyle, 100 milyar avronun bankaların yeniden yapılandırmasının dışında işin temelindeki soruna merhem olmayacağı belirtiliyor. İspanya, kriz öncesi ciddi oranda bir inşaat spekülasyonu içindeydi. Sadece, 2007’de bir milyon adet konut inşasıyla İngiltere, Fransa ve Almanya’nın inşaat sektörünün toplamından daha yoğun şekilde üretim yapma peşindeydi. Bankacılık sektörü ve uluslararası yatırım şirketlerinin başını çektiği spekülatif hareketler, konut kredilerini balon gibi şişirirken, kârları da körüklüyordu. Bankalar, inşaat şirketlerine ve emlak alacak insanlara borç vermek için birbiriyle yarışıyordu. Emlak balonu patlayana kadar, herkes kendi payına düşeni alıyordu. Ülke, arsası değerlenenler, arsaların imar durumunu değiştirerek rant elde eden ve yandaşlarına rant dağıtan belediyeler, inşaat şirketleri, bankalar, konut ve işyerlerini kapatıp yüksek kârlarla satan yatırımcılardan geçilmiyordu. Bu arada, aşırı konut üretiminin ekolojik anlamda geri dönülmez tahribatlar yarattığı da meselenin bir başka önemli boyutu. 2008’de başgösteren krizden İspanya’nın dış kredi kanalları kurumaya yüz tutunca, sektör durgunluğa girdi.
Şimdi
soru şu, bankalara enjekte edilecek olan 100 milyar avroluk
taze kan olarak nitelendirilen para tekrar spekülatif hareketler
için kullanılır mı?
İspanyol
bankaları şu sıralar ellerindeki gayrımenkul varlığını en aza
indirmeye konsantre olmuş durumda. İspanya Merkez Bankası,
bankalardaki kötü kredilerin 156 milyar avroya ulaştığını
açıkladı. Bu bankaların toplam kredilerinin yüzde 8.95’i
seviyesinde ve 1994’ten bu yana ulaşılmış en yüksek rakam.
2008’e kadar İspanya, çevre ülkeleri kıskandıran bir neoliberal başarı öyküsüydü.
Büyüme
oranı yüksekti, işsizlik azalmıştı ve kamu maliyesi sağlamdı.
İnşaat, gayrımenkul ve hızla artan özel hanehalkı borçları
İspanya’nın hızlı büyümesinin dinamolarıydı. İnşaat
çılgınlığına devam etmek için başta “konut ihtiyacı”
olmak üzere hep bir bahane vardı. Özellikle bölgesel tasarruf
bankalarıyla agresif şekilde desteklenen gayrımenkul kredileri
aşırı bir noktaya gelince, patlama kaçınılmaz oldu.
Sonuç
olarak bugün İspanya’da boş duran üç ila beş milyon
arası konut var.
İspanyol
emlak danışmanı ve avukat Jose Luis Ruiz Bartolome, Adios
ladrillo adios (*Elveda Tuğla Elveda) adlı
kitabında İspanya’nın yaşadığı bu emlak furyasını dile
getirerek, bugün yeni şehirleşme planı ve fiyatlarda yüzde 70
indirim olmadan bina satmanın imkânsız olduğunu belirtiyor.
Bartolome, denetimle görevli bakanlık ve kamu kuruluşlarının,
bankaların ve inşaat şirketlerinin“hızla duvara doğru giden
bir sistemin ortak suçluları” olduğunu anlatarak,
insanların borç-harç iş bilmeden emlak işine girdiğini
söylüyor. Risk kriterlerinin yerini seçim kriterlerine ve kimi
seçilmişlerin megalomanisine bıraktığını ifade eden
Bartolome’nin sözleri sadece İspanya için geçerli olmasa
gerek. Bazen küresel bir krizin sizi teğet geçmesi yetmez,
zaten siz kendi krizinizin tüm şartlarını kendi ellerinizle
yaratmışsınızdır.
İstanbul'un toprağı altın ama denizi değil!
Kendilerinin
yarattığı trafik eziyetini ne zaman üçüncü köprü için
gerekçe olarak pazarlayacaklar diyordum ki, cuma günü gazetelerin
üçüncü köprü güzellemesinden geçilmediğini gördüm. AKP
iktidarı deprem korkusuyla kentsel dönüşümü, trafik eziyetiyle
de üçüncü köprüyü meşrulaştırmaya çalışıyor. Geçen
hafta Türkiye ve İstanbul, bir yandan İstanbul Belediye Başkanı
Kadir Topbaş’ın açıklamalarıyla diğer yandan Ulaştırma
Bakanı Binali Yıldırım’ın taslak projeyi tanıtmasıyla
senkronize şekilde üçüncü köprü propagandasına maruz kaldı.
Topbaş, köprü bakımı nedeniyle İstanbul’da haftalardır
yaşanan trafik kaosuyla ilgili ağzındaki baklayı çıkardı,
“Üçüncü köprüye karşı çıkanlar şimdi ne diyecek? İşte
ihtiyaç. Marmaray projesini arkeolojik kazılar nedeniyle dört yıl
geciktirdiler. Ben mi sorumluyum? Ayrıca köprü bakım işi benim
değil” diyerek, hem işin içinden sıyrılmaya çalıştı, hem
de dolaylı olarak üçüncü köprüye teslim olunması gerektiği
mesajı verdi. Köprü bakımı görevi olmayabilir ancak yerindelik
ilkesi gereği kent ulaşımında sorumluluk yerel yönetimlerdedir,
dolayısıyla kent ulaşımının sağlıklı biçimde işlemesini
sağlamak da sizin işiniz olsa gerek...
Kentsel
ulaşım sistemlerinde alternatif geliştirmek, deniz ulaşımının
kullanımını arttırmak, arabalı vapurları daha fazla saat
çalıştırmak üç hafta sonra akıllarına gelmiş. Köprü
tıkanınca, deniz ulaşımı keşfedilmiş. Ancak Topbaş, deniz
ulaşım rakamlarına bakmış ve vatandaşın ilgi göstermediği
kanaatine varmış. Bugüne kadar kent içi ulaşımda denizden ne
gibi alternatif hizmetler sundunuz da halk geri tepti acaba? 31.5
kilometre Boğaz tarafından, 7.5 kilometre ile Haliç tarafından
bölünmüş olan İstanbul, 75 kilometrelik Marmara kıyı şeridiyle
deniz ulaşımı açısından dünyanın hemen hemen hiçbir büyük
metropolünde rastlanmayacak doğal imkanlara sahip. Buna rağmen,
İstanbul’da deniz yoluyla yapılan ulaşım, toplam ulaşımın
sadece yüzde 3’ünü oluştururken, ulaşımın neredeyse
tamamının karayoluyla yapılıyor olması bunun açıklaması ya da
bahanesi olmamalı. İktidar, tüm Boğazı monoblok betonla
kaplamaya karar verse, “İktidar ne de güzel düşünmüş”
diyebilmek için hazır beklemede olan bir güruhun varlığı da en
az bu sırf rant hedefli ve doğa düşmanı planlama kadar rahatsız
edici.
Kent
ulaşımı planlamasında ve uygulamasında merkeze “insan”
faktörü alınmadığı sürece bu tür yönetim zafiyetleriyle daha
çok karşılaşırız. Ulaşımın “araçlar için değil,
insanlar için” olduğunu şehir planlaması yapan kent
yöneticilerinin anlaması gerekiyor. Bunun bilerek veya bilmeyerek
göz ardı ettikleri çok açık zira. Bu anlayış İstanbul’u,
insanların rahatça yaşayabildiği bir kent olmaktan ziyade,
araçların rahatlıkla her yere girip çıkabileceği bir yollar ve
yapılar silsilesi haline getirdi. 1950’lerden bu yana uygulanan
ulaşım politikaları, karayoluna göre çok daha ekonomik olan
deniz ve demiryolunu geri planda bırakarak oluşturuldu. Her gelen
yeni iktidar da karayolu ulaşımını daha da arttıran projelerle
aynı yönde devam etti.
Aslında
bütün cevaplar şu soruda gizli: Diğer köprülerde de olduğu
gibi üçüncü köprü kimlerin işine yarayacak? Ekonomik ve siyasi
rantın peşinde olanların... Arazi kullanım biçimleri ve
kararlarıyla ulaşım arasındaki ilişki kentsel ulaşımla
yakından ilgilenenlerin malumu. Esasen kentsel ulaşımda marifet,
maliyeti daha düşük, etkinliği yüksek bir sistemi başarıyla
işletebilmekte. Daha rantabl ulaşım seçenekleri varken, sadece
karayolu ulaşım politikalarına ağırlık vermek, rant alanları
yaratmak dışında başka bir seçenekle izah edilemez. Üstelik
doğaya, insana, tarihe ve kültüre saygı gibi evrensel
kriterlerin, kent siluetlerinin hiç sayıldığına defalarca şahit
olmuşken... Kentsel projelerin gerçekleştirilmesinde demokratik ve
katılımcı bir karar süreci gerekliliğine ise hiç girmiyorum.
Kenti yeniden yapılandıracak projelerde sağlanması gereken,
“toplumsal konsensüs” bu iktidarın lügatında yok çünkü.
Kitle
taşımacılığı içinde birim taşıma maliyeti en düşük olanın
deniz taşımacılığı olduğu pek çok çalışma ile
netleştirilmiş bir gerçek. Bu nedenle sanayileşmiş pek çok
ülke, –ki bunların pek çoğunun Türkiye’den zengin olduğunu
da düşünürsek– kent içi taşımacılıkta yoğun şekilde
deniz ulaşımını tercih ediyor, deniz ulaşımının kullanımını
arttırmak için farklı teknolojiler geliştiriyor.
Dolayısıyla
deniz ulaşımı verimli şekilde kullanılamadığı sürece, trafik
sorunu devam edecek, trafik kaynaklı CO2 kirliliği artarak şehir
daha da kirlenecek, şehir tekrar ve yeniden kontrolsüz şekilde
büyüyecek, rant alanlarına yenileri eklenecek. Bitmek bilmeyen
şehirsel sorunlar gitgide katmerlenecek. Üçüncü köprü,
dördüncü, beşincinin önünü açacak.
Betona tapanların hikayesi
Geçen
hafta yaşanan iki gelişme, Türkiye ile gelişmiş ülkelerin insan
yaşamına bakışının ne kadar farklı olduğunu görmek için
önemli bir örnek oluşturdu. Japonya’da geçen yıl meydana gelen
deprem ve tsunami afetleri sonrası yaşanan nükleer santral
felaketi, beraberinde küresel anlamda pek çok tartışma
getirmişti. Japon hükümeti tarafından nükleer felaketi
soruşturmakla görevli komisyonun geçen hafta raporunu açıklayarak,
“Bu insan eliyle yaratılmış bir felakettir” demesi son derece
çarpıcıydı. Komisyon, “Fukuşima’ya bir doğal afet
diyemeyiz, bu felaket öngörülebilirdi ve önlenmeliydi”
tesbitinde bulundu. Samsun’da dere yatağına inşa edilmiş TOKİ
konutlarını sel basınca 12 kişinin ölümü için siyasiler “çok
yağmur yağdı, böyle oldu” bahanesine sığınırken, Japonya’da
uzmanlar, 8.9 büyüklüğündeki deprem ve sonrasındaki tsunamiyi
nükleer santralda olup bitenlerle ilgili bahane olarak kabul
etmiyor.
Birkaç
günden beri Taraf’ta da ayrıntılı şekilde ele alındığı
üzere yıllardır dillere destan başarıları(!) gözümüze
gözümüze sokulan TOKİ, bugüne kadar 30 milyar lirayı aşan
yatırımları ile iktidarın en korsan, en başına buyruk kurumu
niteliğinde. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 1990’lardaki
İstanbul Belediye Başkanlığı döneminden bu yana gözbebeği
TOKİ, delik deşik edilen Kamu İhale Kanunu ile AKP’nin 10 yıllık
iktidarı döneminde devlet müteahhitliğinin yerini aldı. Dar
gelirlilere konut edindirmek, acil konut ihtiyacını karşılamak
gibi temel nedenlerle kurulan TOKİ, gittikçe kuruluş amacından
uzaklaştırıldı. Bunun yanında kent merkezinde yaptığı
konutları yüksek fiyatlarla satışa sunarak dar gelirli kesimler
için ise arsa fiyatlarının düşük olduğu kent merkezi dışındaki
alanlarda konut üretmesiyle zaten kuruluş amacını çoktan terk
etmiş bir görüntüde. Gecekondu bölgelerinde kentsel dönüşüm
adı altında TOKİ, arazileri dar gelirli vatandaşlardan alıyor,
onları kent dışında Hazine’den aldığı arazilerde ürettiği
konutlara götürüyor, rantın yüksek olduğu gecekondu bölgesi ve
kent merkezindeki alanlarda ürettiği konutları ise daha yüksek
gelir düzeyindeki vatandaşlara satıyor. İktidar, bir taşla iki
kuş vuruyor, hem fakirden alıp zengine satıyor hem de TOKİ
yoluyla sınıf ayrışmasını hızlandırmış oluyor.
AKP’nin
kentsel hegemonyası için biçilmiş kaftan TOKİ, zaman içinde
belediyeler tarafından hazırlanmış imar planlarına bağlı
kalmaksızın kendi imarını kendisi çıkaran, kendi ruhsatını
kendisi veren, denetlenmeyen bir yandaş zenginleştirme projesi
olarak giderek ucubeleşti. Çalışma sahasının ölçeği
değiştirilen yasalarla bütün Türkiye olarak genişledi, büyüdü.
Yıllık bilançosu, kaç kişinin çalıştığı, hangi projeden
kâr, hangi projeden zarar ettiği, hangi müteahhite hangi projeyi
verdiği, ne kadar yatırım harcaması yaptığı bilinmez, tamamen
padişah yetkileriyle donatılmış TOKİ’nin dünyada eşi benzeri
henüz yok. Zemin ve fizibilite çalışması kendinden menkul,
Türkiye’nin farklı coğrafyalarında Tekirdağ’a, Manisa’ya,
Urfa’ya, Van’a, Samsun’a hep aynı çirkinlikte ve yapı
standardı denetimsiz olduğu için dayanıklılığı meçhul
binaları sıra sıra dikmeyi sürdürüyor.
IMF bile denetleyemedi
TOKİ’nin
hiçbir şekilde şeffaf yönetilmediği, herhangi bir kanun ile
denetlenmediği artık herkesin malumu. Türkiye’nin IMF ile
stand-by anlaşmalarının sürdüğü günlerde IMF bile TOKİ
hakkında bilgi alamıyordu. TOKİ’nin Hazine garantisiyle
borçlandığı, piyasaların ABD subprime mortgage kriziyle
çalkalandığı 2008’de, IMF TOKİ’nin kapısını çalarak
hükümetin konut politikalarını, bu faaliyetleri nasıl
gerçekleştirdiğini sormuştu. TOKİ, hesapta Başbakanlık Yüksek
Denetim Kurulu tarafından denetliyor. O da doğrudan Başbakan
Erdoğan’a bağlı. Her seçim öncesi Başbakan Erdoğan’ın
katılımıyla gerçekleştirilen görkemli açılış törenleri
düşünülünce, TOKİ’nin denetlenme işi “dostlar alışverişte
görsün”den öteye gitmiyor.
Ortada
kamu arsalarını dilediğince kullanım ve denetimsiz şekilde konut
yapım keyfiyetini ele geçirmiş TOKİ’nin konutlarında ölümler
gündemdeyken, İstanbul’a dev cami yapılması tartışması da
son derece sakildi. Son dönemde yoğun şekilde gündeme gelen Kanal
İstanbul, üçüncü köprü, dev cami, Taksim’e kışla,
Dolmabahçe’ye alışveriş merkezli dev stat projeleri, totaliter
rejimlerin mimari anlayışını anımsatıyor. Hitler döneminde
Almanya’da, Stalin döneminde Sovyetlerde görülen güce tapmayı
ifade eden büyük binalar/anıtlar inşa etme, büyüklük ve şehre
imza atma merakıyla birleşince, geriye iç karartan estetikten uzak
bir iktidar teşhiri kalıyor...
Hollande ilk golü çevreden yedi
İktidara
gelir gelmez AB’nin sorunlu ülkelerine yönelik çözüm önerileri
konusunda kendi dediğini yaptırmada maharetli Almanya Başbakanı
Angela Merkel’in sultasını sallayan Fransa’nın yeni
Cumhurbaşkanı François Hollande, bu ısrarcı tavrını çevre
meselelerinde gösteremeyecek belli ki. Sosyalist Parti’nin
cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ardından parlamento seçimlerinde
de zafer kazanmasında Avrupa Çevreci Hareketi Yeşiller Partisi
(EELV) ile Sol Cephe önemli rol oynadı. Ancak, Fransa’da genel
seçimlerin ardından yapılan kabine değişikliğinde Ekoloji ve
Sürdürülebilir Kalkınma Bakanı görevinden alınan Nicole
Bricq’in durumu ülkede ciddi bir tartışma yaratmış durumda.
17
haziran akşamı Fransa’daki seçim maratonu sonunda Sosyalistler,
ortakları Yeşiller, Sol Cephe ve Sol Radikallerle Fransa’nın
bütün siyasî karar mekanizmalarına hakim oldular. Zaferin
üzerinden çok kısa bir süre geçmişken, Hollande çok hızlı
bir hükümet değişikliğine gitti ve çiçeği burnunda Ekoloji ve
Sürdürülebilir Kalkınma Bakanı Nicole Bricq’i görevinden alıp
Dış Ticaret Bakanlığına kaydırdı. Yeşil çevrelerde olduğu
kadar parlamenter çoğunluk içerisinde de şok etkisi yapan bu
gelişmenin temel nedeni petrol lobisinin Bakan Bricq’in ayağını
kaydırması olarak özetlenebilir. Bir diğer deyişle, seçim
öncesi vaadleriyle Yeşiller’in desteğini alan Hollande, daha
başkanlığının başında petrol lobisine yenik düşerek, bu
alandaki beklentileri boşa çıkardı...
Hâlbuki
cumhurbaşkanlığı seçimi sonrası kurulan hükümette Bricq’in
çevre ve ekolojiden sorumlu bakan olması sadece Fransa’da değil,
bütün Avrupa’da büyük beklentilere neden olmuştu. Bakan Bricq,
özellikle kara ve denizde yeraltı kaynağı arama konusunda uzman.
Bricq, Fransa’nın denizaşırı kolonilerinden Güney Amerika’daki
Guyana’da, Shell şirketinin eski Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy
döneminde elde ettiği off-shore petrol imtiyazının teknik
sözleşmesini yeniden gözden geçirmek ve özellikle deniz dibine
verilen zararın asgariye indirilmesi için ek taahhüt istemiş. Bu
kararını da bütün off-shore petrol arama imtiyazlarına
uygulayacağını açıklamış. Kıyamet de bundan sonra kopmuş.
Petrol arama için yaratılacak istihdamın tehlikeye gireceği
şantajıyla Guyana vilayetinin vekillerini de ayaklandıran karar,
Hollande’dan geri dönerken bakanı da götürmüş.
Fransa’nın
Yeşil hareketi hiçbir zaman Almanya ve kuzey Avrupa ülkelerindeki
Yeşil hareketlerin seviyesine gelemedi. Hele şimdi ekonomik krizle
birlikte geçim derdine düşen Fransızlar’ın gözü uzun vadeyi
çağrıştıran çevre korumayı görecek halde değil. Hollande
yönetiminin ilk fiyaskosunun çevre üzerinden cereyan etmiş
olmasına şaşıracak bir şey yok ama Fransa’nın zayıf çevre
hareketi ve teşkil ettiği kötü örnek açısından hiç hayırlı
bir gelişme değil. Bricq’in görevden alınma şekli Hollande’ın
yönetim stiliyle ilgili eleştirileri de beraberinde getirdi. Çünkü,
görevden alma duyurusu diğer kabine üyeleriyle istişare edilmeden
yapılmış.
Kabine
değişikliğinde Bricq’in görevden alınarak, yerine Delphine
Batho’nun getirilmesi de spekülasyonları arttırdı. Batho,
göreve geldikten sonra tahmin edileceği üzere Shell, Guyana’da
gereken imzaları elde etti. Bakan Batho da, “Varolan anlaşmalar
devam edecek ama çevrecilerin talepleri de göz önünde
bulundurulacak” şeklinde orta yollu bir açıklama yapmakla
yetindi. Bricq’in selefi Sarkozy döneminin bakanı Nathalie
Kosciusco-Morizet’nin dahi, Hollande yönetiminin “petrol
şirketlerinden baskı gördüğünü” ifade etmesi, Hollande’ın
petrol lobisine yenik düştüğü iddialarını güçlendirdi.
Yeşiller
Partisi’nden Pascal Durand, “Bricq’in görevinin alınmasının
ardında gerçekten Guyana’daki anlaşma mı var bilmiyorum. Eğer
öyleyse kötü, çünkü bu hükümetin çevre konusunda ve aynı
zamanda toplum konusunda yapacaklarına dair kötü bir sinyal”
derken, ünlü Yeşil politikacılardan Noel Mamere, “Bricq,
Shell’e karşı cesaretli bir duruş sergiliyordu. Shell, Guyana’da
verdiği zararın benzerini daha sonra Grönland ve Kuzey Kutbu’nda
gerçekleştirecek” açıklaması yaptı. Shell’in Guyana’daki
temsilcisi Bruno Thome, çalışmalara gelecek hafta başlayacaklarını
kaydetti. Guyana yerel hükümeti ise Shell’in çalışmalarını
ülkede istihdam yaratacağı için kabul ettiklerini söyledi.
Bu
aralar Fransız Yeşilleri, yüzde 2.3’lük berbat bir skor elde
eden cumhurbaşkanı adayı Eva Joly’nin BM’nin Afganistan’daki
kamu harcamalarının şeffaflığı konusunda hazırlayacağı
raporu yazacak heyetin başına getirilmesiyle alay ededursun,
Joly’nin Yeşil aday yarışında rakibi olan gazeteci ve aktivist
Nicolas Hulot, Hollande’a kamu kaynağı konusunda Yeşillerin
aklına bile gelmeyen radikal bir öneri getirdi: Ulaştırma,
enerji, inşaat ve konvansiyonel tarım gibi çevreyi kirleten
sektörlerin yararlandığı yıllık 50 milyar avroluk devlet
sübvansiyonlarını kesmek ve böylece elde edilecek parayı kamu
harcamaları ve ekonomiyi canlandırmaya yönlendirmek!
Sosyalistlerin yeşil hareketten kaçışı yok!
Rize’de HES’çi Rio’da çevreci
Bundan
tam 20 yıl önce Rio+20 Yeryüzü Zirvesi’nde dünya
devletleri, çevre sorunları, yoksulluk, gelir dengesizlikleri,
kontrolsüz nüfus artışı, doğal kaynakların doğru kullanımı
gibi konularda çözüm arayışı için biraraya gelmişti. Rio
zirvesi, zaman içinde hedeflediği beklentiler doğrultusunda hayal
kırıklığı yaratmış olsa da, konferans iklim değişikliğinin
uluslararası düzeyde tanınması bakımından önemlidir. Ancak,
Rio’da yapılan ilk toplantıdan bu yana 20 yılda, dünya masaya
yatırdığı konularda bir arpa boyu yol alamamış, ekolojik kriz
daha da derinleşmiş, dünyanın en çok tüketenleri ve
kirletenleri, ekonomik büyüme adı altında kaynakları hoyratça
kullanma ve kirletme hakkını geniş geniş kullanmış, çokuluslu
sanayi şirketlerinin çıkarları devlet temsilcilerinin hamiliğinde
savunulur olmuş ve yıkıcı kalkınma modeli en sonunda dünyayı
esir almış.
Dünyayı
en çok tüketenler ve kirletenlerin, ortak vizyon oluşturmak
amacıyla 20 yıl sonra tekrar Rio’da buluşması son derece
manidar, çünkü hâlâ mevcut ekonomik paradigmayı devam ettirmek
isteyenler de onlardan başkası değil. Hele, gelişmiş ve
gelişmekte olan ülkelerin, ekonomik büyüme ve sürdürülebilir
kalkınma zırhını birer ayrıcalık olarak kullanarak, her türlü
eylemlerinin mubah görülmesini istemeleri maskeyi düşürüp,
arsızlığı gözler önüne seriyor. Aslında herşey, doğanın
ekonomik bir kaynak olmadığını kabul etmekle başlıyor ki,
devletlerin bu aynayı kendilerine tutmalarını görmek için daha
çok bekleyeceğiz. Aynaya baktıklarında, bugün içi boşaltılmış
yavan bir kavram olan sürdürülebilir kalkınma yerine ne
koyabilirizin tartışılmaya başlanması gerekiyor ki, etrafta buna
cesaret eden yok.
Zaten,
zirvenin taslak metni de suya sabuna dokunmuyor, doğayı koruma ve
yoksulluğu önleme konusunda ne tür mekanizmaların kurulacağı
ile ilgili bir şey demiyor. Anlayacağınız, temelde yeşil
ekonominin ve sürdürülebilir kalkınmanın kurumsal çerçevesini
planlamayı amaçlayan Rio’dan elde zayıf ve niteliksiz bir metin
kalıyor.
Gelelim
Türkiye’nin Rio’daki temsiline... Başbakan Erdoğan,
Rio’da epey çevreci bir konuşma yaptı, üstelik bir de
Türkiye’yi model ülke olarak gösterdi. Türkiye’de çevre ve
doğa adına yapılanları görmesek, bilmesek gerçekten doğruya
doğru konuşmayı epey çevreye duyarlı bulabilirdik ama sadece
konuşmada, çünkü uygulamada iktidarın nasıl antiçevreci
olduğuna her gün şahidiz.
Erdoğan’ın
konuşmasından satırbaşlarını şöyle örneklemek mümkün:
“Birileri
zenginleşirken, birileri fakirleşiyorsa bu büyüme sağlıklı
değildir. Böyle bir büyüme yöntemi sürdürülebilir kalkınmanın
önündeki en büyük engeldir.”
Mesela,
bu cümlede Türkiye’yi tarif etmiş olabilir mi?
“Bugüne
kadar her ne pahasına olursa olsun kalkınma gibi bir algı dünyaya
egemen oldu. Kalkınma sadece ekonomik büyüme olarak, sadece
rekabet gücünün artması olarak algılandı.”
İktidar, Türkiye’nin kalkınma modelinde nasıl bir değişiklik öngörüyor? 2000 civarında HES ile nehirlerin binlerce kilometre borulandığından bahsetmiş olabilir mi? Türkiye’nin büyümesi için HES’lere, termik ve nükleer santrallere ihtiyacı olduğunun pompalandığını hatta bu enerji türlerinin çevreci olduğuna iknaa çalışıldığını söyledi mi? Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’ndaki Çevre ibaresinin atılıp icraata Şehircilik Bakanlığı olarak devam edeceğini, Çevre’nin Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nda bir alt başlık olacağını ne zaman açıklayacak?
İktidar, Türkiye’nin kalkınma modelinde nasıl bir değişiklik öngörüyor? 2000 civarında HES ile nehirlerin binlerce kilometre borulandığından bahsetmiş olabilir mi? Türkiye’nin büyümesi için HES’lere, termik ve nükleer santrallere ihtiyacı olduğunun pompalandığını hatta bu enerji türlerinin çevreci olduğuna iknaa çalışıldığını söyledi mi? Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’ndaki Çevre ibaresinin atılıp icraata Şehircilik Bakanlığı olarak devam edeceğini, Çevre’nin Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nda bir alt başlık olacağını ne zaman açıklayacak?
“Dünyanın
belli bir bölümü fosil yakıtları gerçekten son derece müsrif
tüketiyor. Büyük hacimli motorlara sahip arabalarla insanlığa
ait bir kaynak tüketilirken, insanlığın ortak mülkü dünya
ciddi şekilde kirletiliyor.”
Türkiye’de ciddi bir toplu taşıma ve çevreci otomobiller var da biz mi görmedik? Türkiye’de her gün trafiğe milyonlarca otomobilin çıktığını, saatlerce yollarda kaldığını, üçüncü köprünün binlerce aracın daha trafiğe çıkmasına neden olacağını anlattı mı?
Türkiye’de ciddi bir toplu taşıma ve çevreci otomobiller var da biz mi görmedik? Türkiye’de her gün trafiğe milyonlarca otomobilin çıktığını, saatlerce yollarda kaldığını, üçüncü köprünün binlerce aracın daha trafiğe çıkmasına neden olacağını anlattı mı?
“Dünyanın
belli kesimler tarafından ciddi şekilde kirletilmesi, eşitsizliği,
adaletsizliği, hukuksuzluğu körüklüyor.”
Başbakan, Bergama’da, Gerze’de, Ergene’de Kütahya’da, Dilovası’ndaki çevre felaketlerini duymamış olabilir mi? Türkiye’nin dağına taşına maden arama ruhsatı verildiğini, 2B ile orman arazilerinin, turizm teşvikleriyle koruma altındaki milli parkların, SİT alanlarının nasıl paraya çevrildiğini bilmiyor mu? Türkiye’nin karbon salımında dünya rekorları kırdığını kimse söylememiş olabilir mi?
Başbakan, Bergama’da, Gerze’de, Ergene’de Kütahya’da, Dilovası’ndaki çevre felaketlerini duymamış olabilir mi? Türkiye’nin dağına taşına maden arama ruhsatı verildiğini, 2B ile orman arazilerinin, turizm teşvikleriyle koruma altındaki milli parkların, SİT alanlarının nasıl paraya çevrildiğini bilmiyor mu? Türkiye’nin karbon salımında dünya rekorları kırdığını kimse söylememiş olabilir mi?
“Bencilliğin
ekonomik sisteme özellikle küreselleşen dünyada küresel ekonomik
sisteme sirayet etmesi, sürdürülebilir büyüme önündeki en
büyük engeldir.”
Kentsel dönüşüm adı altında insanların yaşadıkları yerlerden sürülmesi, TOKİland’ler, halkın itirazlarına rağmen yapılan HES’ler, nükleer santraller bencillik ekonomisi olarak sayılabilir mi?
Kentsel dönüşüm adı altında insanların yaşadıkları yerlerden sürülmesi, TOKİland’ler, halkın itirazlarına rağmen yapılan HES’ler, nükleer santraller bencillik ekonomisi olarak sayılabilir mi?
Kaynakları
umursamadan metalaştıran kalkınma modeli ve hemen her ülke için
örnek olarak sunulan Türkiye’den manzaralar. CHP Genel Başkan
Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu, Erdoğan’ın “Rize’de
farklı Rio’da farklı telden konuştuğunu” söyleyerek,
Erdoğan’ı “Rize’de HES’çi, Rio’da çevreci
Başbakan” diye tanımlamış. Eh başlığı da böylece
Tanrıkulu atmış oldu!
Sürdürülebilirlik ve Rio+20 Zirvesi
Bizde
ekonomik model denince yanlış anlaşılan kavramlardan biri
herhâlde sürdürülebilirlik. Sürdürülebilirlik, kaynaklarla
ilgili ama soyut bir anlam taşıyor. Hâlbuki kavramın temelindeki
tartışma, sosyoekonomik ve çevresel faktörlerin birbirleriyle
ilişki ve uyum içinde ele alınması, analiz edilmesi ve
uygulanması. 20 haziranda Rio’da başlayacak Rio+20
Zirvesi’nde sürdürülebilir kalkınmanın çerçevesi ve son 20
yılda bu konuda ne kadar ilerleme kaydedildiği ele
alınacak. Zirvenin iki temel teması var: Yeşil ekonomi ve
sürdürülebilir kalkınmanın kurumsal çerçevesi. Ülkeler, yerel
yönetimler, iş dünyasının temsilcileri, sivil toplum
kuruluşları, daha iyi refah düzeyine ulaşabilmek için çevreye
saygılı, sağlıklı ve temiz bir sürdürülebilir kalkınma nasıl
yaratılabilir sorusunun cevabını arayacaklar. Nükleer lobi
nükleer enerji için gereken yakıtın daha tasarruflu
kullanıldığını öne çıkararak, nükleerin yenilenebilir olduğu
tezini yine gündeme getirmekten kaçınmayacaktır. Enerji
oburu ve sivil nükleer enerjiye olan iştahını ilan etmiş olan
Türkiye, bakalım neler diyecek? Resmî belgelerde bakanlığın
adından “Şehircilik” düşürülmüş şekilde kendini
tanıtan “Çevre Bakanlığı” bakalım dünyaya neler
önerecek? Türkiye’deki uygulamalardan bahsederken, kişi
başına düşen seragazı salım miktarının 5,45 tona çıktığını
nasıl anlatacak? Türkiye’nin tamamen fosil yakıt kullanımına
dayalı bir büyüme stratejisi olduğunu nasıl izah edecek?
İklim
değişikliği, küresel ısınma, hızla yükselen şehirleşme
oranları, artan nüfus gibi etkiler biraraya konduğunda,
sürdürülebilir bir dünya için yenilenebilir enerjiye daha fazla
ihtiyaç duyuluyor. Nitekim, bu alanda ciddi adım atmış olan ve
yenilenebilir enerji planlarını son derece kararlı şekilde
uygulamaya geçiren ülkeler var. Bunların başında da Almanya
geliyor. Almanya, Mart 2011’de Japonya’da yaşanan
nükleer felaketin ardından ülkedeki santrallerin sekizini derhal,
kalan kısmını da 2020’ye kadar kapatma kararı almıştı. Almanya,
kademeli olarak nükleerden vazgeçme kararıyla birlikte cesur bir
adım attı, güneş enerjisinden elde ettiği enerji miktarı
22 gigawatt’a ulaştı. Bu, tam kapasiteyle çalışan 20 nükleer
santralin ürettiği günlük elektrik enerjisine eşit. Dünyadaki
güneş enerjisi santrallerinin yarısı Almanya’da.Elektriğin
beşte biri bu kaynaktan karşılanıyor. Ülkede, geleneksel
sistemlere göre, epey maliyetli olan güneşten enerji üretimine
büyük teşvik var. Ancak, bu durum nükleer santral işleticisi
şirketlerin pek işine gelmedi, bazı santrallerin kapatılmasından
sonra büyük oranda zarar ettiklerini belirten başta iki dev Eon ve
RWE olmak üzere enerji şirketleri, Angela Merkel yönetimindeki
federal hükümete karşı Anayasa Mahkemesi’ne dava açtı.
Nükleer enerji üreticisi şirketler, zaman içinde o kadar
palazlanmış, lobileri o kadar güçlenmiş ki, hükümetlere şantaj
yapacak seviyelere gelmişler. Hükümetten 15 milyar avro tazminat
istemeye hazırlanıyorlar. Hatta bu kadarla da kalmayıp,
uğradıkları zararın yanı sıra, henüz bir kazanç elde
edemedikleri yeni yatırımlarının da karşılanmasını talep
ediyor. Bu durum, farklı firmalara başka ülkelerde de aynı
yöntemi uygulamaları konusunda yol gösterebilir ki, bu en az
nükleer enerjinin kendisi kadar tehlikeli bir gelişme.
Türkiye’nin bakışı ise yine gelişmiş ekonomilerden ve üye olmayı hedeflediği AB normlarından fersah fersah uzakta. Başbakan Erdoğan, Akkuyu Nükleer Santrali’nin zemin etüt çalışmaları ve lisanslama başvuru sürecini başlattıklarını belirterek, “Tedbirleri iyi aldığınızda, nükleer santral tehdit içermiyor. Bir yıl boyunca 24 saat nükleer santralin kapısında otursanız, bir uçak yolculuğunda aldığınız kadar radyasyon almıyorsunuz. Bu bilimsel bir tesbit. Türkiye’nin büyümesini, gelişmesini, enerjide dışa bağımlılıktan kurtulmasını istemeyenler, art niyetli şekilde kampanyalar yürütüyor” demiş. Başbakan, nükleer sürdürülebilir demeye getiriyor.
Ancak, üniversiteler pek öyle demiyor. Akkuyu Nükleer Güç Santrali (NGS) AŞ, projenin çalakalem yazılmış ÇED başvuru dosyasını geçen aylarda Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na sunmuştu. Bakanlık, aralarında üniversitelerin de bulunduğu bazı kamu kuruluşlarına ÇED raporuyla ilgili görüşlerini sordu. Dosyayı inceleyen Mersin Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Biyoloji Bölümü, olumsuz görüşünü bilimsel bir raporla sundu, santralin 332 kuş türünün barındığı Göksu Deltası’nı, caretta caretta ve yeşil denizkaplumbağaları ile Akdeniz foklarının yaşam alanlarını tehdit edeceği uyarısında bulundu. Ayrıca, nükleer atık sorununun küçümsendiğini belirten uzmanlar, yasal mevzuatta nükleer santral kurulması, işletilmesi, atıkların bertaraf edilmesi konusunda boşluklar olduğuna dikkat çekti.
Türkiye’nin bakışı ise yine gelişmiş ekonomilerden ve üye olmayı hedeflediği AB normlarından fersah fersah uzakta. Başbakan Erdoğan, Akkuyu Nükleer Santrali’nin zemin etüt çalışmaları ve lisanslama başvuru sürecini başlattıklarını belirterek, “Tedbirleri iyi aldığınızda, nükleer santral tehdit içermiyor. Bir yıl boyunca 24 saat nükleer santralin kapısında otursanız, bir uçak yolculuğunda aldığınız kadar radyasyon almıyorsunuz. Bu bilimsel bir tesbit. Türkiye’nin büyümesini, gelişmesini, enerjide dışa bağımlılıktan kurtulmasını istemeyenler, art niyetli şekilde kampanyalar yürütüyor” demiş. Başbakan, nükleer sürdürülebilir demeye getiriyor.
Ancak, üniversiteler pek öyle demiyor. Akkuyu Nükleer Güç Santrali (NGS) AŞ, projenin çalakalem yazılmış ÇED başvuru dosyasını geçen aylarda Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na sunmuştu. Bakanlık, aralarında üniversitelerin de bulunduğu bazı kamu kuruluşlarına ÇED raporuyla ilgili görüşlerini sordu. Dosyayı inceleyen Mersin Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Biyoloji Bölümü, olumsuz görüşünü bilimsel bir raporla sundu, santralin 332 kuş türünün barındığı Göksu Deltası’nı, caretta caretta ve yeşil denizkaplumbağaları ile Akdeniz foklarının yaşam alanlarını tehdit edeceği uyarısında bulundu. Ayrıca, nükleer atık sorununun küçümsendiğini belirten uzmanlar, yasal mevzuatta nükleer santral kurulması, işletilmesi, atıkların bertaraf edilmesi konusunda boşluklar olduğuna dikkat çekti.
Türkiye,
termik, nükleer ve HES yapmakla uğraşırken, bir güneş ülkesi
olmasına rağmen, yakın zamana kadar gerekli kanun ve mevzuat
çıkarılmadığı için kurulmuş ticari hiçbir güneş enerji
santraline sahip değil. Türkiye, fosil yakıtlarla çalışan
enerji üretimine daha çok yatırım yapan, seragazı salımlarıyla
dünyayı en çok kirleten ülkeler listesinin üst sıralarına
adını altın harflerle yazdırmaya aday.
Uzun bir yol hikayesi
GÜMRÜ - Bu
yıl geçen yıldan biraz daha farklı bir gündemle ama yine aynı
zamanlarda yolumErmenistan’a
düştü. Geçen sefer İstanbul-Yerevan uçuşuyla,
Ermenicesiyle Hayastan’a
gidip bir haftalık temasların ve çeşitli vesilelerle yaptığımız
buluşmaları tamamlayarak, ve geride epeyce güzel hatıra da
bırakarak yine Yerevan-İstanbul uçuşuyla geri dönmüştük. Bu
kez ilk durağımız Kars’tan el sallansa görünecek Gümrü’ydü.
Türkiye ve Ermenistan arasındaki sınır kapıları 1993’ten bu
yana kapalı. Gümrü’de diaspora Ermenilerinin gerçekleştirdiği
bir dizi yatırıma tanıklık etmek üzere davet edilen İstanbul ve
Kars’tan Türkiyeliler ile birlikte Gümrü’ye ulaşmak üzere
farklı bir güzergâh tercih edildi. Aslında tercih edildi demek
çok insaflı bir tanım olmayabilir. Ermenistan ile kapalı olan
Türkiye sınırı nedeniyle İstanbul’dan Kars’a gelip oradan da
rahatlıkla 60 kilometrelik sınırı katederek Gümrü’ye
ulaşabilirdik. Ancak, öyle olmadı, önce Gürcistan
üzerinden Tiflis’e
geldik. Tiflis üzerinden de saatlerce yok katederek Gümrü’ye...
Hoş yeşil vadiler olağanüstüydü ama yol da uzundu. Kars’tan
gelen misafirler de hem yakın hem uzak kent Gümrü’ye komşu
kente gidercesine ulaşmak yerine Tiflis üzerinden arabalarıyla
geçmek zorunda kaldı.
Türkler
ve Ermeniler arasında ilişki kurulmayınca, iki halk birbirine uzak
durdukça, birbirini yok saydıkça vicdanlar rahatlamıyor, geçmişin
izleri birbirini yok saydıkça silinmiyor. “Ermeni sorunu”,
Türkiye’nin öncelikli sorunlarından biri değil, hatta
buzdolabına kaldırılan protokolleri düşününce, Türkiye’nin
en önemli sorunları arasında sayılamayacak kadar listeden düşmüş
durumda. Gündeme gelirse de hep olumsuz haberlerle gündemde yer
buluyor. Ancak, Türkiye’de devlet bu sorunla gerçek bir niyetle
yüzleşmeden hiçbir zaman tam anlamıyla demokratikleşemeyecek.
Herşey bir niyetle başlıyor, geçen defa siyasilerin niyeti pek
çok sebeple yarı yolda kaldı, ancak ikinci kez niyetlenmek çok
zor olmasa gerek...
Allahtan
bu durum birbirleriyle ilişki kurmak, birbirini tanımak isteyen iki
halk arasında pek engel teşkil etmiyor. Hrant Dink
Vakfı, Free Press Unlimited ve Gümrü
Gençlik Girişim Merkezi’nin girişimleriyle
gerçekleşen “Diyalog için Mültimedya” projesinin
ürünleri,“Beklemekten Öte... Türkiye-Ermenistan Sınırından
Hikâyeler” başlığıyla Galata
Fotoğrafhanesi’nde bu ayın sonuna kadar görülebilir. Proje
Gümrü’ye de geldi. Hatta benim açımdan bu çalışmaları
izlemek, Gümrü’de kısmet oldu. Türkiye’den ve Ermenistan’dan
beşer fotoğrafçının katılımıyla 2011’in yaz aylarında
hayata geçirilen, sınır kentleri Kars ve Gümrü’de yaşayan
insanların gündelik hayatlarını, bekleyişlerini ve yıllardır
devam eden diyalogsuzluk ortamını anlatan fotoğraf projesinin
ürünleri bunlar...
Proje
kapsamında, Türkiye’de yapılan atölye çalışmasının
ardından, fotoğrafçılar, biri Ermenistanlı, biri Türkiyeli
olmak üzere ikişer kişilik gruplara ayrıldılar ve birer
mültimedya belgesel hazırladı. Bu çalışmalar arasında beni en
çok etkileyenlerden biri, Armine Vardanyan ve Eren
Aytuğ’un,“İstasyon” projesi oldu. Bu
mültimedya projesi, çalışmayan bir trenin istasyon görevlilerini
anlatıyor. Filmde 32 yıldır Gümrü-Kars sınırında yaşayan bir
adamın hikâyesi var. Akhuryan İstasyonu’ndan sınırın
kapandığı 1993’ten bu yana hiç tren geçmemesinin getirdiği
yıkıcı ruh hâli o kısacık filmde çok iyi vurgulanmış. Daha
önce istasyonda pek çok insanın çalıştığını, yüklerin
indirilmesinin ne kadar çok zaman aldığı anlatılıyor. Sınır
kapalı olmasına rağmen altı kişi burada vardiyalı olarak bir
gün sınır açılır umudunu da kaybetmeden nöbet tutmaya devam
ediyor ve görevlilerden biri şöyle söylüyor: “Akhuryan’dan
1993’ten bu yana hiç tren geçmedi. Bu sınır bir daha açılacak
mı, bir daha tren geldiğini görecek miyim, görmeye ömrüm
yetecek mi?”
Bu yazıyı ben değil bu kez Hrant Dink bitirecek, hem sınırın açılmasına hem de Ermenistan’daki Metzamor Nükleer Santrali’nin kapanmasına yaptığı atıfla “Sınır açılsın, Metzamor kapansın”başlıklı makalesinde şöyle yazmış 2004’te: “Kars ile Gümrü halkları iki duyarlı konuda buluşabilir, ‘çevre’ ve ‘barış’ gibi, evrensel iki değerde ortaklaşabilirler mi? Ey Türkiye’min hükümeti... Ey Ermenistan’ımın hükümeti. Bu iki halkın bu ortak kaygısına ve talebine sizin bulacağınız çözüm yok mu? Var mısınız bir ilk işbirliğine? Var mısınız elbirliğiyle Metzamor’u kapatmaya... Var mısınız sınırı açmaya?”
Bu yazıyı ben değil bu kez Hrant Dink bitirecek, hem sınırın açılmasına hem de Ermenistan’daki Metzamor Nükleer Santrali’nin kapanmasına yaptığı atıfla “Sınır açılsın, Metzamor kapansın”başlıklı makalesinde şöyle yazmış 2004’te: “Kars ile Gümrü halkları iki duyarlı konuda buluşabilir, ‘çevre’ ve ‘barış’ gibi, evrensel iki değerde ortaklaşabilirler mi? Ey Türkiye’min hükümeti... Ey Ermenistan’ımın hükümeti. Bu iki halkın bu ortak kaygısına ve talebine sizin bulacağınız çözüm yok mu? Var mısınız bir ilk işbirliğine? Var mısınız elbirliğiyle Metzamor’u kapatmaya... Var mısınız sınırı açmaya?”
Talan ve tahribat sezonu açılmıştır
Bir
ülkede aynı anda hem kadının bireysel hak ve özgürlüklerine
yönelik keskin saldırılar yaşanıyor, hem belli bir işkolunda
çalışanların grev hakkı yasaklanıyor, bir yandan toplumun geniş
kesimleri tarafından istenmeyen nükleer santral yapımına ilişkin
kanunun iptali yargı tarafından reddediliyor, üçüncü köprü
ihalesi nihayetlendiriliyor, köyüne HES yaptırmak isteyenlere
zulüm ediliyor, öte yandan çevre varlıkları üzerindeki her
türlü koruma kararını kaldırmaya ve doğal varlıkları
şirketlerin talanına açan tasarı maddeleri ilgili komisyonda
kabul ediliyor. Geçen bir haftada bunca hangi evrensel standarda
göre ifade edildiği belirsiz, kendinden menkul ahlak dayatması ve
hak ihlalinin yükselttiği gerilimden sonra Türkiye, sürekli
cinnette, kıyamet halleri içinde bir ülke hissi vermiyor mu?
THY
ile ilgili gelişmeler pek çok boyutuyla medyada yer aldı, burada
zurnanın zırt dediği yer, grev hakkının neden
çalışanların ellerinden alındığıdır. “Bu çok
stratejik bir sektör, grev yaşanması halinde bu durumdan çok
fazla insan etkileniyor” deniyor. AKP’nin işçi düşmanlığını
Tekel işçilerinin eylemleri döneminden de hatırlayacak olursak,
stratejik sektör fikrini kabul etmiş olsak dahi , mevcut
bir hakkı çalışanın elinden alıp, yerine hiçbir şey
koymadığınız gerçeğine ne diyeceğiz?Grev hakkı
elinden alınan insanlara ne sunuyorsunuz, nasıl bir garanti ya da
güvence getiriyorsunuz? Hiçbir şirketin küresel marka
değeri ya da uluslararası imajı çalışanlarının haklarından
daha önde ve daha önemli sayılmamalı.
Grev
yasağının fikir babası AKP’li Metin Külünk diyor
ki, “Pilot ve kabin ekibinin emeklerine saygılıyız, hak aramak
ayakta alkışlanır ama millete ait kurumu bertaraf etme hakkı da
kimseye ait değildir.” Korsan taksiciliğe cezalar getiren yasa
teklifinin içine sokuşturulan havacılık işkolunda grev
yasağı getirme hakkı niye size ait o halde? Yüzde 50 oy
aldığınız için mi?
Türkiye,
dünya üzerinde, çevre ve doğa korumacılarına en az kulak veren
ülke diyebiliriz. Kayıtlara dünyanın en büyük ikinci nükleer
reaktör felaketi olarak geçen Fukushima’da olanlar sonrası doğa
zehrini üzerinden atamadan, Türkiye “nükleer santral yapılmazsa
ölecek” hastalığına tutulmuş gibi koşar adım nükleer
reaktör yapmak için uğraşıyor. Cuma günü Anayasa Mahkemesi,
Akkuyu’da nükleer santral kurulmasına ilişkin anlaşmanın
yürürlüğünün durdurulması talebini reddetti. Başbakan
Erdoğan’ın “Akkuyu santrali derhal
hızlandırıla” talimatı vermesinden sonra, santralin
yapılması planlanan bölgeye 15 km. uzakta deprem meydana geldi.
Deprem fay hattında yapılmak istenen santralin ihale, yarışma
ve rekabet kurallarının hiçe sayıldığı, yapım ve işletme
hakkının ihalesiz olarak dünyada denenmemiş, kendi ülkesinde
bile hakkında soruşturma yürütülen bir firmaya teslim edilmesi
göz göre göre hukuku hiçe saymaktır. Diyelim ki,
enerji meselesi de çok stratejik, mutlaka kurmayı aklınıza
koydunuz. Bu durum, kamu yararı ve hukuk devleti ilkelerini
yok saymanızı gerektirir mi? Türkiye’de nükleer reaktörü
denetleyecek bağımsız bir kurumun olmayışını, kaza, risk
analizlerinin halka anlatılmamasını nasıl izah edebilirsiniz?
Akkuyu NGS şirketi 12 bin kişiyi istihdam edeceklerini söylüyor.
Dünyada reaktör başına 400 kişi çalışıyor. Bugüne kadar
dünyanın hiçbir nükleer santralinde 12 bin kişinin çalışmadığı
yalanına neden göz yumuyorsunuz?
Yine
cuma günü TBMM Çevre Komisyonu’ndan “Tabiatı ve
Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu Tasarısı”nın 14
maddesi kabul edildi. Adındaki koruma sözüne aldanmayın, yağma
ve talana imkân veren bu tasarıyla çevre varlıkları üzerindeki
her türlü koruma kararı kaldırılabilecek, koruma alanlarının
sınırları değiştirilebilecek, kısmen veya tamamen farklı bir
statüye geçirilebilecek. Tasarıda buna çok güzel bir kılıf
da var: Yeniden değerlendirme. Böylece, her türlü çevre talanına
karşı bir miktar koruma getiren SİT alanı uygulaması
tarih olacak. Yetkilerin tamamının Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı ile Orman ve Su İşleri Bakanlığı’na
devredilmesiyle, uygun görülen yer “yeniden
değerlendirmeye” tabi tutulacak. Bu yasanın, bundan
sonra dereleri, gölleri, ormanları, dağları, ovaları
şirketlere peşkeş çekeceğini uzun uzun anlatmaya gerek
yok. Bu tasarı, kültürel ve tabiat
varlıklarının korunmasına da zarar verecek. Çünkü, tasarı,
2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kanunu’nun,
milli park ve birinci derece SİT alanlarının kullanıma açılması
önünde oluşturduğu engelleri, yaptığı mevzuat düzenlemesi ile
önlüyor. Tasarıya göre, bilimsel ve teknik nitelikte
kurumlar karar süreçlerinde tamamen yok sayılıyor. Tüm yetki
iki bakanlığın oluşturacağı kurullarda olacak. SİT kararları,
milli parklar, tabiat parkları, doğal alanların korunması ve bu
alanların kullanıma açılması ile ilgili konularda hükümet,
başına buyruk şekilde hareket edebilecek. Yalnız tüm bu
kararları alırken unutulan bir şey var. Doğa sadece sizin
seyrinize sunulmuş bir manzara değildir... Doğa yoksa siz
de yoksunuz...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)