Avrupa’da GDO alarmı

İnsan kendi felaketini kendi eliyle hazırlamaya ne denli meraklı ve bunu nasıl da şevkle yerine getiriyor. “Sofranıza ulaşan yiyecekleri yemek uğruna sağlığınızdan vazgeçmeniz gerekecek” dense, muhtemeldir bu cümleye muhatap herkes “önce sağlık” diyecektir. Ancak, devamında artık şu soruya da hazır olmanız gerek: “Sofranızdaki etin, sütün, yumurtanın, peynirin, meyve ve sebzelerin nereden geldiğinden, çocuklarınızı neyle beslediğinizden haberiniz var mı? Sofranızdaki bu ürünlerin sağlığınızı, geleceğinizi tehdit eden bir düşman haline gelebileceğinin farkında mısınız?” Bir ay önce Türkiye Gıda Dernekleri Federasyonu’nun, Biyogüvenlik Kurulu’na yaptığı 29 adet GDO ithalatı başvurusunu geri çekmesi, hiç şüphesiz bu alanda alınmış önemli bir yoldu. Ancak, GDO üreticisi firmalar öyle güçlü lobilere sahip ki, GDO’lu ürünlerini bir ülkeye sokabilmek için her yola başvurabilir, büyük bütçelerle organik ürünlerin hiçbir besin değerinin olmadığı şeklinde kampanyalar yaptırıp, GDO’lu ürün üretilmezse insanlığın açlığa mahkûm olacağına ve dünyanın sonunun geleceğine dair insanları inandırabilir. Dünyanın her köşesinde temsilcileri ve müttefikleri bulunan bu şirketler öyle etkili ki, bir ürüne yasaklama geldiğinde hemen yenisini üreterek piyasaya sürebilir. Son zamanlarda, başka yöntemleri daha var. GDO üreticisi dev şirketler, organik ürün üreten şirketleri satın alıp bünyelerine katarak, hem bu şirketleri paravan gibi kullanıyor, hem onların bağımsızlıklarına ve güvenilirliklerine gölge düşürüyor. Fakat, artık onların da işi giderek zorlaşıyor. Geçen hafta, Fransa’da devrim niteliğinde bir bilimsel buluşa imza atıldı, bugüne kadar GDO hakkında olumsuz olarak bilinen, tahmin edilen ya da iddia edilen pek çok görüş bu çalışmayla önemli bir somutluğa kavuştu. Caen Üniversitesi’nden biyolog Gilles-Eric Seralini’nin ekibi, GDO’lu tohum üreticisi ABD’li Monsanto, üretimi Roundup ilacına toleransı arttırılmış NK603 tipi mısırla beslenen ya da ABD’de tüketilmesine izin verilen seviyede Roundup içeren su verilen farelerin, normal beslenen farelerden daha erken öldüğünü açıkladı. Genetiği değiştirilmiş mısırla beslenen farelerin çoğunun kansere yakalandığı, bu tür mısırlarla beslenen dişi farelerin yüzde 93’ünde meme tümörleri belirlendiğini, erkek farelerin çoğunun ise böbrek ve karaciğer sorunları nedeniyle öldüğü kaydedildi. Çalışmayı 31,5 avro karşılığında www.sciencedirect.com/science/journal/aip/02786915 adresinden indirebilirsiniz. Araştırmanın yöntemini standart altı bularak, sonuçların şüpheli olduğuna dair görüşler de mevcut. Monsanto Sözcüsü Thomas Helscher, araştırmayı derinlemesine inceleyeceklerini belirterek, “Şu âna kadar biyoteknolojik ürünler üzerine yapılan pek çok bilimsel araştırma, ki bunların arasında yüzün üzerinde beslenme araştırması da bulunuyor, her seferinde bunların güvenli olduğunu teyit etti. Bu, dünya çapında denetim kurumlarının değerlendirmelerine de yansıdı” diye buyurmuş. Tabii, bu şirketin şaibeli geçmişine biraz göz atmakta fayda var. Her sektörde olabilecek hâkim durumunu kötüye kullanma hâli, bu şirkette doruk noktasına ulaşmış. Daha kuruluş yıllarında karıştığı skandallar, yüzlerce kişinin ölümüne neden olan kazalar ve birçok ülkede uyguladığı hukuksuzluk nedeniyle çarptırıldığı cezalar saymakla bitmez. Birkaç yıl önce Fransa’da bir mahkeme, bir çiftçinin şikâyeti üzerine Monsanto’nun ürettiği tarım ilaçlarının yaydığı zehirli gazlardan ötürü sorumluluğu olduğuna hükmetti. Kısa süre önce, Monsanto, Brezilya’daki bir yargı sürecinden sonra beş milyon çiftçiye 6,2 milyar avro ödemeye mahkûm oldu. Daha önceleri, Vietnam savaşı sırasında ABD ordusunun kimyevi ürünlerini kullanmasıyla iyice ünlenmiş olan Monsanto, kamuoyunda PCB ve Sarı Ajan isimli tarım ürünleriyle de özdeşleşmiş bir şirket. Fransa’daki araştırma sonuçlarının paylaşılmasının ardından Avrupa’da, bu konunun yeniden ele alınması ve GDO’ların yeniden değerlendirilmesi gündeme geldi. Araştırmaya Avrupa hükümetlerinden ilk tepki verenlerden biri de, Avusturya Tarım ve Çevre Bakanlığı oldu, GDO’yu askıya aldığını açıkladı. Hâlihazırda Avusturya’da GDO’lu mısır ekimi sınırlandırılmış durumda. Belçikalı ve Fransız yetkililer de, bu çalışmayı son derece ciddiye aldı. Hatta, AB’ye üye diğer devletleri Brüksel’deki Avrupa Komisyonu’nu bu konuda hızlı bir karar alma sürecine yönlendirme çağrısında bulundular. Bu arada yeşil hareketin önde gelen isimlerinden Fransız çiftçi ve Avrupa parlamenteri José Bové, AB kurumlarını GDO ürün ekimini men etmeye davet etti. Fransa’daki bilimsel tesbit yakında yapılacak iki büyük organik hareket için de büyük önem taşıyor. Dünya genelinde binlerce kişi, 2 ekimde başlayıp 16 ekimde Dünya Gıda Günü’nde sona erecek tohum özgürlüğü küresel ittifakının iki haftalık eylemine katılacak. Dünya çapında ekolojik sürdürülebilirlik adına önemli bir etkinlik olacak. Diğer yandan, 9 kasımda California’da gıda etiketlerinde “Bu ürün GDO’ludur” bilgisinin yer alması için referanduma gidilecek. Right to Know (Bilmek Hakkı) sloganlı kampanyadan yüzde 90 evet çıkması bekleniyor. Büyük GDO şirketlerinin sadece etikette yer alacak bir bilgi için nasıl bir karşı kampanya yürüttüğünü ise anlatmaya gerek yok. Albert Einstein der ki, “Dünya yaşamak için tehlikeli bir yerdir, kötülük yapanların yüzünden değil, durup seyreden ve onlara ses çıkarmayanlar yüzünden...” Toplumların GDO ile mücadelesi daha yeni başlıyor...

Nükleer santral ve ahlak

Bilimselmiş gibi bir üslup benimseyerek, dünyanın geniş kesimleri tarafından kabul edilmiş birtakım gerçekleri çarpıtarak kamuoyuna sunmak ve hatta propaganda malzemesi hâline getirmek, bu iktidar döneminde epey yaygın bir davranış biçimi hâline geldi. Bunu bugün kentsel dönüşüm planlamalarında, Haliç’teki metro köprüsünün İstanbul’un siluetini bozması meselesinde, doğayı tahrip eden, SİT alanlarını inşaata ve talana açan yasalarda, HES, kömürlü termik santraller gibi enerji projelerinde, başını TOKİ’nin çektiği envaiçeşit inşaat projesinde sıklıkla gözlemliyoruz. Bunun en spesifik örneklerinden biri de şüphesiz nükleer santralle ilgili olanları. Türkiye’de özellikle enerji sektöründeki yatırımlarda, çevreye, sanayiye ve istihdama olan etkilerinden tamamen bağımsız şekilde hareket ediliyor. Bu da genel bir vizyonsuzluğun, “ben yaptım oldu” anlayışının, halkın geniş kesimlerini ilgilendiren projelerin kamuoyu ile istişare edilmesi olgusuna sahip olunmayışının tezahürü olsa gerek. Arzın değil, talebin yönettiği enerji politikaları benimsenmiş olsa, zaten bugün bunları defalarca yazmak zorunda kalıyor olmazdık. Fukushima felaketinden bu yana gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin nükleer santral politikalarında önemli değişimler izliyoruz. Nükleer santral yapımını Türkiye gibi kronik, olmazsa olmaz noktasına getirmiş, enerjide “Ruslara bağımlı olmak istemiyoruz” diyerek, nükleer için Ruslara sonsuz imkânlar sunmuş bir ülkeye bu süreçte rastlamadık. Yunanistan, Danimarka, Norveç, Portekiz gibi nükleer işine bugüne kadar hiç bulaşmamışlar bir yana, başta Almanya olmak üzere kimi ülkeler gelecekte enerji planlamalarında nükleerin ne kadar yer alacağı, alternatif enerjilere ne kadar yatırım yapılacağı üzerine yol haritalarını ortaya koydular. Sadece geçen hafta bu yönde birkaç ülkeden çeşitli taahhütler geldi. Mesela, Fransa, 34 yıllık bir santralini beklenenden önce 2016’da kapatacağını duyurdu. Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande, 2025’e kadar nükleer enerji kullanımı oranını yüzde 75’ten 50’ye düşüreceği sözünü yineledi. Japonya’da Kabine Kurulu, 2030’larda nükleer enerji kullanımına son verilmesini resmen talep etti. Kurulun önerdiği yeni enerji politikası, yıllardır nükleer enerjiyi savunan Japonya’nın enerji politikalarında büyük değişimi gösteriyor. Fukuşima felaketinden önce enerji ihtiyacının üçte birini nükleer enerjiden karşılayan Japonya, bu oranı 2030’a kadar yüzde 50’ye çıkartmayı planlıyordu. Daha Akkuyu’ya yapılacak nükleer santralin hukuksal ve iktisadi altyapısı tamamen oluşturulmamışken, konu yeterince kamuoyu ile ele alınmamışken, Enerji Bakanı Taner Yıldız, ikinci santralle ilgili yılsonuna kadar kararın verileceğini açıkladı. Nükleer enerjiyi böyle iştahla Türkiye’ye kazandırmak! isteyenler, mevcut tepkiyi kırmaları gerektiğinin bilincinde. Yıldız, “Nükleerle enerjide dışa bağımlılığımız artmayacak aksine azalacak” diyor. Ancak, hukuki durumdan pek bahseden yok. Nükleer enerji ve çevre konularında uzman Prof. Dr. Hayrettin Kılıç, Türkiye ve Rusya Nükleer Teknoloji Transferi Anlaşması’na ilişkin hukuki sorunlara değindiği yazısında, durumu uluslararası nükleer zarar sorumluluğu konvansiyonları açısından ele almış: “Türkiye ile Rusya arasında yapılan nükleer teknoloji transferi anlaşmasının hiçbir maddesinde inşa eden ve işleten olarak, tasarım, malzeme ve operasyon hatalarından meydana gelen kazanın sorumluluğunun Ruslara mı yaksa Türklere mi ait olduğuna dair hiç bir hüküm yok.” Anlaşmanın 16. maddesinde, “İşbu anlaşma kapsamında işbirliği çerçevesinde oluşabilecek nükleer zarara ilişkin üçüncü taraf sorumluluğu, Türkiye’nin taraf olduğu veya olacağı uluslararası anlaşmalar, belgelere ve Türk tarafının ulusal kanunları ve düzenlemelerine göre düzenlenecektir” maddesiyle ilgili Kılıç’ın yorumu şöyle: “Yakın bir tarihte özelleştirilmesi planlanan Rosatom’un Akkuyu’da kurulacak nükleer santral ve yakıt fabrikasyonu tesislerini işleten olarak, bu santralde meydana gelebilecek kazaların Türkiye’de ve komşu ülkeler de sebep olabileceği hem ekonomik hem de hukuki sorumluğunu Türkiye’ye yüklemiştir.” Hukuksal altyapısı yok iktisaden fizıbıl mı? Bahçeşehir Üniversitesi’nden Prof. Dr. Erhun Kula da, konunun tam bir mayın tarlası olduğunu, iki ülke arasındaki anlaşmanın hiçbir uluslararası hukuksal altyapısı olmadığını, 35-40 yıl sonra sökülecek bu santralden çıkacak atıkların ne yapılacağının, nasıl depolanacağının hiçbir şekilde bilinmediğini belirterek, şöyle diyor: “Zamanı gelince bakacağız deniyor. Başbakan Erdoğan bu işe karar verdi ve onun dediği oluyor. Herhangi bir kaza durumunda, insanların nasıl tahliye edileceğin, kimin tazminat ödeyeceği gibi hukuki sorumlulukları kimin üstlendiği belli değil. Ayrıca, nükleer santralden elde edilen elektrik en az üç misli fiyata halka satılacak. TEDAŞ, fabrika çıkış fiyatı 24,7 kuruş olan fiyatın üzerine sekiz kalem vergiyi ekleyecek, şu anki elektrik fiyatı katlanacak halka sunulmuş olacak.” Özetle, nükleer meselesinde hukuki, ekonomik, çevresel sorunların yanı sıra ciddi bir demokrasi ve ahlak sorunuyla da karşı karşıyayız.

Batı yeni Mısır'a ısınıyor

Devrim sonrası Mısır, yeni devlet başkanını buldu, sıra yeni bir anayasa yapmakta ve ekonomiyi baştan aşağı toparlamakta. Dinsel ve seküler ayrışmanın ülkenin geleceğini nasıl belirleyeceği, yeni yasalar oluşturulurken şeriata ne kadar rol düşeceği, dış siyasette ve özellikle İsrail ile olan ilişkide nasıl yol alınacağı, siyaset-asker ilişkilerinin nasıl düzenleneceği, vatandaşlık ve bireysel haklar, azınlık ve özellikle Kıpti hakları, sivil toplumun alanı, kadının toplumdaki yeri gibi çare, çözüm, cevap bekleyen birçok konu bulunuyor yeni yönetimin ve toplumun önünde. Acil dikkat ve müdahale gerektiren alan ise Mısır’ın yerle bir olmuş ekonomisi. Saygınlığını yitirmiş, bin bir türlü yolsuzluğa bulaşmış Mübarek rejiminin ardından, Müslüman Kardeşler’in hızla serbest piyasa ekonomisi ortamını yeniden sağlaması, gelirdeki eşitsizliği gidermesi, bu zamana kadar bastırılmış (sadece elitlerin tekelinde kalmış) olan özel girişimin serbest bırakılarak geliştirilmesini sağlaması, bütçe ve dış açığı azaltması, hızlı ekonomik büyüme ve istihdam yaratması gerçekleştirecek bir ekonomik yol haritası planlaması için elzem. Ama ekonominin yeniden rayına girmesi ve insanların yaşam standartlarının yükseltilmesi hiç kolay değil. Mısır’ın şu anki borç miktarının 200 milyar dolar civarında olduğu belirtiliyor. Ekonomik adalet ve eşit gelir dağılımını hedefleri arasına yerleştiren Mısır devriminin yeni bir “ekonomik gerçeklik” yaratması gerekiyor. Mübarek döneminde Mısır’da ekonomi, yönetici elitlerin çıkarı için yozlaştırılmaktan çekinilmeyen, “adamına göre muamele” usulüyle işleyen bir serbest piyasa ekonomisi yoluyla ilerliyordu. Ancak, bundan sonrasında Mısır’ın Batı ekonomisinden kopuk, kendi içinde dönen, kapalı devre işleyen bir ekonomi ile yönetilmeyeceği kesin. Bunu yeniden inşa etmek de mutlaka zaman alacak. Gerçi, yakın ilişkileri vesilesiyle Katar’ın kasasını Mısır’a açması, IMF Başkanı Christine Lagarde’ın Tahran’da gerçekleştirilen Bağlantısızlar Zirvesi’nin hemen öncesinde yaptığı Kahire ziyareti, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın Mısır’a yaptığı ziyaret sırasında verdiği mesajlar, Müslüman Kardeşler yönetiminin sanıldığından daha hızlı toparlanmasını sağlayabilir. Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi, geçen ay IMF’den 4,8 milyar dolar kredi talep etti, anlaşmanın yılsonuna doğru kabul edilmesi bekleniyor. Lagarde’ın, Mursi ile görüşmesinin ardından, “Mısır halkının daha iyi yaşam standardına kavuşmak ve sosyal adaletin sağlanması gibi meşru beklentileri var. IMF olarak yardıma hazırız. IMF, geçiş sürecinin başlangıcından beri Mısır yetkilileri ile yakın diyalog içerisinde bulunarak, hükümetten gelen talep doğrultusunda teknik destek sağladı” şeklinde yaptığı açıklama dikkat çekiciydi. O toplantı sonrası, IMF ve Mısır yönetimi, eylül ayı içinde programlar üzerinde çalışıp, IMF’nin olası finansal destek modellerini görüşmek üzere anlaştı. Kimileri, en temel hak ve imkânlardan yoksun milyonlarca Mısırlıya, IMF tarzı bir serbest piyasa ekonomisi dayatmanın hiçbir fayda yaratmayacağı görüşünde. Yola IMF ile çıkmanın esaslı ekonomik reformlar için güvenilmez bir başlangıç olduğunu düşünmek son derece doğal. Öte yandan, Mısır’ın uluslararası kuruluşlardan teknik destek almadan tek başına zorlukların üstesinden gelmesi de pek kolay değil. Aslında, Mursi ve Müslüman Kardeşler, başlangıçta dışarıdan yardım almama konusunda “kendi kendini baltalayan” bir duruş benimsedi. Hazirandaki seçimden bu yana, yönetimde ciddi zorluklarla karşı karşıya kalınca Mursi, giderek daha pragmatik bir hâle geldi. Mısır’ın sorunları büyük bir bütçe açığı, döviz rezervlerinde tehlikeli bir düşüş, daha iyi okullar ve istihdam için binlerce insana ihtiyaç uluslararası yardım almadan çözmek için çok fazla büyük. Obama yönetimi de, geçen hafta yardım paketi konusunda Mursi hükümeti ile anlaşmaya yakın olduklarını duyurdu. Mısır’ın ABD’ye borcu üç milyar doları aşıyor ve Obama, bunun bir milyar dolarını silmeye hazır. Bu da Mısır hazinesini epey rahatlatacak gibi. Obama ayrıca, Mısır’da yatırım yapmak için, ABD’li şirket ve bankalara 375 milyon dolarlık finansman ve kredi garantisi vermeyi teklif etti. Geçen hafta New York Times’ta konuyla ilgili bir makale Obama’nın bu desteği vermek için Müslüman Kardeşler ile asker, demokratik bir yola girebilecek mi diye çok beklediği notunu düşüyordu. Yeniden inşa döneminde Batılı güçlerin ve uluslararası kuruluşların böylesi desteğine mazhar olmuşken, Müslüman Kardeşler’in onlara sırtını dönmesi şu aşamada pek beklenmemeli. Elbette bu ilgi Mısır’ın kara kaşı kara gözü için değil. İlginin kaynağında Mısır’ın istikrarı kadar, Mısır’ın Ortadoğu’daki önemi, İran’a karşı geleneksel ağırlığı (Tahran’daki Bağlantısızlar Zirvesi’nde Mursi’nin İranlı ev sahiplerinin gözlerinin içine baka baka ve bizim hükümetin hiçbir zaman yapamadığı şekilde İran’ın her anlamda kol kanat gerdiği Suriye yönetimini yerden yere vurması tesadüf değildi) ve İsrail’in güvenliği var. Yeni Mısır’ın, Katar, Suudi Arabistan, Türkiye ve Ürdün ile birlikte ABD’nin başını çektiği koalisyona dâhil olması Batı için hayati.

Sıra onlara geldi

Her geçen gün daha net biçimde anlaşılıyor ki, yasalar, yaptırımlar ve hatta sert ilkeler olmadan günümüz modern toplumlarının doğayı kendiliğinden koruyacağı ve başına gelen felaketlerden ders alacağı pek yok. İnsanın doğayı başına buyruk şekilde yok etmek gibi bir hakkının olmadığı bir yana dursun, işin ahlaki boyutuna ise hiç girmiyorum. Doğanın sonsuz olduğu ve istendiği gibi tüketilebileceği fikrinin, yeryüzünün farklı coğrafyalarından bağımsız şekilde hep aynı öğretilmiş davranış biçimi olarak karşımıza çıkıyor olması tesadüf mü? Üstelik, artık küresel ısınmadaki keskin hızlanmayı durdurmak için belirlenen uluslararası hedefin gerçekçi olmadığı da gün gibi ortada. 2050’ye kadar küresel ısınmanın iki dereceden fazla artmaması için çaba harcanması hedefi üzerinde uluslararası bir mutabakat oluşmuştu—ki, uzmanlar bu düzeyde bir artışın bile felakete yol açacağı konusunda hemfikir— ancak, gelinen noktada bu hedefe pek kulak asan bir ülke göremedik. Sözkonusu hedef, küresel ısınmanın başlıca sorumlusu olarak gösterilen sera gazları salımında önemli oranda kesintiye gidilmesini gerektirecek. Bu hedefe ciddi olarak yanaşmış bir ülke bulmak bir yana dünyayı en çok kirletenler, adeta “daha çok hangimiz kirleteceğiz” yarışına girmiş durumda. Bu konuda ciddi ve somut adımlar atılmasının önündeki en büyük engellerin başında güçlü petrol, gaz ve kömür gibi enerji şirketleri sıralanabilir. Zira, milyarlarca dolarlık kârlılığa sahip bu şirketlerin siyasi kampanyalara, tek işi iklim değişikliğini inkâr etmek olan düşünce kuruluşlarına ve bu inkâr faaliyetlerine çanak tutacak medyaya yetiştirecek epey sermayesi var. Başına gelen felaketlerden ders almayan, karbon salınımıyla ilgili taahhüt altına girmekten itinayla kaçınan ABD, bu tür ülkeler için verilebilecek en güzel örneklerden biri. ABD’yi kasıp kavuran aşırı sıcaklar, fırtınalar ve kuraklık sonucu nihayet tüketim bağımlısı Amerikalıların pek çoğu bir aydınlanma geçirmiş; yapılan bir çalışmaya göre artık Amerikalıların yüzde 70’i iklimin değiştiğine inanıyormuş. İklimin ani ve şiddetli olarak değişmesini insanoğlu, bizzat kendisi tecrübe etmedikçe küresel ısınmayı inkârı sürdürecek. Son pişmanlık hiçbir işe yaramadığı gibi bu saatten sonra bir seferberlik hâli ortaya konmadıkça, kaybedilenleri geri getirmek imkânsız. Dolayısıyla, küresel ısınmaya neden olan sera gazı salımının yüzde 25’inden sorumlu olan ABD’nin dün kuraklığın vurduğu mısır tarlaları ile başı dertteydi, bugün sellerle ve Isaac fırtınasıyla. Arap Baharı sonrasında Ortadoğu’da meydana gelen karışıklık ve çatışma ortamının en çok ABD’ye yaradığı geçen haftanın önemli maddelerinden biriydi. ABD’nin, geçen yıl silah satışını bir önceki yıla göre üçe katladığını, en iyi müşterilerinin de, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Umman olduğunu öğrendik. 2011’de dünya genelinde gerçekleştirilen 85,3 milyar dolarlık silah alımında aslan payını 66,3 milyar dolarla ABD almış. Doğayı kirletmenin ve küresel ısınmanın baş müsebbibi olmanın bedelini yaşadığı felaketlerle daha sık ödemeye başlayan ABD, silah satışına gösterdiği eforu biraz olsun açlıkla mücadeleye ve doğa koruma için göstermiş olsaydı, insanlığa çok daha büyük faydası olurdu. Oysa, atılacak adımlar, yapılacak listesi, insanların yapabileceklerinin çok uzağında değil, zorlu süreçler ve kapasiteler gerektirmiyor. Tarımda kimyasal kullanımının azalması, yerellik temelli bir gıda sisteminin kurulması, çevreyi kirleten enerji türlerinin sübvanse edilmesinin bırakılması, temiz enerji türlerinin desteklenmesi, enerji tasarrufunun daha iyi planlanması, karbon salınımı gerçekleştirenlerin, havayı, suyu kirletip çöplük gibi kullananların daha sıkı denetlenmesi ve bunun bedelini ödemesi, otomobile bağımlılığın azaltılması yapılabileceklerden sadece birkaçı... Ertelemek, işi yokuşa sürmek içinse hiçbir özür geçerli olmamalı... Dolayısıyla, küresel ısınmanın önüne geçilemezse, ABD Hükümeti veya karbon salınımıyla ilgili bağlayıcı adımlara ekonomik kaygıları gerekçe göstererek karşı çıkan diğer hükümetlerin pek yakında itiraz için bir sebebi kalmayabilir. ABD’li MIT Üniversitesi’nde yapılan bir çalışma, sıcaklıklardaki kısa süreli ve geçici artışların bile ekonomik büyümeyi düşürdüğünü gösteriyor. Projenin yöneticilerinden Profesör Benjamin Olken, bu etkinin sadece tarım sektörüyle ilgili olmadığını, yatırım, siyasi istikrar ve sanayiye etkileri gibi geniş bir yelpazeyi olumsuz etkilediğini belirtiyor. İklim değişikliğinin yıkıcı etkilerini reddetmek ve iklim değişikliğine karşı pozisyon almak çok fazla sürdürülebilir bir durum değil. Politikacılardan da çok fazla şey beklememek lazım. Zengin ülkeler sera gazı salınımlarını azaltıp küresel ısınmayı kontrol altına almadıkları sürece kriz derinleşecek. Bugüne kadar dünyanın iyi yaşayan azınlığı sıra kendilerine hiç gelmeyecekmiş gibi açlıktan kırılan, iklim mültecisi hâline gelen, türlü felaketle boğuşan, topraklarını kaybeden çoğunluğu uzaktan seyrediyordu. Şimdi sıra onlara geldi...

Midilli'de kriz yok

Tatilin rehavetinden kurtulan Avrupalı liderler, geçen hafta kaldıkları yerden krizdeki Yunanistan’ın geleceğini istişare edip Yunanlara sert mesajlar vermeyi sürdürürken, Yunan tarafı da mali krizin getirdiği kemer sıkma önlemleri arasında biraz olsun nefes alma peşinde. Yunanistan kendi krizini en ağır şekilde yaşarken, buna bir de diğer Avrupa ülkelerindeki krizler eklenince, ülkenin turizmi de ciddi şekilde darbe aldı. Ancak, bu noktada Yunanistan’ın imdadına sanki Türkler yetişti. Şimdilerde Yunanistan’ın en revaçta olan turizm beldeleri olan adalarını Avrupalılar yerine Türkler dolduruyor. Özellikle Avrupa ülkelerinden Yunan Adaları’na giden turist sayısında bu yıl yüzde 50 düşüş gerçekleştiği belirtilirken, Türkiye’den gelen turist sayısında ise ciddi patlama var. Böylece, Türkiye’nin Ege kıyıları karşısında bulunan Yunan Adaları, Ramazan Bayramı vesilesiyle geçen hafta epey hareketlendi. Türkiyeli turistlerin Yunan Adaları’na gerçekleştirdiği bu “çıkarma” sayesinde Yunanistan’ın genelinde hissedilen krizin etkileri, adalarda bir nebze olsun hafiflemiş görünüyor. Bayram tatili vesilesiyle sadece Midilli Adası’na gelen Türk turist sayısı 2500 civarında. Bu geliş gidişler ada halkını memnun ediyor. Midilli’nin yerel gazetelerinden biri bayramın bitişinin ardından “Yaşasın Bayram” manşetiyle çıktı. Tüm bu gelişmelerde Yunanistan’ın başlattığı “limanda hızlı vize” uygulamasının da etkili olduğunu söylemek lazım. Ekonomisi kendi içinde dönen ve en önemli üretim kalemi zeytinyağı olan Midilli Adası’na turizmin de hareketlenmesiyle anakarada görülen sıkıntılar, kaos ortamı pek uğramamış görünüyor. Onlar da Türkiyelilerin geliş gidişlerinden memnun ki, daha önce hemen hemen hiç rastlamadığım kadar Türkçe broşürle, Türkçe yönlendirmelerle gelenleri karşılıyorlar. Daha önceki gelişlerimden farklı olarakdikkatimi çeken bir diğer ayrıntı ise, adanın gitgide daha fazla rüzgâr ve güneş gibi yenilenebilir enerji kaynaklarına yatırım yapıyor oluşu. Krizdeki bir ülkenin alternatif enerji kaynaklarına yatırım yapıyor oluşu her açıdan takdire değer. Batı Avrupa ülkelerinin sürekli “vergi vermeyen” bir ülke olarak lanse ettiği Yunanistan’da o işler de artık değişiyor, hayat eskisi gibi değil. Krizin bu hâle gelmesinde ülkedeki vergi kaçakçılığının ulaştığı boyutlar, rüşvet mekanizması ve devletin vergi toplama konusundaki zaafları etkili olmuştu. Bugüne kadar Yunanistan’ın Avro’dan çıkmasına bir tabu gözüyle bakılırken, Avro’dan çıkışın “yönetilebilir bir durum olacağı” Avrupa’nın en üst düzey bürokratları tarafından dile getirilmeye başlamıştı. Ülkelerin üzerindeki böylesi kötü imajları ne kadar güç olduğu herkesin malumu. Ancak, bazı rakamlar krizdeki Avro Bölgesi ülkelerinin, Yunanistan kadar ekonomisini düzeltmek için gayret göstermediğini ortaya koyuyor. Mesela, Yunan hükümeti, son iki yılda GSYH’nın yüzde 20’si oranında vergileri arttırıp, harcamaları azaltmış. Bu rakamlar da bugüne kadar Portekiz ve İspanya’nın yaptıklarının beş katına tekabül ediyor. Daha önce pek de vergi ödeme alışkanlığına sahip olmayan Yunan halkı da artık alışkanlıklarını değiştirmişe benziyor. Yunanistan’da hükümetin gelirleri arttırabilmek için emlak sahiplerine getirdiği yeni ek vergiler, halkın belini bükmiş vaziyette. Tüm bu resme genel olarak bakacak olursak, Ege’nin iki yakasındaki halkların yeni bir ilişki, yeni bir keşif ve yeni bir iletişim süreci içinde olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye ve Yunanistan ilişkileri —her ne kadar Türkiye ile ilişkilere mesafeli duran bir Andonis Samaras liderliğinde bir hükümet iktidarda olsa da— adalar üzerinden yeni bir boyut kazanıyor. İki ülke arasındaki geliş gidişleri sadece ticari bir alışveriş ilişkisi olarak görmemek lazım. Ayvalık, Foça, Dikili ve İzmir civarından gelen Rum Ortodoks mübadillerin iskân edildiği adadaki göçmen köylerinden olan Skala Loutron balıkçı köyündeki küçük müzede Anadolu’dan göçerken, beraberlerinde getirebildikleri eşyalar sergileniyor. Türkiyeliler ve Yunanistanlılar, bu müzede geçen hafta ortak bir etkinlik düzenlediler. Dolayısıyla sadece turizm ya da ticaret odaklı değil aynı zamanda unutulmuş, geçmişte kalmış ortak değerlerin yeniden canlandırılması, ortak hafızanın hatırlanması açısından bu tür birliktelikler önemli. Türkiye’nin uçsuz bucaksız vurdumduymazlığı ile dış politikasında kaş yaparken göz çıkarma hâllerini bir yana bırakacak olursak, Ankara’nın gündeminde “nasıl yapsak da Yunanistan ile ilişkilerimizi canlandırsak” gibi bir maddenin olmadığı aşikâr. Öte tarafta Atina’daki kriz hükümetinin de bu ilişkiyi canlandırmaya ne vakti ne de mecali var... İnsanların birbirleri hakkında değil de birbirleriyle konuştuğu bir ortak değerler haznesi meydana getirebilirsek, hayatı hem kendimize hem çevremize daha yaşanır bir hâle getirebiliriz. Midilli’de olduğu gibi...

Daha fazla kamu taşımacılığı


Türkiye’de bulunduğu makamı olur olmaz gözümüze sokmaya meraklı isimlerin başında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş geliyor. 10 milyar liraya yakın bir yatırımla yapılan metro hattı açılıyor diye olay oluyor. Metroyu, 20 yıldır aynı partinin idaresindeki büyükşehir belediyesi yapmayacaktı da kim yapacaktı? Sanki kamunun ve yerel idarenin dışında toplu taşıma meselesini çözecek başka bir kurum varmış, bu işleri hayata geçirmek rekabete açıkmış gibi...
Topbaş, cuma günü açılış töreni gerçekleştirilen Kadıköy-Kartal metro hattının açılışından önce 14 ulusal gazetenin birinci sayfasında padişah fermanı gibi berbat tasarımlı bir ilanla karşımıza çıktı. Kamu taşımacılığı yapma konusunda tek yetkili belediye, o ilanları vermese, halkın böyle bir hizmetten haberinin olmaması ihtimali mümkün mü? Açılışın kendisi zaten en büyük iletişim değil mi?
İlan metronun hizmete giriyor olmasını gözümüze sokarken, Topbaş gazetelere yansıyan bir de itirafta bulunuyordu: “Bu metrobüs sistemiyle olmuyor, yoğunluk var. Sadece metrobüs hattını kontrol eden bir komuta merkezi kurulacak, kalabalık noktaları görecek ve kalabalık yerlere otobüs gönderecek.”
Topbaş, otobüsle günlük yolcu taşıma kapasitesinin İstanbul’da dünyanın diğer benzer kentlerindekine oranla iki katını aştığını, hafif metro ve raylı sistem gerektiğini belirtiyor ve ekliyor: “Otobüsle de olacak iş değil.”

Topbaş’a birileri İstanbul’da deniz ulaşımının toplam ulaşım çözümleri içinde yüzde 3’lük bir paya sahip olduğunu, deniz ulaşımına ağırlık verilmesiyle kara ulaşımındaki kaosu azaltmaya yardımcı olabileceğini hatırlatsa...
Metro hattı açılışı tantanasının yanında kentsel ulaşım sistemlerinde alternatif geliştirmek, deniz ulaşımının kullanımını arttırmaya yönelik çözüm üretmek, arabalı vapurları daha fazla ve daha farklı yönlerde çalıştırmak da yerel yönetimlerin sorumluluğu altında olsa gerek.
Sayıları çoğaltılabilecek, dünyanın New York, Londra, Pekin, Madrid gibi önemli kentlerinin metroları 20. yüzyılın başlarında hayata geçirildi. İstanbul’da ise ilk metroya 2000’lerin başında sahip olduk. İstanbul’da CHP’li Nurettin Sözen döneminde başlatılan yatırımı AKP iktidarı sürdürdü, gerekli maddi imkânları sağladı ve bu ilk açılan metroya daha sonra yeni hatlar ekledi. Kadir Topbaş’ın şansı, hükümetin maddi anlamda tam desteğini alarak bu projeleri hayata geçirebilmek oldu. Dolayısıyla, sıklıkla totaliter rejimlerde görülen geçmişi sıfırlayarak “herşey benimle başladı” yanılgısına düşmemek, geçmişte olup bitenleri hatırlamak için biraz arşiv karıştırmak lazım.
Sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiği giderek bir muamma hâline gelen İstanbul’un devliği karşısında hayli minimal kalan metro sistemini, füniküleri, raylı sistemleri, hafif metroları alt alta koyduğunuzda ancak yüzde 10’luk bir rakama ulaşıyorsunuz. Deniz ulaşımını da yüzde 3 olarak kabul edersek, geriye kalan yüzde 87 karayolu taşımacılığının payına işaret ediyor. Metrobüslerle, otobüslerle bu trafik sorununun çözülemeyeceğinin farkına varmış bir iktidarın üçüncü köprü ısrarını anlayabilen varsa beri gelsin. Özellikle İstanbul’da ulaşım politikalarının son 50-60 yılda karayoluna odaklı olarak planlanmasından denizyolu, demiryolu gibi alternatiflerin geri planda bırakılmasından kimse ders almışa benzemiyor. Avrupa’da neredeyse orta büyüklükte bir ülke çapındaki kentin yerel yöneticisi olarak hem karayolundaki yoğunluktan şikâyet edip hem de trafik arapsaçına dönünce “üçüncü köprü karşıtları şimdi ne diyecek, işte büyük ihtiyaç” demek büyük bir paradoksu kendi içinde barındırıyor. Daha rantabl kamusal ulaşım seçeneklerine yönelmek yerine karayolu ulaşımını pompalayacak üçüncü, dördüncü, beşince köprüler ne kadar metro yaparsanız yapın, yine insanı değil araçları odağa aldığınız bir ulaşım politikasından öteye geçmez...


Milli spor olarak inşaat







İki haftadır gözümüz kulağımız Londra’daki Olimpiyat’ta olup bitenlerdeydi. Farklı farklı dallarda başarı için, madalya için yarışan Güney Afrikalı, Kübalı, Kenyalı ya da Çinli sporcularla empati kurarken, nasıl bir hayat hikâyeleri var, ne süreçlerden geçerek Olimpiyat’ta yarışacak kalibrede bir sporcu hâline geldiler, nasıl bir eğitim aldılar, kimlerden destek gördüler gibi soruları kendime sormadan edemedim. Görmesini bilene Türkiye açısından bu olimpiyatlarda meydana gelen gelişmelerin birkaç önemli sonucu var, bir tanesi spor sadece futboldan ibaret değildir, ikincisi ise spor erkeklerin tekelinde değildir. Türkiye, Londra’da son anda alınan birkaç madalya dışındaki genel başarısızlığın resmine objektif olarak bakabilirse, neden 2020’de Türkiye’de olimpiyat yapmak istediğinin de cevabını bulur düşüncesindeyim. 

Olimpiyatları gerçekleştirmeye aday ülkelerden Olimpiyat Komitesi, “nasıl yapacaksınız” diye sormaktan ziyade, “neden yapmak istiyorsunuz” sorusunun cevabını duymak istiyor. Hitler dönemi Almanya’sında, Stalin dönemi Sovyetler’inde görülen güce tapmayı ifade eden büyük binalar inşa etmek, büyüklüğe vurgu yapmak isteği şehirlere imza atmak ihtirasıyla birleşince, olimpiyat da iktidarın radarına girmiş oldu. Çünkü, Türkiye’nin olimpiyat oyunları düzenleme sevdası spor adına daha yenilikçi bir evsahipliğinden ziyade, “milli sporumuz” yakıştırması yapabileceğimiz inşaat sektörüne yeni rant kapıları açmak, yeni yandaşlar yaratmak, yeni çılgın projeler icat etmekten öte değil. 

Tüm bunların yanında Türkiye’yi bir beton felaketine döndürmüş TOKİ’nin rolünü gözardı etmemek lazım. AKP’nin kentsel hegemonyası için biçilmiş kaftan TOKİ, zaman içinde belediyeler tarafından hazırlanmış imar planlarına bağlı kalmaksızın kendi imarını kendisi çıkaran, kendi ruhsatını kendisi veren, denetlenmeyen bir yandaş zenginleştirme projesi olarak giderek ucubeleşti. Çalışma sahasının ölçeği değiştirilen yasalarla bütün Türkiye olarak genişledi, büyüdü. Sürekli şehirlerin dokularını değiştirme planları yapan iktidarın, diğer alanlarda gösterdiği muhafazakârlıktan eser göremediğimiz bir cevvallikteki inşaat faaliyetleri, bugün ekonomiyi ayakta tutan yegâne alanlardan biridir. Görünürdeki istek, sporun güç gösterisi durumundaki bu dev organizasyonunu Türkiye’de gerçekleştirmek ve bu yolla tarih sayfasında kendine bir yer aramak olarak özetlenebilir ancak, iktidarın ülkeyi yıkıp yeniden inşa etme hırsı bunun inandırıcılığı önünde ciddi bir engeldir. Yeni çılgın projeler için ardına kadar açılacak yeni bir rant kapısıdır. 

Genel olarak, olimpiyatların ekonomik getiri argümanına da değinecek olursak, karşımıza çıkan manzara pek iç açıcı değil. 2020’yi anlatmak için şimdiden söyleyelim, bu ekonomik getiri argümanını kullanmamakta fayda var. The Economist’in bu konuda yaptığı bir araştırmaya göre, olimpik oyunların pazarlanmasında genel olarak kullanılan üç farklı alan var, ekonomik getiri, insanların olimpiyat motivasyonu ile daha fazla spor yapmaya başlaması ve olimpiyat süresince dünyanın gözünün o kentte olması. En önemli vurgu ekonomik getiri konusunda. Olimpiyat oyunlarının düzenlendiği şehir hiçbir şekilde maddi getiri sağlayamıyor. Hatta böyle bir organizasyon ciddi anlamda külfet demek. 1960’tan bu yana olimpiyatları düzenleyen hiçbir şehir maddi olarak kâra geçmemiş. 

Olimpiyat oyunlarını ilk aldığında 2,4 milyar pound bütçe açıklayan Britanya’nın bütçesi en son açıklanan rakamlara göre, dokuz milyar poundu aşmış durumda. Türkiye’de 13-15 yaş grubunda olan gençlerin yarısından fazlası sportif aktivite içinde değil. Bu da 2020’de yine çok fazla madalya umudumuz olmayacak demek. 

Ayrıca, olimpiyatlar sonrası insanların sportif faaliyetlere katılmasına da çok büyük etkilerinin olmadığı yönünde görüşler var. İkincil getiriler olimpiyatların şehre yapacağı katkıya bağlı. Olimpiyatların yapıldığı kente göre, kentlere farklı farklı etkileri olmuş ancak, tek ve sistematik bir etkiden bahsetmek zor.

Dolayısıyla, muktedirlerin daha iyi, daha büyük, daha görkemli bir olimpiyat yapmaktan kastı, daha fazla inşaat yatırımı yapmak, daha fazla bina dikmek ve daha görkemli açılış törenleri yapmaktan öte değil gibi. 

Daha fazla sporcu yetiştirilmesi, sporcu yetiştirmenin önündeki engellerin kaldırılması, farklı branşlara yönelinmesi gibi işi şansa bırakmadan topyekûn bir çalışma gerekiyor. Bugüne kadar Osmanlı çizgileriyle donatılmış organizasyonlarda hep vurgulanan tesisler, büyük yatırımlar değil mi? Spor mu dediniz? Ona da bir ara sıra gelir...


HES'lere karşı savaş hukuku normu


Türkiye’nin epey yoğun gündemi arasında geçen hafta iktidar, en çabukluğu marifetiyle, ranta ve doğa kıyımına yeni bir kapı açacak skandal bir karara imza attı. 
Medyada hak ettiği şekilde yer bulamayan ve yeterince tartışılmayan mesele, son zamanlarda sıkça karşılaştığımız üzere, HES çılgınlığına dair yangından mal kaçırır gibi alınan kararlardan sadece biriyle ilgili. Bakanlar Kurulu, son olarak 18 HES inşaatıyla ilgili EPDK (Enerji Piyasası Denetleme Kurulu) ve DSİ’ye (Devlet Su İşleri) acele kamulaştırma yetkisi verdi. Bakanlar Kurulu tarafından birçok HES projesi ve termik santral için EPDK’ya, kentsel dönüşüm ve yenileme projeleri için bazı belediyelere, baraj tipi hidroelektrik santraller için ise DSİ’ye “acele kamulaştırma” yetkisi verilmesiyle ilgili kararlar Resmî Gazete’de de yayımlandı. 
İktidar hayatın her alanına, halkın her kesimine pervasızca saldırıyor, gözaltına alıyor, tutukluyor. Yaşadıkları yerlerin şirketlere peşkeş çekilmesini istemeyen ve buna karşı mücadele veren insanlar, bir yandan polis ve jandarma zoruyla susturulmaya çalışılırken, diğer yandan çıkarılan yasalarla da halkın eli kolu iyice bağlanmak isteniyor. Ekonomik büyümeyi sürdürebilmek için inşaat ve enerjiye yüklenen, Türkiye’nin her yerindeki akarsuları, nehirleri, dereleri satışa çıkaran AKP iktidarı, önünde hiç bir engel olmasın istiyor olacak ki, işi iyice tek tek proje bazına indirgemiş durumda. Türkiye’nin hemen her bölgesinden yükselen HES karşıtı mücadelenin hukuksal ve toplamsal alanda daha fazla gelişmesinden endişe duyan hükümet de, sorunu kısa yoldan halletme derdinde. 
Türkiye son dönemde ekonomik büyümeyi sürdürebilmek için daha çok iki sektöre, inşaat ve enerjiye yükleniyor. Böylece balon bir ekonomiye adım adım ilerlenirken, spekülatif kararlara da uygun bir uygulama zemini yaratılmış oluyor. Doğal olarak, bu işten kazançlı çıkanlar var. Ancak, herkesten ve her şeyden önce hükümet kesinlikle enerji çılgınlığına, yani enerji üstünden yapacağı spekülasyon için karşısına engel çıksın istemiyor
Bu noktada, Türkiye çapında ciddi bir mücadele veren DEKAP (Derelerin Kardeşliği Platformu), yaptığı açıklamada ilginç bir noktaya dikkat çekti: “Kamulaştırma Kanunu’nun 27. maddesinde vurgulandığı gibi, ‘acele kamulaştırma’ yetkisi, yurt savunması ve olağanüstü hallerde kullanılacak bir yetkidir. Bu haliyle savaş hukuku normu olan ‘acele kamulaştırma’ yetkisinin hâlihazırda bu projeler için kullanılması mümkün değildir. Bu durum proje bazında tek tek yetki verilmesi ile ‘yetki devri’ noktasındaki hukuka aykırılıkları aşmak amacıyla yapılmış olsa da, olağan durumlarda savaş hukuku normunun kullanılması hukuka aykırıdır.”
Buradan da anlaşılacağı gibi, önüne çıkan engelleri hukuksuzluğa yol açacak birtakım yöntemlerle çözmeyi alışkanlık hâline getirmiş olan iktidarın bu uygulaması, olağanüstü hâl yetkisi olan acele kamulaştırma yetkisinin kullanılmasıyla birçok hak mahrumiyetine sebep olacak. DEKAP Sözcüsü Ömer Şan, konuya dair yaptığı açıklamada, “Yargıyı hiçe saymanın, hukuku ciddiye almamanın, yasa ve yönetmeliklerin ve hukukun üstünlüğü ilkesinin ayaklar altına alınmasının apaçık göstergesidir. Başbakan’ın ‘çevrecinin daniskasıyım’ deyimini dikkate alırsak, bu karar da hukuksuzluğun, halkın demokratik tepkilerini, yaşamı yok etme girişimlerinin daniskasıdır” diyor ki, son derece haklı...
Şan, aleyhlerinde hazırlanan tüm düzenlemelere karşın direnmeye devam edeceklerini belirterek, “Bu yaşam mücadelesi sürecinde açılan 120’nin üzerindeki davada 100’ün üzerinde ‘yürütmeyi durdurma ve iptal’ kararı çıktı. Bu kararlarda, bu projelerin açıkça hukuka, kamu yararına, Anayasa’ya, yasalara, mevzuatlara ve uluslararası anlaşmalara, akla ve bilime aykırı olduğu ortaya konuyor. Bu kararları görmeyen, duymayan, hukukun üstünlüğü ilkesini dikkate almayan zihniyetten başka bir hareket beklemek akıl ve mantık dışı olurdu” diye de ekliyor. 
Buradan şu sonuçları çıkarmak mümkün. Özellikle, her HES projesinde alınması gereken ÇED raporları geçiştiriliyor, ÇED muafiyetleri ve “ÇED gerekli değildir” raporlarıyla süreç hızlandırılmaya çalışılıyordu. Bundan sonra ÇED konusuyla ilgili çıkan engeller sonrası hükümet, hemen kamulaştırmaya başvuracak. Şimdiye kadar pek çok insana mezar olan, iş güvenliği, fizibilite ve inşaat kalitesi bakımından son derece vasat HES’ler için kamulaştırma kararını alan yaşayacak. Hükümete yakın duran kamulaştırma talep edip, istediği yere kuracağı HES’le dereleri kurutacak. 

HES’lerle ilgili dava süreçlerinden sıkılan iktidar, kendisine en kestirme yolu buldu. Bu konuda karşı adım atmayan, ses çıkarmayan siyasi partiler, bu kararların ortağıdır. Bu aynı zamanda Türkiye için ciddi bir demokrasi sorunudur!



Çoğalma, nüfusu dengele ve az tüket...


İnsan kaynaklı iklim değişikliğinin geldiği noktanın en tehlikeli, en endişe verici dönemlerinden birindeyiz. Geçen hafta medyada da yer bulduğu üzere, doğanın insanı en fazla şaşırttığı yerlerden biri olan Grönland’deki yüzey tabakasındaki erime dört günde yüzde 97 seviyesine çıktı.Sadece dört günde meydana gelen erime üç ayrı uydu tarafından görüntülendi. Erime, bilim insanlarını korkuturken, iklim değişikliğinin hızı ve sonuçlarıyla ilgili kaygıları da arttırdı. Grönland’deki erimenin doğal bir olaydan mı yoksa küresel ısınmadan mı kaynaklandığı noktasında kimilerinin kafası hâlâ muğlâk. Ancak, bu noktada şu soruyu sormak lazım: Küresel ısınmanın dünya üzerindeki olumsuz etkilerine şüphecilerin inanması için daha neler olması lazım? Pek çoğumuz, doğanın intikamı yaklaşırken, küresel ısınmanın ve doğanın yok edilmesinin etkilerini bir film senaryosundan ibaret sanıyor.
Özellikle medyada gözden kaçan önemli bir boyut, bu erimenin insan eliyle gerçekleşmiş olması. Geçen hafta Guardian’da yer alan bir makalede, Grönland’deki erimede insanın payının yüzde 70’ler seviyesinde olduğu, hatta bunun yüzde 95’lere kadar çıkabileceği belirtildi. Bu durumun kuzey denizlerinde yeni deniz yollarının açılmasına ve yeni petrol/gaz arama faaliyetlerine neden olacağı ifade edilen makaleye göre, erime, yabani hayatı da son derece olumsuz etkileyen faktörler içeriyor. Böyle giderse, 2020’lerin sonlarına doğru Kuzey Kutbu’nda hiç buz kalmayabilir. Bir de, “Biz uzağız bize bir şey olmaz” diyenler için: Dört günde bir milyon metreküpten fazla buzun erimesi, tehlike çanlarının sadece Grönland’de yaşayanlar için değil, yeryüzündeki herkes için çaldığının göstergesi. Çünkü, buzsuz denizler ısınmaya daha müsait, bu ısınma da iklime etki ediyor.
İklim felaketlerinin geri dönülemez noktaya gelmeden önce acilen durdurulması için aralarındaBuğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği, Doğa Derneği, Greenpeace Akdeniz, TEMA Vakfı, 350 Ankara gibi 12 farklı kuruluş bir çağrı metnine imza attı. Çağrıda, bilim insanlarının iklim değişikliğinin ana nedeni olarak gösterdiği fosil yakıtlara olan bağımlılığın bu kaçınılmaz sonu hızlandırdığı, iklim değişikliğine sebep olan karbondioksit salımlarının üçte birinin kömür kullanımından kaynaklandığı vurgulandı. Çağrıcıların verdiği bilgiye göre, Türkiye mevcut 51 kömürlü termik santral projesiyle iklim değişikliğine çözüm değil, sebep olmaya devam ediyor.
Metindeki, “Üçüncü Köprü, nükleer santral, kömür santralleri, duble yollar gibi çevreyi yok eden ve iklim değişikliği konusunda bizi geri dönülemez noktaya sürükleyen politikalar yerine; enerji verimliliğinin yaygınlaştırılmasının, doğaya saygılı yenilenebilir enerji yatırımlarının kullanılmasıyla iklim değişikliğine uyum politikalarının hızla hayatı geçirilmesinin, Türkiye hükümetinin mutlak seragazı azaltım hedefini belirlemesinin yaşamsal bir zorunluluk olduğunu hatırlatmak istiyoruz” vurgusu da yine Türkiye’nin bu alanda hiçbir sorumluluk almadığının göstergesi...
Nature dergisinde dünyadaki ekosistemler üzerinde yüzyıl sonundan önce geri dönüşü olmayan bir dağılma sürecine gireceğini öngören bir çalışma yayımlandı. “Approaching a state-shift in Earth’s biosphere” ya da “Yerkürenin biyosferinde koşulların değişikliğine yaklaşırken” başlıklı makale, 15 farklı kurumdan 22 araştırmacının çalışmasının ürünü. Araştırmanın sonuçları son derece ürkütücü. Dünya üzerindeki farklı iklimlerin yarısı kısa zamanda yok olacak ve bu iklimlerin yerine dünyanın yüzde 12 ila yüzde 39’una karşılık gelen coğrafyalarda yaşayan canlıların daha hiç şahit olmadıkları iklim koşulları hüküm sürmeye başlayacak.
İşin daha vahimi, bu değişiklikler yavaş yavaş değil, birden olacak. Araştırmacılar doğal ortamların altüst olmasının görülmemiş bir şey olmadığını hatırlatıyor. Nitekim, Sahra Çölü 5500 yıl önce yeşil bir ovaymış. Bu altüst oluşların nedenleri daima güneşin faaliyeti gibi gezegen dışı etkenler ve doğal afetlerken, bugün hızla yaklaşan felâketin nedeni dünyada her şeyi tüketen yedi milyar insan.


Dört acil öneri

Araştırmacılar, bugün dünyanın tüm kaynaklarının yüzde 43’ünün tüketildiğini ve yüzde 50’sine ulaşılınca dengelerin bozulma eşiğine de ulaşılmış olacağını belirtiyor. Tuzlu olmayan su rezervlerinin üçte biri insanlar tarafından tüketilmekte, türlerin tükenme hızı tepe noktada, sanayi öncesine kıyasla karbondioksit salımları yüzde 35 artmış durumda. Bu tip çalışmalar yeni olmasa da, içinde bulunduğumuz küresel aymazlığa karşı alarm zilini bir kere daha çalarak gözümüzü açmaya çalışıyor olmaları önemli. 22 bilim insanı siyasi karar vericilere dört acil öneride bulunuyor.
İlki demografik baskıyı radikal bir biçimde azaltmak (Başbakan’ın kulağı çınlamış mıdır acaba), ikincisi dünya nüfusunu şimdiden yoğun nüfus barındıran coğrafyalarda sabitleyerek diğer alanların doğal bir dengeye ulaşmalarını kolaylaştırmak yani bir nevi nadasa bırakmak, üçüncüsü bugün olduğu gibi azla yetinenlerin yaşam tarzlarını zenginlerinkine benzetmeye çalışmak yerine zenginleri azla yetinmeye ikna etmek, dördüncüsü de doğal kaynakları tüketmenin önünü almak amacıyla yeni teknolojileri kullanarak yeni besin kaynakları yaratmak. Yani kalkınma ve büyüme takıntılı Türkiye’ye tercüme edilmesi imkânsız işler...


Adios ladrillo adios*


Bilindiği gibi ülkeyi adım adım, tektip, karabasan bir estetikle yeniden inşa etmeye ant içmiş bir hükümetin yönetimindeyiz. Bir ara bol bol gökdelenler, alışveriş merkezleri ve birbirinden ruhsuz rezidans projeleri konuşulurken, şimdi üçüncü köprü, yeni yollar, 16. yüzyıl taklidi camiler gibi Anadolu’nun her yerine kalıcı imzalar bırakmaya meraklı muktedirlerin projeleri dayatılıyor. Projeleri duydukça, aklım ister istemez İspanya’nın bugün geldiği noktaya takılıyor.“Türkiye’nin gideceği nokta, eninde sonunda İspanya gibi olur” diyenlere belki kötü niyetli ya da kuşkucu deniyordur, ancak, ekonomi bu kadar büyük ölçekli yatırımları kaldırabilir mi, bunlar işlevsiz hâle gelirse bunun bedelini kim öder, ayrıca verimliliğe nasıl bir katkı sağlar soruları havada cevapsız asılı duruyor. Ulusal üretime geçici katkısı olsa da sadece geçmişin diktatörlerini hatırlatan devasa hantal bina yapma inadı, parayı havaya saçmanın ötesinde, çevrenizdeki üç beş yandaşa rant kapısı açmanın dışında yeraltı zenginliği olmayan, tasarrufu olmayan ve sınırlı ihracat yapan bir ülkeyi borçlandırmanın ötesine geçmez. O borçları ödeyecek değer yaratılamadığı zaman da devletin bütçeleri denkleştirilemez hâle gelir ki, bugün İspanya’da yaşanan bundan çok farklı bir durum değil. 
Hele ki de, bu yılın ikinci çeyreğinde bina inşaat maliyet endeksi, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 6.39 artmışken. Türkiye’de büyümenin lokomotifi olarak gösterilen inşaat sektöründe maliyet yükselişiyle ilgili alarmlar çalmaya başladı bile. Geçen yılın son dönemine göre yüzde 1.83, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 6.39, dört dönem ortalamalara göre inşaat maliyet endeksinde yüzde 11.15 artış var. Tamamen yerli girdi ve hammaddeyle gerçekleştirildiği için pompalanan inşaat sektöründe maliyetler artıp satışlar azalınca, sektör durgunluğa girince ve krediler geri dönülmez noktaya gelince, gururdan geriye kaos kalır.
İspanya’da geçmişte, devasa alışveriş merkezleri, mega konut projeleri inşa etmişti ki, şimdi pek çoğu birer hayalet kente dönmüş vaziyette. Bitmiş ya da yarım kalmış çürümeye terk edilmiş binlerce konut ve sokağa atılmış milyonlarca avro para...

Bundan beş yıl önce 1,5 trilyon dolarlık milli geliriyle ve inşaat sektörünün yarattığı ivmenin etkisiyle parmakla gösterilen İspanya’nın bankaları konut sektörü kaynaklı krediler nedeniyle krize girdi. Cuma günü onaylanan 100 milyar avroluk yardım paketi, kamu harcamaları için değil bankaların sermaye yapılarını güçlendirmek için kullanılacak.
 Ancak, İspanya’nın küresel kriz öncesi emlak sektöründe yaşadığı şişkinlik nedeniyle, 100 milyar avronun bankaların yeniden yapılandırmasının dışında işin temelindeki soruna merhem olmayacağı belirtiliyor. İspanya, kriz öncesi ciddi oranda bir inşaat spekülasyonu içindeydi. Sadece, 2007’de bir milyon adet konut inşasıyla İngiltere, Fransa ve Almanya’nın inşaat sektörünün toplamından daha yoğun şekilde üretim yapma peşindeydi. Bankacılık sektörü ve uluslararası yatırım şirketlerinin başını çektiği spekülatif hareketler, konut kredilerini balon gibi şişirirken, kârları da körüklüyordu. Bankalar, inşaat şirketlerine ve emlak alacak insanlara borç vermek için birbiriyle yarışıyordu. Emlak balonu patlayana kadar, herkes kendi payına düşeni alıyordu. Ülke, arsası değerlenenler, arsaların imar durumunu değiştirerek rant elde eden ve yandaşlarına rant dağıtan belediyeler, inşaat şirketleri, bankalar, konut ve işyerlerini kapatıp yüksek kârlarla satan yatırımcılardan geçilmiyordu. Bu arada, aşırı konut üretiminin ekolojik anlamda geri dönülmez tahribatlar yarattığı da meselenin bir başka önemli boyutu. 2008’de başgösteren krizden İspanya’nın dış kredi kanalları kurumaya yüz tutunca, sektör durgunluğa girdi. 
Şimdi soru şu, bankalara enjekte edilecek olan 100 milyar avroluk taze kan olarak nitelendirilen para tekrar spekülatif hareketler için kullanılır mı? 
İspanyol bankaları şu sıralar ellerindeki gayrımenkul varlığını en aza indirmeye konsantre olmuş durumda. İspanya Merkez Bankası, bankalardaki kötü kredilerin 156 milyar avroya ulaştığını açıkladı. Bu bankaların toplam kredilerinin yüzde 8.95’i seviyesinde ve 1994’ten bu yana ulaşılmış en yüksek rakam. 

2008’e kadar İspanya, çevre ülkeleri kıskandıran bir neoliberal başarı öyküsüydü. 
Büyüme oranı yüksekti, işsizlik azalmıştı ve kamu maliyesi sağlamdı. İnşaat, gayrımenkul ve hızla artan özel hanehalkı borçları İspanya’nın hızlı büyümesinin dinamolarıydı. İnşaat çılgınlığına devam etmek için başta “konut ihtiyacı” olmak üzere hep bir bahane vardı. Özellikle bölgesel tasarruf bankalarıyla agresif şekilde desteklenen gayrımenkul kredileri aşırı bir noktaya gelince, patlama kaçınılmaz oldu.
Sonuç olarak bugün İspanya’da boş duran üç ila beş milyon arası konut var.
İspanyol emlak danışmanı ve avukat Jose Luis Ruiz BartolomeAdios ladrillo adios (*Elveda Tuğla Elveda) adlı kitabında İspanya’nın yaşadığı bu emlak furyasını dile getirerek, bugün yeni şehirleşme planı ve fiyatlarda yüzde 70 indirim olmadan bina satmanın imkânsız olduğunu belirtiyor. Bartolome, denetimle görevli bakanlık ve kamu kuruluşlarının, bankaların ve inşaat şirketlerinin“hızla duvara doğru giden bir sistemin ortak suçluları” olduğunu anlatarak, insanların borç-harç iş bilmeden emlak işine girdiğini söylüyor. Risk kriterlerinin yerini seçim kriterlerine ve kimi seçilmişlerin megalomanisine bıraktığını ifade eden Bartolome’nin sözleri sadece İspanya için geçerli olmasa gerek. Bazen küresel bir krizin sizi teğet geçmesi yetmez, zaten siz kendi krizinizin tüm şartlarını kendi ellerinizle yaratmışsınızdır.




İstanbul'un toprağı altın ama denizi değil!


Kendilerinin yarattığı trafik eziyetini ne zaman üçüncü köprü için gerekçe olarak pazarlayacaklar diyordum ki, cuma günü gazetelerin üçüncü köprü güzellemesinden geçilmediğini gördüm. AKP iktidarı deprem korkusuyla kentsel dönüşümü, trafik eziyetiyle de üçüncü köprüyü meşrulaştırmaya çalışıyor. Geçen hafta Türkiye ve İstanbul, bir yandan İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın açıklamalarıyla diğer yandan Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın taslak projeyi tanıtmasıyla senkronize şekilde üçüncü köprü propagandasına maruz kaldı. Topbaş, köprü bakımı nedeniyle İstanbul’da haftalardır yaşanan trafik kaosuyla ilgili ağzındaki baklayı çıkardı, “Üçüncü köprüye karşı çıkanlar şimdi ne diyecek? İşte ihtiyaç. Marmaray projesini arkeolojik kazılar nedeniyle dört yıl geciktirdiler. Ben mi sorumluyum? Ayrıca köprü bakım işi benim değil” diyerek, hem işin içinden sıyrılmaya çalıştı, hem de dolaylı olarak üçüncü köprüye teslim olunması gerektiği mesajı verdi. Köprü bakımı görevi olmayabilir ancak yerindelik ilkesi gereği kent ulaşımında sorumluluk yerel yönetimlerdedir, dolayısıyla kent ulaşımının sağlıklı biçimde işlemesini sağlamak da sizin işiniz olsa gerek...
Kentsel ulaşım sistemlerinde alternatif geliştirmek, deniz ulaşımının kullanımını arttırmak, arabalı vapurları daha fazla saat çalıştırmak üç hafta sonra akıllarına gelmiş. Köprü tıkanınca, deniz ulaşımı keşfedilmiş. Ancak Topbaş, deniz ulaşım rakamlarına bakmış ve vatandaşın ilgi göstermediği kanaatine varmış. Bugüne kadar kent içi ulaşımda denizden ne gibi alternatif hizmetler sundunuz da halk geri tepti acaba? 31.5 kilometre Boğaz tarafından, 7.5 kilometre ile Haliç tarafından bölünmüş olan İstanbul, 75 kilometrelik Marmara kıyı şeridiyle deniz ulaşımı açısından dünyanın hemen hemen hiçbir büyük metropolünde rastlanmayacak doğal imkanlara sahip. Buna rağmen, İstanbul’da deniz yoluyla yapılan ulaşım, toplam ulaşımın sadece yüzde 3’ünü oluştururken, ulaşımın neredeyse tamamının karayoluyla yapılıyor olması bunun açıklaması ya da bahanesi olmamalı. İktidar, tüm Boğazı monoblok betonla kaplamaya karar verse, “İktidar ne de güzel düşünmüş” diyebilmek için hazır beklemede olan bir güruhun varlığı da en az bu sırf rant hedefli ve doğa düşmanı planlama kadar rahatsız edici.
Kent ulaşımı planlamasında ve uygulamasında merkeze “insan” faktörü alınmadığı sürece bu tür yönetim zafiyetleriyle daha çok karşılaşırız. Ulaşımın “araçlar için değil, insanlar için” olduğunu şehir planlaması yapan kent yöneticilerinin anlaması gerekiyor. Bunun bilerek veya bilmeyerek göz ardı ettikleri çok açık zira. Bu anlayış İstanbul’u, insanların rahatça yaşayabildiği bir kent olmaktan ziyade, araçların rahatlıkla her yere girip çıkabileceği bir yollar ve yapılar silsilesi haline getirdi. 1950’lerden bu yana uygulanan ulaşım politikaları, karayoluna göre çok daha ekonomik olan deniz ve demiryolunu geri planda bırakarak oluşturuldu. Her gelen yeni iktidar da karayolu ulaşımını daha da arttıran projelerle aynı yönde devam etti.
Aslında bütün cevaplar şu soruda gizli: Diğer köprülerde de olduğu gibi üçüncü köprü kimlerin işine yarayacak? Ekonomik ve siyasi rantın peşinde olanların... Arazi kullanım biçimleri ve kararlarıyla ulaşım arasındaki ilişki kentsel ulaşımla yakından ilgilenenlerin malumu. Esasen kentsel ulaşımda marifet, maliyeti daha düşük, etkinliği yüksek bir sistemi başarıyla işletebilmekte. Daha rantabl ulaşım seçenekleri varken, sadece karayolu ulaşım politikalarına ağırlık vermek, rant alanları yaratmak dışında başka bir seçenekle izah edilemez. Üstelik doğaya, insana, tarihe ve kültüre saygı gibi evrensel kriterlerin, kent siluetlerinin hiç sayıldığına defalarca şahit olmuşken... Kentsel projelerin gerçekleştirilmesinde demokratik ve katılımcı bir karar süreci gerekliliğine ise hiç girmiyorum. Kenti yeniden yapılandıracak projelerde sağlanması gereken, “toplumsal konsensüs” bu iktidarın lügatında yok çünkü.
Kitle taşımacılığı içinde birim taşıma maliyeti en düşük olanın deniz taşımacılığı olduğu pek çok çalışma ile netleştirilmiş bir gerçek. Bu nedenle sanayileşmiş pek çok ülke, –ki bunların pek çoğunun Türkiye’den zengin olduğunu da düşünürsek– kent içi taşımacılıkta yoğun şekilde deniz ulaşımını tercih ediyor, deniz ulaşımının kullanımını arttırmak için farklı teknolojiler geliştiriyor.
Dolayısıyla deniz ulaşımı verimli şekilde kullanılamadığı sürece, trafik sorunu devam edecek, trafik kaynaklı CO2 kirliliği artarak şehir daha da kirlenecek, şehir tekrar ve yeniden kontrolsüz şekilde büyüyecek, rant alanlarına yenileri eklenecek. Bitmek bilmeyen şehirsel sorunlar gitgide katmerlenecek. Üçüncü köprü, dördüncü, beşincinin önünü açacak.

Betona tapanların hikayesi


Geçen hafta yaşanan iki gelişme, Türkiye ile gelişmiş ülkelerin insan yaşamına bakışının ne kadar farklı olduğunu görmek için önemli bir örnek oluşturdu. Japonya’da geçen yıl meydana gelen deprem ve tsunami afetleri sonrası yaşanan nükleer santral felaketi, beraberinde küresel anlamda pek çok tartışma getirmişti. Japon hükümeti tarafından nükleer felaketi soruşturmakla görevli komisyonun geçen hafta raporunu açıklayarak, “Bu insan eliyle yaratılmış bir felakettir” demesi son derece çarpıcıydı. Komisyon, “Fukuşima’ya bir doğal afet diyemeyiz, bu felaket öngörülebilirdi ve önlenmeliydi” tesbitinde bulundu. Samsun’da dere yatağına inşa edilmiş TOKİ konutlarını sel basınca 12 kişinin ölümü için siyasiler “çok yağmur yağdı, böyle oldu” bahanesine sığınırken, Japonya’da uzmanlar, 8.9 büyüklüğündeki deprem ve sonrasındaki tsunamiyi nükleer santralda olup bitenlerle ilgili bahane olarak kabul etmiyor.
Birkaç günden beri Taraf’ta da ayrıntılı şekilde ele alındığı üzere yıllardır dillere destan başarıları(!) gözümüze gözümüze sokulan TOKİ, bugüne kadar 30 milyar lirayı aşan yatırımları ile iktidarın en korsan, en başına buyruk kurumu niteliğinde. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 1990’lardaki İstanbul Belediye Başkanlığı döneminden bu yana gözbebeği TOKİ, delik deşik edilen Kamu İhale Kanunu ile AKP’nin 10 yıllık iktidarı döneminde devlet müteahhitliğinin yerini aldı. Dar gelirlilere konut edindirmek, acil konut ihtiyacını karşılamak gibi temel nedenlerle kurulan TOKİ, gittikçe kuruluş amacından uzaklaştırıldı. Bunun yanında kent merkezinde yaptığı konutları yüksek fiyatlarla satışa sunarak dar gelirli kesimler için ise arsa fiyatlarının düşük olduğu kent merkezi dışındaki alanlarda konut üretmesiyle zaten kuruluş amacını çoktan terk etmiş bir görüntüde. Gecekondu bölgelerinde kentsel dönüşüm adı altında TOKİ, arazileri dar gelirli vatandaşlardan alıyor, onları kent dışında Hazine’den aldığı arazilerde ürettiği konutlara götürüyor, rantın yüksek olduğu gecekondu bölgesi ve kent merkezindeki alanlarda ürettiği konutları ise daha yüksek gelir düzeyindeki vatandaşlara satıyor. İktidar, bir taşla iki kuş vuruyor, hem fakirden alıp zengine satıyor hem de TOKİ yoluyla sınıf ayrışmasını hızlandırmış oluyor.
AKP’nin kentsel hegemonyası için biçilmiş kaftan TOKİ, zaman içinde belediyeler tarafından hazırlanmış imar planlarına bağlı kalmaksızın kendi imarını kendisi çıkaran, kendi ruhsatını kendisi veren, denetlenmeyen bir yandaş zenginleştirme projesi olarak giderek ucubeleşti. Çalışma sahasının ölçeği değiştirilen yasalarla bütün Türkiye olarak genişledi, büyüdü. Yıllık bilançosu, kaç kişinin çalıştığı, hangi projeden kâr, hangi projeden zarar ettiği, hangi müteahhite hangi projeyi verdiği, ne kadar yatırım harcaması yaptığı bilinmez, tamamen padişah yetkileriyle donatılmış TOKİ’nin dünyada eşi benzeri henüz yok. Zemin ve fizibilite çalışması kendinden menkul, Türkiye’nin farklı coğrafyalarında Tekirdağ’a, Manisa’ya, Urfa’ya, Van’a, Samsun’a hep aynı çirkinlikte ve yapı standardı denetimsiz olduğu için dayanıklılığı meçhul binaları sıra sıra dikmeyi sürdürüyor.

IMF bile denetleyemedi

TOKİ’nin hiçbir şekilde şeffaf yönetilmediği, herhangi bir kanun ile denetlenmediği artık herkesin malumu. Türkiye’nin IMF ile stand-by anlaşmalarının sürdüğü günlerde IMF bile TOKİ hakkında bilgi alamıyordu. TOKİ’nin Hazine garantisiyle borçlandığı, piyasaların ABD subprime mortgage kriziyle çalkalandığı 2008’de, IMF TOKİ’nin kapısını çalarak hükümetin konut politikalarını, bu faaliyetleri nasıl gerçekleştirdiğini sormuştu. TOKİ, hesapta Başbakanlık Yüksek Denetim Kurulu tarafından denetliyor. O da doğrudan Başbakan Erdoğan’a bağlı. Her seçim öncesi Başbakan Erdoğan’ın katılımıyla gerçekleştirilen görkemli açılış törenleri düşünülünce, TOKİ’nin denetlenme işi “dostlar alışverişte görsün”den öteye gitmiyor.
Ortada kamu arsalarını dilediğince kullanım ve denetimsiz şekilde konut yapım keyfiyetini ele geçirmiş TOKİ’nin konutlarında ölümler gündemdeyken, İstanbul’a dev cami yapılması tartışması da son derece sakildi. Son dönemde yoğun şekilde gündeme gelen Kanal İstanbul, üçüncü köprü, dev cami, Taksim’e kışla, Dolmabahçe’ye alışveriş merkezli dev stat projeleri, totaliter rejimlerin mimari anlayışını anımsatıyor. Hitler döneminde Almanya’da, Stalin döneminde Sovyetlerde görülen güce tapmayı ifade eden büyük binalar/anıtlar inşa etme, büyüklük ve şehre imza atma merakıyla birleşince, geriye iç karartan estetikten uzak bir iktidar teşhiri kalıyor...


Hollande ilk golü çevreden yedi


İktidara gelir gelmez AB’nin sorunlu ülkelerine yönelik çözüm önerileri konusunda kendi dediğini yaptırmada maharetli Almanya Başbakanı Angela Merkel’in sultasını sallayan Fransa’nın yeni Cumhurbaşkanı François Hollande, bu ısrarcı tavrını çevre meselelerinde gösteremeyecek belli ki. Sosyalist Parti’nin cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ardından parlamento seçimlerinde de zafer kazanmasında Avrupa Çevreci Hareketi Yeşiller Partisi (EELV) ile Sol Cephe önemli rol oynadı. Ancak, Fransa’da genel seçimlerin ardından yapılan kabine değişikliğinde Ekoloji ve Sürdürülebilir Kalkınma Bakanı görevinden alınan Nicole Bricq’in durumu ülkede ciddi bir tartışma yaratmış durumda.
17 haziran akşamı Fransa’daki seçim maratonu sonunda Sosyalistler, ortakları Yeşiller, Sol Cephe ve Sol Radikallerle Fransa’nın bütün siyasî karar mekanizmalarına hakim oldular. Zaferin üzerinden çok kısa bir süre geçmişken, Hollande çok hızlı bir hükümet değişikliğine gitti ve çiçeği burnunda Ekoloji ve Sürdürülebilir Kalkınma Bakanı Nicole Bricq’i görevinden alıp Dış Ticaret Bakanlığına kaydırdı. Yeşil çevrelerde olduğu kadar parlamenter çoğunluk içerisinde de şok etkisi yapan bu gelişmenin temel nedeni petrol lobisinin Bakan Bricq’in ayağını kaydırması olarak özetlenebilir. Bir diğer deyişle, seçim öncesi vaadleriyle Yeşiller’in desteğini alan Hollande, daha başkanlığının başında petrol lobisine yenik düşerek, bu alandaki beklentileri boşa çıkardı...
Hâlbuki cumhurbaşkanlığı seçimi sonrası kurulan hükümette Bricq’in çevre ve ekolojiden sorumlu bakan olması sadece Fransa’da değil, bütün Avrupa’da büyük beklentilere neden olmuştu. Bakan Bricq, özellikle kara ve denizde yeraltı kaynağı arama konusunda uzman. Bricq, Fransa’nın denizaşırı kolonilerinden Güney Amerika’daki Guyana’da, Shell şirketinin eski Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy döneminde elde ettiği off-shore petrol imtiyazının teknik sözleşmesini yeniden gözden geçirmek ve özellikle deniz dibine verilen zararın asgariye indirilmesi için ek taahhüt istemiş. Bu kararını da bütün off-shore petrol arama imtiyazlarına uygulayacağını açıklamış. Kıyamet de bundan sonra kopmuş. Petrol arama için yaratılacak istihdamın tehlikeye gireceği şantajıyla Guyana vilayetinin vekillerini de ayaklandıran karar, Hollande’dan geri dönerken bakanı da götürmüş.
Fransa’nın Yeşil hareketi hiçbir zaman Almanya ve kuzey Avrupa ülkelerindeki Yeşil hareketlerin seviyesine gelemedi. Hele şimdi ekonomik krizle birlikte geçim derdine düşen Fransızlar’ın gözü uzun vadeyi çağrıştıran çevre korumayı görecek halde değil. Hollande yönetiminin ilk fiyaskosunun çevre üzerinden cereyan etmiş olmasına şaşıracak bir şey yok ama Fransa’nın zayıf çevre hareketi ve teşkil ettiği kötü örnek açısından hiç hayırlı bir gelişme değil. Bricq’in görevden alınma şekli Hollande’ın yönetim stiliyle ilgili eleştirileri de beraberinde getirdi. Çünkü, görevden alma duyurusu diğer kabine üyeleriyle istişare edilmeden yapılmış.
Kabine değişikliğinde Bricq’in görevden alınarak, yerine Delphine Batho’nun getirilmesi de spekülasyonları arttırdı. Batho, göreve geldikten sonra tahmin edileceği üzere Shell, Guyana’da gereken imzaları elde etti. Bakan Batho da, “Varolan anlaşmalar devam edecek ama çevrecilerin talepleri de göz önünde bulundurulacak” şeklinde orta yollu bir açıklama yapmakla yetindi. Bricq’in selefi Sarkozy döneminin bakanı Nathalie Kosciusco-Morizet’nin dahi, Hollande yönetiminin “petrol şirketlerinden baskı gördüğünü” ifade etmesi, Hollande’ın petrol lobisine yenik düştüğü iddialarını güçlendirdi.
Yeşiller Partisi’nden Pascal Durand, “Bricq’in görevinin alınmasının ardında gerçekten Guyana’daki anlaşma mı var bilmiyorum. Eğer öyleyse kötü, çünkü bu hükümetin çevre konusunda ve aynı zamanda toplum konusunda yapacaklarına dair kötü bir sinyal” derken, ünlü Yeşil politikacılardan Noel Mamere, “Bricq, Shell’e karşı cesaretli bir duruş sergiliyordu. Shell, Guyana’da verdiği zararın benzerini daha sonra Grönland ve Kuzey Kutbu’nda gerçekleştirecek” açıklaması yaptı. Shell’in Guyana’daki temsilcisi Bruno Thome, çalışmalara gelecek hafta başlayacaklarını kaydetti. Guyana yerel hükümeti ise Shell’in çalışmalarını ülkede istihdam yaratacağı için kabul ettiklerini söyledi.
Bu aralar Fransız Yeşilleri, yüzde 2.3’lük berbat bir skor elde eden cumhurbaşkanı adayı Eva Joly’nin BM’nin Afganistan’daki kamu harcamalarının şeffaflığı konusunda hazırlayacağı raporu yazacak heyetin başına getirilmesiyle alay ededursun, Joly’nin Yeşil aday yarışında rakibi olan gazeteci ve aktivist Nicolas Hulot, Hollande’a kamu kaynağı konusunda Yeşillerin aklına bile gelmeyen radikal bir öneri getirdi: Ulaştırma, enerji, inşaat ve konvansiyonel tarım gibi çevreyi kirleten sektörlerin yararlandığı yıllık 50 milyar avroluk devlet sübvansiyonlarını kesmek ve böylece elde edilecek parayı kamu harcamaları ve ekonomiyi canlandırmaya yönlendirmek! Sosyalistlerin yeşil hareketten kaçışı yok!

 

Rize’de HES’çi Rio’da çevreci


Bundan tam 20 yıl önce Rio+20 Yeryüzü Zirvesi’nde dünya devletleri, çevre sorunları, yoksulluk, gelir dengesizlikleri, kontrolsüz nüfus artışı, doğal kaynakların doğru kullanımı gibi konularda çözüm arayışı için biraraya gelmişti. Rio zirvesi, zaman içinde hedeflediği beklentiler doğrultusunda hayal kırıklığı yaratmış olsa da, konferans iklim değişikliğinin uluslararası düzeyde tanınması bakımından önemlidir. Ancak, Rio’da yapılan ilk toplantıdan bu yana 20 yılda, dünya masaya yatırdığı konularda bir arpa boyu yol alamamış, ekolojik kriz daha da derinleşmiş, dünyanın en çok tüketenleri ve kirletenleri, ekonomik büyüme adı altında kaynakları hoyratça kullanma ve kirletme hakkını geniş geniş kullanmış, çokuluslu sanayi şirketlerinin çıkarları devlet temsilcilerinin hamiliğinde savunulur olmuş ve yıkıcı kalkınma modeli en sonunda dünyayı esir almış. 
Dünyayı en çok tüketenler ve kirletenlerin, ortak vizyon oluşturmak amacıyla 20 yıl sonra tekrar Rio’da buluşması son derece manidar, çünkü hâlâ mevcut ekonomik paradigmayı devam ettirmek isteyenler de onlardan başkası değil. Hele, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin, ekonomik büyüme ve sürdürülebilir kalkınma zırhını birer ayrıcalık olarak kullanarak, her türlü eylemlerinin mubah görülmesini istemeleri maskeyi düşürüp, arsızlığı gözler önüne seriyor. Aslında herşey, doğanın ekonomik bir kaynak olmadığını kabul etmekle başlıyor ki, devletlerin bu aynayı kendilerine tutmalarını görmek için daha çok bekleyeceğiz. Aynaya baktıklarında, bugün içi boşaltılmış yavan bir kavram olan sürdürülebilir kalkınma yerine ne koyabilirizin tartışılmaya başlanması gerekiyor ki, etrafta buna cesaret eden yok. 
Zaten, zirvenin taslak metni de suya sabuna dokunmuyor, doğayı koruma ve yoksulluğu önleme konusunda ne tür mekanizmaların kurulacağı ile ilgili bir şey demiyor. Anlayacağınız, temelde yeşil ekonominin ve sürdürülebilir kalkınmanın kurumsal çerçevesini planlamayı amaçlayan Rio’dan elde zayıf ve niteliksiz bir metin kalıyor. 
Gelelim Türkiye’nin Rio’daki temsiline... Başbakan Erdoğan, Rio’da epey çevreci bir konuşma yaptı, üstelik bir de Türkiye’yi model ülke olarak gösterdi. Türkiye’de çevre ve doğa adına yapılanları görmesek, bilmesek gerçekten doğruya doğru konuşmayı epey çevreye duyarlı bulabilirdik ama sadece konuşmada, çünkü uygulamada iktidarın nasıl antiçevreci olduğuna her gün şahidiz. 
Erdoğan’ın konuşmasından satırbaşlarını şöyle örneklemek mümkün: 
Birileri zenginleşirken, birileri fakirleşiyorsa bu büyüme sağlıklı değildir. Böyle bir büyüme yöntemi sürdürülebilir kalkınmanın önündeki en büyük engeldir.” 
Mesela, bu cümlede Türkiye’yi tarif etmiş olabilir mi?
Bugüne kadar her ne pahasına olursa olsun kalkınma gibi bir algı dünyaya egemen oldu. Kalkınma sadece ekonomik büyüme olarak, sadece rekabet gücünün artması olarak algılandı.”

İktidar, Türkiye’nin kalkınma modelinde nasıl bir değişiklik öngörüyor? 2000 civarında HES ile nehirlerin binlerce kilometre borulandığından bahsetmiş olabilir mi? Türkiye’nin büyümesi için HES’lere, termik ve nükleer santrallere ihtiyacı olduğunun pompalandığını hatta bu enerji türlerinin çevreci olduğuna iknaa çalışıldığını söyledi mi? Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’ndaki Çevre ibaresinin atılıp icraata Şehircilik Bakanlığı olarak devam edeceğini, Çevre’nin Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nda bir alt başlık olacağını ne zaman açıklayacak? 
Dünyanın belli bir bölümü fosil yakıtları gerçekten son derece müsrif tüketiyor. Büyük hacimli motorlara sahip arabalarla insanlığa ait bir kaynak tüketilirken, insanlığın ortak mülkü dünya ciddi şekilde kirletiliyor.”

Türkiye’de ciddi bir toplu taşıma ve çevreci otomobiller var da biz mi görmedik? Türkiye’de her gün trafiğe milyonlarca otomobilin çıktığını, saatlerce yollarda kaldığını, üçüncü köprünün binlerce aracın daha trafiğe çıkmasına neden olacağını anlattı mı?
Dünyanın belli kesimler tarafından ciddi şekilde kirletilmesi, eşitsizliği, adaletsizliği, hukuksuzluğu körüklüyor.”

Başbakan, Bergama’da, Gerze’de, Ergene’de Kütahya’da, Dilovası’ndaki çevre felaketlerini duymamış olabilir mi? Türkiye’nin dağına taşına maden arama ruhsatı verildiğini, 2B ile orman arazilerinin, turizm teşvikleriyle koruma altındaki milli parkların, SİT alanlarının nasıl paraya çevrildiğini bilmiyor mu? Türkiye’nin karbon salımında dünya rekorları kırdığını kimse söylememiş olabilir mi?
Bencilliğin ekonomik sisteme özellikle küreselleşen dünyada küresel ekonomik sisteme sirayet etmesi, sürdürülebilir büyüme önündeki en büyük engeldir.”

Kentsel dönüşüm adı altında insanların yaşadıkları yerlerden sürülmesi, TOKİland’ler, halkın itirazlarına rağmen yapılan HES’ler, nükleer santraller bencillik ekonomisi olarak sayılabilir mi? 
Kaynakları umursamadan metalaştıran kalkınma modeli ve hemen her ülke için örnek olarak sunulan Türkiye’den manzaralar. CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu, Erdoğan’ın “Rize’de farklı Rio’da farklı telden konuştuğunu” söyleyerek, Erdoğan’ı “Rize’de HES’çi, Rio’da çevreci Başbakan” diye tanımlamış. Eh başlığı da böylece Tanrıkulu atmış oldu!


Sürdürülebilirlik ve Rio+20 Zirvesi


Bizde ekonomik model denince yanlış anlaşılan kavramlardan biri herhâlde sürdürülebilirlik. Sürdürülebilirlik, kaynaklarla ilgili ama soyut bir anlam taşıyor. Hâlbuki kavramın temelindeki tartışma, sosyoekonomik ve çevresel faktörlerin birbirleriyle ilişki ve uyum içinde ele alınması, analiz edilmesi ve uygulanması. 20 haziranda Rio’da başlayacak Rio+20 Zirvesi’nde sürdürülebilir kalkınmanın çerçevesi ve son 20 yılda bu konuda ne kadar ilerleme kaydedildiği ele alınacak. Zirvenin iki temel teması var: Yeşil ekonomi ve sürdürülebilir kalkınmanın kurumsal çerçevesi. Ülkeler, yerel yönetimler, iş dünyasının temsilcileri, sivil toplum kuruluşları, daha iyi refah düzeyine ulaşabilmek için çevreye saygılı, sağlıklı ve temiz bir sürdürülebilir kalkınma nasıl yaratılabilir sorusunun cevabını arayacaklar. Nükleer lobi nükleer enerji için gereken yakıtın daha tasarruflu kullanıldığını öne çıkararak, nükleerin yenilenebilir olduğu tezini yine gündeme getirmekten kaçınmayacaktır. Enerji oburu ve sivil nükleer enerjiye olan iştahını ilan etmiş olan Türkiye, bakalım neler diyecek? Resmî belgelerde bakanlığın adından “Şehircilik” düşürülmüş şekilde kendini tanıtan “Çevre Bakanlığı” bakalım dünyaya neler önerecek? Türkiye’deki uygulamalardan bahsederken, kişi başına düşen seragazı salım miktarının 5,45 tona çıktığını nasıl anlatacak? Türkiye’nin tamamen fosil yakıt kullanımına dayalı bir büyüme stratejisi olduğunu nasıl izah edecek?
İklim değişikliği, küresel ısınma, hızla yükselen şehirleşme oranları, artan nüfus gibi etkiler biraraya konduğunda, sürdürülebilir bir dünya için yenilenebilir enerjiye daha fazla ihtiyaç duyuluyor. Nitekim, bu alanda ciddi adım atmış olan ve yenilenebilir enerji planlarını son derece kararlı şekilde uygulamaya geçiren ülkeler var. Bunların başında da Almanya geliyor. Almanya, Mart 2011’de Japonya’da yaşanan nükleer felaketin ardından ülkedeki santrallerin sekizini derhal, kalan kısmını da 2020’ye kadar kapatma kararı almıştı. Almanya, kademeli olarak nükleerden vazgeçme kararıyla birlikte cesur bir adım attı, güneş enerjisinden elde ettiği enerji miktarı 22 gigawatt’a ulaştı. Bu, tam kapasiteyle çalışan 20 nükleer santralin ürettiği günlük elektrik enerjisine eşit. Dünyadaki güneş enerjisi santrallerinin yarısı Almanya’da.Elektriğin beşte biri bu kaynaktan karşılanıyor. Ülkede, geleneksel sistemlere göre, epey maliyetli olan güneşten enerji üretimine büyük teşvik var. Ancak, bu durum nükleer santral işleticisi şirketlerin pek işine gelmedi, bazı santrallerin kapatılmasından sonra büyük oranda zarar ettiklerini belirten başta iki dev Eon ve RWE olmak üzere enerji şirketleri, Angela Merkel yönetimindeki federal hükümete karşı Anayasa Mahkemesi’ne dava açtı. Nükleer enerji üreticisi şirketler, zaman içinde o kadar palazlanmış, lobileri o kadar güçlenmiş ki, hükümetlere şantaj yapacak seviyelere gelmişler. Hükümetten 15 milyar avro tazminat istemeye hazırlanıyorlar. Hatta bu kadarla da kalmayıp, uğradıkları zararın yanı sıra, henüz bir kazanç elde edemedikleri yeni yatırımlarının da karşılanmasını talep ediyor. Bu durum, farklı firmalara başka ülkelerde de aynı yöntemi uygulamaları konusunda yol gösterebilir ki, bu en az nükleer enerjinin kendisi kadar tehlikeli bir gelişme.

Türkiye’nin bakışı ise yine gelişmiş ekonomilerden ve üye olmayı hedeflediği AB normlarından fersah fersah uzakta. Başbakan Erdoğan, Akkuyu Nükleer Santrali’nin zemin etüt çalışmaları ve lisanslama başvuru sürecini başlattıklarını belirterek, “Tedbirleri iyi aldığınızda, nükleer santral tehdit içermiyor. Bir yıl boyunca 24 saat nükleer santralin kapısında otursanız, bir uçak yolculuğunda aldığınız kadar radyasyon almıyorsunuz. Bu bilimsel bir tesbit. Türkiye’nin büyümesini, gelişmesini, enerjide dışa bağımlılıktan kurtulmasını istemeyenler, art niyetli şekilde kampanyalar yürütüyor” demiş. Başbakan, nükleer sürdürülebilir demeye getiriyor.

Ancak, üniversiteler pek öyle demiyor.
 Akkuyu Nükleer Güç Santrali (NGS) AŞ, projenin çalakalem yazılmış ÇED başvuru dosyasını geçen aylarda Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na sunmuştu. Bakanlık, aralarında üniversitelerin de bulunduğu bazı kamu kuruluşlarına ÇED raporuyla ilgili görüşlerini sordu. Dosyayı inceleyen Mersin Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Biyoloji Bölümü, olumsuz görüşünü bilimsel bir raporla sundu, santralin 332 kuş türünün barındığı Göksu Deltası’nı, caretta caretta ve yeşil denizkaplumbağaları ile Akdeniz foklarının yaşam alanlarını tehdit edeceği uyarısında bulundu. Ayrıca, nükleer atık sorununun küçümsendiğini belirten uzmanlar, yasal mevzuatta nükleer santral kurulması, işletilmesi, atıkların bertaraf edilmesi konusunda boşluklar olduğuna dikkat çekti.
Türkiye, termik, nükleer ve HES yapmakla uğraşırken, bir güneş ülkesi olmasına rağmen, yakın zamana kadar gerekli kanun ve mevzuat çıkarılmadığı için kurulmuş ticari hiçbir güneş enerji santraline sahip değil. Türkiye, fosil yakıtlarla çalışan enerji üretimine daha çok yatırım yapan, seragazı salımlarıyla dünyayı en çok kirleten ülkeler listesinin üst sıralarına adını altın harflerle yazdırmaya aday.


Uzun bir yol hikayesi


GÜMRÜ - Bu yıl geçen yıldan biraz daha farklı bir gündemle ama yine aynı zamanlarda yolumErmenistan’a düştü. Geçen sefer İstanbul-Yerevan uçuşuyla, Ermenicesiyle Hayastan’a gidip bir haftalık temasların ve çeşitli vesilelerle yaptığımız buluşmaları tamamlayarak, ve geride epeyce güzel hatıra da bırakarak yine Yerevan-İstanbul uçuşuyla geri dönmüştük. Bu kez ilk durağımız Kars’tan el sallansa görünecek Gümrü’ydü. Türkiye ve Ermenistan arasındaki sınır kapıları 1993’ten bu yana kapalı. Gümrü’de diaspora Ermenilerinin gerçekleştirdiği bir dizi yatırıma tanıklık etmek üzere davet edilen İstanbul ve Kars’tan Türkiyeliler ile birlikte Gümrü’ye ulaşmak üzere farklı bir güzergâh tercih edildi. Aslında tercih edildi demek çok insaflı bir tanım olmayabilir. Ermenistan ile kapalı olan Türkiye sınırı nedeniyle İstanbul’dan Kars’a gelip oradan da rahatlıkla 60 kilometrelik sınırı katederek Gümrü’ye ulaşabilirdik. Ancak, öyle olmadı, önce Gürcistan üzerinden Tiflis’e geldik. Tiflis üzerinden de saatlerce yok katederek Gümrü’ye... Hoş yeşil vadiler olağanüstüydü ama yol da uzundu. Kars’tan gelen misafirler de hem yakın hem uzak kent Gümrü’ye komşu kente gidercesine ulaşmak yerine Tiflis üzerinden arabalarıyla geçmek zorunda kaldı.
Türkler ve Ermeniler arasında ilişki kurulmayınca, iki halk birbirine uzak durdukça, birbirini yok saydıkça vicdanlar rahatlamıyor, geçmişin izleri birbirini yok saydıkça silinmiyor. “Ermeni sorunu”, Türkiye’nin öncelikli sorunlarından biri değil, hatta buzdolabına kaldırılan protokolleri düşününce, Türkiye’nin en önemli sorunları arasında sayılamayacak kadar listeden düşmüş durumda. Gündeme gelirse de hep olumsuz haberlerle gündemde yer buluyor. Ancak, Türkiye’de devlet bu sorunla gerçek bir niyetle yüzleşmeden hiçbir zaman tam anlamıyla demokratikleşemeyecek. Herşey bir niyetle başlıyor, geçen defa siyasilerin niyeti pek çok sebeple yarı yolda kaldı, ancak ikinci kez niyetlenmek çok zor olmasa gerek...
Allahtan bu durum birbirleriyle ilişki kurmak, birbirini tanımak isteyen iki halk arasında pek engel teşkil etmiyor. Hrant Dink VakfıFree Press Unlimited ve Gümrü Gençlik Girişim Merkezi’nin girişimleriyle gerçekleşen “Diyalog için Mültimedya” projesinin ürünleri,“Beklemekten Öte... Türkiye-Ermenistan Sınırından Hikâyeler” başlığıyla Galata Fotoğrafhanesi’nde bu ayın sonuna kadar görülebilir. Proje Gümrü’ye de geldi. Hatta benim açımdan bu çalışmaları izlemek, Gümrü’de kısmet oldu. Türkiye’den ve Ermenistan’dan beşer fotoğrafçının katılımıyla 2011’in yaz aylarında hayata geçirilen, sınır kentleri Kars ve Gümrü’de yaşayan insanların gündelik hayatlarını, bekleyişlerini ve yıllardır devam eden diyalogsuzluk ortamını anlatan fotoğraf projesinin ürünleri bunlar...
Proje kapsamında, Türkiye’de yapılan atölye çalışmasının ardından, fotoğrafçılar, biri Ermenistanlı, biri Türkiyeli olmak üzere ikişer kişilik gruplara ayrıldılar ve birer mültimedya belgesel hazırladı. Bu çalışmalar arasında beni en çok etkileyenlerden biri, Armine Vardanyan ve Eren Aytuğ’un,“İstasyon” projesi oldu. Bu mültimedya projesi, çalışmayan bir trenin istasyon görevlilerini anlatıyor. Filmde 32 yıldır Gümrü-Kars sınırında yaşayan bir adamın hikâyesi var. Akhuryan İstasyonu’ndan sınırın kapandığı 1993’ten bu yana hiç tren geçmemesinin getirdiği yıkıcı ruh hâli o kısacık filmde çok iyi vurgulanmış. Daha önce istasyonda pek çok insanın çalıştığını, yüklerin indirilmesinin ne kadar çok zaman aldığı anlatılıyor. Sınır kapalı olmasına rağmen altı kişi burada vardiyalı olarak bir gün sınır açılır umudunu da kaybetmeden nöbet tutmaya devam ediyor ve görevlilerden biri şöyle söylüyor: “Akhuryan’dan 1993’ten bu yana hiç tren geçmedi. Bu sınır bir daha açılacak mı, bir daha tren geldiğini görecek miyim, görmeye ömrüm yetecek mi?”

Bu yazıyı ben değil bu kez Hrant Dink bitirecek, hem sınırın açılmasına hem de Ermenistan’daki Metzamor Nükleer Santrali’nin kapanmasına yaptığı atıfla “Sınır açılsın, Metzamor kapansın”başlıklı makalesinde şöyle yazmış 2004’te: “Kars ile Gümrü halkları iki duyarlı konuda buluşabilir, ‘çevre’ ve ‘barış’ gibi, evrensel iki değerde ortaklaşabilirler mi? Ey Türkiye’min hükümeti... Ey Ermenistan’ımın hükümeti. Bu iki halkın bu ortak kaygısına ve talebine sizin bulacağınız çözüm yok mu? Var mısınız bir ilk işbirliğine? Var mısınız elbirliğiyle Metzamor’u kapatmaya... Var mısınız sınırı açmaya?”


Talan ve tahribat sezonu açılmıştır


Bir ülkede aynı anda hem kadının bireysel hak ve özgürlüklerine yönelik keskin saldırılar yaşanıyor, hem belli bir işkolunda çalışanların grev hakkı yasaklanıyor, bir yandan toplumun geniş kesimleri tarafından istenmeyen nükleer santral yapımına ilişkin kanunun iptali yargı tarafından reddediliyor, üçüncü köprü ihalesi nihayetlendiriliyor, köyüne HES yaptırmak isteyenlere zulüm ediliyor, öte yandan çevre varlıkları üzerindeki her türlü koruma kararını kaldırmaya ve doğal varlıkları şirketlerin talanına açan tasarı maddeleri ilgili komisyonda kabul ediliyor. Geçen bir haftada bunca hangi evrensel standarda göre ifade edildiği belirsiz, kendinden menkul ahlak dayatması ve hak ihlalinin yükselttiği gerilimden sonra Türkiye, sürekli cinnette, kıyamet halleri içinde bir ülke hissi vermiyor mu?
THY ile ilgili gelişmeler pek çok boyutuyla medyada yer aldı, burada zurnanın zırt dediği yer, grev hakkının neden çalışanların ellerinden alındığıdır. “Bu çok stratejik bir sektör, grev yaşanması halinde bu durumdan çok fazla insan etkileniyor” deniyor. AKP’nin işçi düşmanlığını Tekel işçilerinin eylemleri döneminden de hatırlayacak olursak, stratejik sektör fikrini kabul etmiş olsak dahi , mevcut bir hakkı çalışanın elinden alıp, yerine hiçbir şey koymadığınız gerçeğine ne diyeceğiz?Grev hakkı elinden alınan insanlara ne sunuyorsunuz, nasıl bir garanti ya da güvence getiriyorsunuz? Hiçbir şirketin küresel marka değeri ya da uluslararası imajı çalışanlarının haklarından daha önde ve daha önemli sayılmamalı.
Grev yasağının fikir babası AKP’li Metin Külünk diyor ki, “Pilot ve kabin ekibinin emeklerine saygılıyız, hak aramak ayakta alkışlanır ama millete ait kurumu bertaraf etme hakkı da kimseye ait değildir.” Korsan taksiciliğe cezalar getiren yasa teklifinin içine sokuşturulan havacılık işkolunda grev yasağı getirme hakkı niye size ait o halde? Yüzde 50 oy aldığınız için mi?
Türkiye, dünya üzerinde, çevre ve doğa korumacılarına en az kulak veren ülke diyebiliriz. Kayıtlara dünyanın en büyük ikinci nükleer reaktör felaketi olarak geçen Fukushima’da olanlar sonrası doğa zehrini üzerinden atamadan, Türkiye “nükleer santral yapılmazsa ölecek” hastalığına tutulmuş gibi koşar adım nükleer reaktör yapmak için uğraşıyor. Cuma günü Anayasa Mahkemesi, Akkuyu’da nükleer santral kurulmasına ilişkin anlaşmanın yürürlüğünün durdurulması talebini reddetti. Başbakan Erdoğan’ın “Akkuyu santrali derhal hızlandırıla” talimatı vermesinden sonra, santralin yapılması planlanan bölgeye 15 km. uzakta deprem meydana geldi. Deprem fay hattında yapılmak istenen santralin ihale, yarışma ve rekabet kurallarının hiçe sayıldığı, yapım ve işletme hakkının ihalesiz olarak dünyada denenmemiş, kendi ülkesinde bile hakkında soruşturma yürütülen bir firmaya teslim edilmesi göz göre göre hukuku hiçe saymaktır. Diyelim ki, enerji meselesi de çok stratejik, mutlaka kurmayı aklınıza koydunuz. Bu durum, kamu yararı ve hukuk devleti ilkelerini yok saymanızı gerektirir mi? Türkiye’de nükleer reaktörü denetleyecek bağımsız bir kurumun olmayışını, kaza, risk analizlerinin halka anlatılmamasını nasıl izah edebilirsiniz? Akkuyu NGS şirketi 12 bin kişiyi istihdam edeceklerini söylüyor. Dünyada reaktör başına 400 kişi çalışıyor. Bugüne kadar dünyanın hiçbir nükleer santralinde 12 bin kişinin çalışmadığı yalanına neden göz yumuyorsunuz?
Yine cuma günü TBMM Çevre Komisyonu’ndan “Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu Tasarısı”nın 14 maddesi kabul edildi. Adındaki koruma sözüne aldanmayın, yağma ve talana imkân veren bu tasarıyla çevre varlıkları üzerindeki her türlü koruma kararı kaldırılabilecek, koruma alanlarının sınırları değiştirilebilecek, kısmen veya tamamen farklı bir statüye geçirilebilecek. Tasarıda buna çok güzel bir kılıf da var: Yeniden değerlendirme. Böylece, her türlü çevre talanına karşı bir miktar koruma getiren SİT alanı uygulaması tarih olacak. Yetkilerin tamamının Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile Orman ve Su İşleri Bakanlığı’na devredilmesiyle, uygun görülen yer “yeniden değerlendirmeye” tabi tutulacak. Bu yasanın, bundan sonra dereleri, gölleri, ormanları, dağları, ovaları şirketlere peşkeş çekeceğini uzun uzun anlatmaya gerek yok. Bu tasarı, kültürel ve tabiat varlıklarının korunmasına da zarar verecek. Çünkü, tasarı, 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kanunu’nun, milli park ve birinci derece SİT alanlarının kullanıma açılması önünde oluşturduğu engelleri, yaptığı mevzuat düzenlemesi ile önlüyor. Tasarıya göre, bilimsel ve teknik nitelikte kurumlar karar süreçlerinde tamamen yok sayılıyor. Tüm yetki iki bakanlığın oluşturacağı kurullarda olacak. SİT kararları, milli parklar, tabiat parkları, doğal alanların korunması ve bu alanların kullanıma açılması ile ilgili konularda hükümet, başına buyruk şekilde hareket edebilecek. Yalnız tüm bu kararları alırken unutulan bir şey var. Doğa sadece sizin seyrinize sunulmuş bir manzara değildir... Doğa yoksa siz de yoksunuz...