Avrupa ülkeleri arasında lider ve bakan ziyaretleri o kadar sıklıkla yapılır ki kimse bu ziyaretlerin farkına bile varmaz. Ama iş Türkiye'ye gelince değişiyor. Avrupalılarla bizim yetkililer arasında görüşmeler bu sıklıkla yapılmadığından ziyaretler daha formel olur. Bu teamüle aykırı ilk ziyareti cuma günü Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy gerçekleştirecek. Türkiye'de beş saat kalacağı belirtilen Sarkozy, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile biraraya gelecek. Bu iki görüşmenin dışında başka bir buluşma öngörülmüyor. Sarkozy, Türkiye'ye gelecek gelmesine ama Fransa Cumhurbaşkanı olarak gerçekleştireceği resmi bir ziyaret değil bu. Fransa'nın dönem başkanlığını üstlendiği G-20 Ülkeleri Grubu Dönem Başkanı sıfatıyla gelecek olan Sarkozy'nin Ankara'da yapacağı görüşmelerde odak noktası, Fransa'nın G-20 Başkanlığı dönemindeki önceliklerini anlatmak ve bu konularda fikir alışverişinde bulunmak. Bu yılki G-20 Liderler Zirvesi, 3-4 Kasım 2011'de Fransa'nın Cannes kentinde yapılacak. Fransa'nın G-20 Dönem Başkanlığı'nda ele alınmak üzere Sarkozy'nin altı tane konu başlığı teklifi var: Ekonomi politikalarının koordine edilmesi, küresel makroekonomik dengesizliklerin azaltılması, finansal denetimlerin arttırılması, uluslararası alanda daha güçlü finansal regülasyon, küresel emtia fiyatlarındaki volatiliteyle mücadele, küresel yönetişimin iyileştirilmesi ve kalkınmaya yönelik çalışmalar.
Fransa Dönem Başkanlığında G-20
Fransa'da Mayıs 2012'de cumhurbaşkanlığı seçimi var. Sarkozy'nin hem içerde yeniden seçimlere hazırlanırken, dünya arenasında da ev sahibi olarak göz önünde olacağı G-20 Liderler Zirvesi, kendisi açısından hayli önemli. Küresel krizin başladığı dönemden bu yana gelişmiş ülkeler dünya ticaretinin olumsuz etkilenmemesi adına korumacılık yapılmamasını çoğu kez dile getirdiler ama kendileri korumacı önlemler almaktan geri durmadılar. G-20 ülkeleri dünya ticaretine kısıtlamalar getiren yüzlerce korumacı önlem aldı. Sarkozy'nin bu eğilimi tersine çevirmesi bekleniyor. Zira, korumacılık, G-20 ülkeleri tarafından çok ciddi bir tehlike olarak adlandırılıyor. Avrupa'nın kendi mali sorunlarının yanı sıra hemen yanıbaşındaki Kuzey Afrika'da başgösteren ayaklanma ve rejim karşıtı protestolar sonrası bölge ekonomisi de, G-20'nin radarındaki önemli bir konu olacak. Her ne kadar G-20 yaptırımı olmayan enformel bir oluşum olsa bu tür konuların ele alınması önemli. Çünkü, Birleşmiş Milletler gibi kurumların Tunus, Mısır ve Libya'da meydana gelen olaylarda nasıl sınıfta kaldığını hep birlikte gördük.
Fransa'nın askıya aldırdığı beş başlık
İkili görüşmeler sırasında Ortadoğu ile Kuzey Afrika’daki gelişmelerin ve AB sürecinin de ele alınması bekleniyor. Ancak, Türkiye ve Fransa arasındaki ilişkilerde kırmızı çizgileri oluşturan Türkiye'nin tam üyelik sürecinde Fransa nedeniyle açılamayan beş başlık ne derece gündeme gelebilecek merak konusu. Türkiye için imtiyazlı ortaklık seçeneğinde ısrarcı olan Sarkozy yönetimi, AB üyeliğiyle doğrudan ilgili olduğu gerekçesiyle tek taraflı olarak beş başlığın açılmasını bloke ediyor. Bu açılamayan beş fasıl Tarım ve hayvancılık, Ekonomik ve parasal politika, Bölgesel politika, Bütçe ve Kurumlar. Katılım müzakereleri yavaşlamış olsa da, Türk tarafı asla bu süreci durduracak adımlar atmayacak. Dolayısıyla, Almanya ve Fransa'nın başını çektiği Türkiye karşıtlığının kırılması önemli. Son dönemde yapılan açıklamalarda, Türkiye'nin AB müzakere sürecinde yaşanan tıkanıklığa ve Ankara'dan AB'ye yapılan uyarılara dikkat çekilmesi üzerine Fransız yetkililer, "Fransa, müzakere sürecinin devamına destek veriyor. Sürecin tıkanmasının iyi olmadığını düşünüyor" şeklinde bir yutturmaca geliştirmişlerdi. Sarkozy’nin ziyareti sırasında AB müzakere sürecinin devamı açısından Türkiye’nin, Rumlara limanlarının açılmasını öngören Ek Protokol'ün uygulanmasının taşıdığı öneme dikkat çekeceği de konuşuluyor.
Türkiye ile Fransa'nın siyasi ilişkileri uzun zamandır kötü. Fransa'dan Türkiye'ye cumhurbaşkanı seviyesinde en son ziyaret 1992'de François Mitterrand döneminde olmuştu. 300 dakikalık ziyaret Türk tarafını bir anlamda inciten bir tavır olsa da, gelecek dönemdeki ilişkiler açısından ümit verici olmasını temenni etmekten başka yapacak birşey yok.
Sarkozy'nin Osmanlı geçmişi
Sarkozy, 2007'de Fransa cumhurbaşkanı olmadan önce yaptığı seçim kampanyasını göçmen karşıtı, milliyetçi damarı fazlasıyla kaşıyan bir dil üzerine kurmuş, Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliğine karşı olduğunu pek çok kez dile getirmekten de kaçınmamıştı. Hatta göreve ilk geldiği sıralarda açıkça, "Türkiye'nin Avrupa Birliği'nde yeri yoktur, zira Asya'dadır" demişti. Daha sonraki dönemde, Kuzey Afrika da dahil Akdeniz'e kıyısı bulunan ülkeleri AB ile yakın ilişkiye sokacak bir Akdeniz Birliği kurulmasını önermiş, Türkiye'nin de burada yer alması gerektiğini savunmuştu. Yeni seçim döneminde Sarkozy, yine seçim kampanyasını Türk, Arap ve Müslüman karşıtlığı üzerine kuruyor. Türkiye'de pek gündeme gelmese de, geçtiğimiz günlerde Sarkozy, "İslam’a laik bir toplumda nasıl sınır koyacağız. İslam’dan zarar gören bir Fransız toplumunu kesinlikle kabul edemeyiz. Biz laik bir toplumuz. Laik bir ülkede, ezanın yeri yoktur" diyerek Müslümanları inciten açıklamalarda bulunmuştu.
Büyük amcası Galatasaray Lisesi mezunu
Sarkozy'nin Türkiye'ye bu denli mesafeli durmasını anlamak zor, zira Sarkozy'nin ailesinin geçmişinde Osmanlı izlerine rastlamak mümkün. Sarkozy’nin büyükbabası Benedict Mallah ve büyük amcası Ascher Mallah, Osmanlı vatandaşları olarak doğdukları Selanik’ten İstanbul’a gelmişler. Ascher Mallah, Galatasaray Lisesi’nden "pekiyi" dereceyle mezun olmuş. Bu gerçeği, Galatasaray Lisesi’nin Felsefe Öğretmeni ve aynı zamanda islam felsefesi alanında uzman Oliver Chartier çıkartmıştı. Hatta Chartier, Sarkozy için, "Üç kuşak ailesinin bir kısmının sığınma imkanı bulduğu Türkiye’nin, Avrupa ile bütünleşmesine karşı çıkıyor" demişti. Ascher Mallah’a diploması adet olduğu üzere, 14 Temmuz 1900’de dönemin Eğitim Bakanı tarafından verilmiş. Ascher Mallah Efendi diğer öğrencilerle birlikte Türk ve Fransız Edebiyatı, Arapça, Farsça, genel tarih ve Osmanlı tarihi eğitim almış. Diplomada dönemin Eğitim Bakanı'nın onayıyla birlikte o dönemki adıyla Mekteb-i Sultani'nin Müdürü Abdurrahman Şeref Efendi'nin (1894-1908) ve Ascher Mallah'ın imzaları dikkat çekerken, öğrencinin ismi diplomada "Ascher Mallah Efendi" şeklinde yer alıyor. Başkanlık seçimleri kampanyaları sırasında Sarkozy'nin ailesinin kökenlerine ilişkin pek çok tartışma yaşanmıştı. Sarkozy, bu tartışmalarla ilgili olarak, "Evet ben bir göçmen çocuğuyum, bir Macarla Selanikli bir Yunanlının oğluyum" demekle yetinmişti. Selanik'in Yunanistan'a 1912'de dahil olduğundan ise hiç kimse bahsetmemişti.
Yalanlar üzerine kurulu çevre politikaları
Türkiye'nin çevre ve doğa koruma ilgili karnesi hiç iyi olmadı. Özellikle, son dönemde Türkiye'de doğa ile ilgili kamu vicdanını sızlatan pek çok gelişme yaşandı, doğanın sermayeye dönüştürülmesi süreci hız kazandı. Avrupa Birliği kurumları, bunu zaman zaman dile getiriyor. Eskiden dünya bize, biz dünyaya çok uzaktık, ama artık öyle değil. Siz ne kadar inkar etseniz de, reddetseniz de AB kriterleri için taahhütlerde bulunduğunuz kurumlar herşeyi takip ediyor, üstelik 'yalanlarınızı' da yakalıyor. Çok geriye gitmeden sıralayalım mı?
Kasım 2010'da AB, Türkiye 2010 İlerleme Raporu'nda, Çevre Bakanlığı'nın çevre ve doğa tahribatına yol açacak niyetlerine yer vermiş, doğa koruma konusunda Türkiye'nin hiçbir ilerleme kaydetmediğini üstelik, doğa için bir ölüm fermanı anlamına gelen Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu tasarısının iddia edildiği gibi AB uyum yasalarıyla alakası olmadığını açık bir dille ifade etmişti.
Ayrıca, Anadolu'nun dört bir yanında, SİT alanlarında doğa talanı başlatacak olan kanun, raporda, "endişe verici" bir gelişme olarak nitelendirilmişti. Çevre Bakanı Veysel Eroğlu, kanunun Meclis'e gönderilmesinin ardından bu çalışmanın AB uyum yasaları çerçevesinde hazırlandığını, HES'lerle bir ilişkisi olmadığı yönünde açıklamalarda bulunmuştu. Bunun doğru olmadığına raporda yer verildiği gibi, aynı zamanda ilk defa HES projelerinin o bölgelerde yaşayan halkların tepkilerine de atıfta bulunuldu.
"Bizden öncekiler..." söylemi bitmez
Ardından, Eroğlu, AB yetkililerinin Tabiatı ve Biyoçeşitliliği Koruma Kanunu tasarısı hakkında olumsuz beyanları nedeniyle kendilerinden özür dilediğini iddia etmişti. Doğal Hayatı Koruma Vakfı, "Türkiye’nin sulak alanlarının korunması, sorunlar ve çözüm önerileri 2011 Raporu"nda, son 40 yılda 2.5 milyon hektarlık sulak alanın yarısının yok olduğu dile getirilmişti.
Eroğlu’nun buna cevabı hazırdı: "Geçmişte sıtma gibi hastalıklar gerekçe gösterilerek çok sayıda sulak alan kurutulmuş. Yanlış politikalar uygulandığı dönemler olmuş. Ancak iktidarımız döneminde sulak alanları ihya ettik. 2003'ten bu yana tek bir sulak alan kurutulmadı. İddialı şekilde söylüyorum. Bir çok sulak alan yeniden ihya edildi. Mesela Kırşehir Seyfe Gölü’nü, Kayseri Sultansazlığı’nı, Bafa Gölü’nü, Afyon Eber Gölünü, Beyşehir Gölünü biz kurtardık. Sulak alanlar komisyonu kurduk, buraların kurtarılması için özel çalışma başlattık. En çevreci hükümet bizim hükümetimiz. Bizden önce yapılan yanlışları düzeltmek de bize düştü. Söz konusu raporu inceleyeceğiz, itirazlarımızı ederiz. Onların elindeki listeyi isteriz, inceleriz. Talimat verdim, sordukları herşeye verecek bir yanıtımız var. Duyduğunuz herşeye itibar etmeyin. Hata yapılmışsa bizden öncedir. Aynı durum, Biyolojik Çeşitlilik Tasarısı’nda oldu. AB yetkililerinin olumsuz beyanatı oldu. Biz hemen itiraz ettik. Tasarıyı, AB müktesebatına göre hazırladık. Müsteşara söyledim, ‘Bu ne rezalet’ diye. İtiraz ettik, tasarıyı incelediler ve kusura bakmayın dediler.”
Avrupa Komisyonu: Özür dilemedik
Bakan Eroğlu'nun bu demeci üzerine yesilgazete.org adlı internet sitesinden takip edilebilen Yeşil Gazete, Avrupa Komisyonu Türkiye Masası'na böyle bir olayın gerçekleşip gerçekleşmediğini, kanun tasarısıyla ilgili olumsuz beyanları nedeniyle Eroğlu'na "kusura bakmayın" deyip demediklerini sordu. Cevap tabiki, bizi şaşırtmadı. Böyle bir özür dileme durumunun söz konusu olmadığını dile getiren Avrupa Komisyonu Çevre Genel Direktörlüğü Türkiye Masası Sorumlularından Octavian Stamate, Ankara'da ilgili kanun tasarısıyla ilgili eleştirilerini ilettikleri alt komite toplantısının ardından herhangi bir temasları olmadığını kaydetti.
Brüksel'den Eroğlu'na yalanlama
Stamate'nin açıklamasına Yeşiller Partisi Eş Sözcüsü Ümit Şahin, Yeşil Gazete'deki köşesinde yer verdi. Açıklamadaki ifadeler son derece dikkat çekici: "Bilindiği gibi, Avrupa Komisyonu, Türkiye’deki doğa koruma çerçeve mevzuatıyla ilgili gelişmeleri yakından izliyor. Bu konudaki kaygılarımız ilk olarak 2010 İlerleme Raporu'nda belirtildi. 26 Ocak’ta Ankara’da yapılan AB-Türkiye Çevre Alt Komisyon toplantısında AB delegasyonu tasarı hakkındaki eleştirilerini tekrar etti. Diyalog devam ederken Türk yetkililer mevcut metin yasalaştığı takdirde kanunun Habitat ve Yabani Kuş Direktifleri’ni tam ve doğru bir şekilde karşılamayacağını kabul etti. Ayrıca, tasarıdaki boşlukları tespit ederek Avrupa Komisyonu’yla konuyla ilgili diyalog içinde olmaya hazır olduklarını ve tasarıyı doğa koruma alanındaki AB mevzuatı çizgisine getirmek için gerekli düzenlemeleri yapacaklarını söylediler. Bu arada, Çevre Bakanlığı yetkililerinin ve Avrupa Komisyonu Çevre Genel Direktörlüğü uzmanlarının katılımıyla yakında Brüksel’de özel bir teknik toplantı yapılması konusunda anlaşmaya varıldı."
Türkiye’de sivil toplum çok güçlü
Stamate, gönderdiği açıklamada, kanun tasarısıyla ilgili Türkiye'deki sivil toplum kuruluşlarının çalışmalarından da övgüyle bahsetti: "Çevre Genel Direktörlüğü’nde biz, Türkiye’de çevreyle ilgili konularda çalışan insanların çokluğunu, kalitesini ve kendilerini bu derece adamış olduklarını görmekten son derece etkilendik. Bu durum Türkiye’de sivil toplumun ne kadar güçlü olduğunu, insanların niteliğini ve bu veya bir başkası olsun, genel olarak hükümetlerle mücadele etmek ne kadar zor da olsa, kamuoyunun denetim görevini yaptığını gösteriyor. İnsanların demokrasinin ne anlama geldiği konusunda net bir anlayış sahibi olduğunu da görüyoruz. Kanun tasarısıyla ilgili durum bunun bir örneği ve temsilciliğimizin yaptıkları bir yana, ilgili sivil toplum kuruluşlarının baskısı olmasaydı, biz de bu konuda herhangi bir başarı sağlayamazdık."
Bu yaşananlardan çıkarılacak sonuç şu olabilir: Ya etrafınızdaki danışmanları değiştireceksiniz, ya da kafaları. Yoksa kurumlar sizi yalanlamaktan yorulmaz.
* * *
Türkiye'nin dereleri
9 Nisan'da Ankara'ya akacak
Suyuna, toprağına sahip çıkan doğa savunucuları 9 Nisan'da Ankara'da buluşacak. Derelerin Kardeşliği Platformu, doğanın ve yaşamın yağmalanmasına karşı mücadele eden tüm sivil toplum kuruluşlarını Ankara'da buluşmaya çağırıyor. Toplantı ya da miting şeklinde yapılacak buluşmanın henüz yeri ve saati kesinleşmedi. Yerle ilgili bilgi, izimler alındıktan sonra kamuoyuna açıklanacak. Yerli ve yabancı şirketlerin başlattığı yağma hareketiyle, doğaya ve yaşam alanlarına el konmak istendiği vurgulanan açıklamada, "Sularımız binlerce yıldır hayat verdiği coğrafyada artık satılık bir mal gibi görülüyor. Yaşamın temeli olan su, siyasi iktidar ve sermaye grupları için kar ve rant aracı olarak görülebilir. Bizim için yaşamın ta kendisidir. Sulara, derelere, vadilere, doğal yaşam alanlarına yapılan bu vahşi saldırıları durdurmak, yağma ve rant yasaları çıkaranları uyarmak için Ankara'ya geliyoruz. Bu çağrı, paranın saltanatına karşı Derelerin Kardeşliğine inananların çağrısıdır. Bu çağrı, derelere el koymak isteyenlere karşı, su ve yaşam hakkı mücadelesi verenlerin çağrısıdır! Bu çağrı, Anadolu’ya can veren bütün akarsulardan, vadilerden, derelerden Ankara’ya akma çağrısıdır!" dendi.
Kasım 2010'da AB, Türkiye 2010 İlerleme Raporu'nda, Çevre Bakanlığı'nın çevre ve doğa tahribatına yol açacak niyetlerine yer vermiş, doğa koruma konusunda Türkiye'nin hiçbir ilerleme kaydetmediğini üstelik, doğa için bir ölüm fermanı anlamına gelen Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu tasarısının iddia edildiği gibi AB uyum yasalarıyla alakası olmadığını açık bir dille ifade etmişti.
Ayrıca, Anadolu'nun dört bir yanında, SİT alanlarında doğa talanı başlatacak olan kanun, raporda, "endişe verici" bir gelişme olarak nitelendirilmişti. Çevre Bakanı Veysel Eroğlu, kanunun Meclis'e gönderilmesinin ardından bu çalışmanın AB uyum yasaları çerçevesinde hazırlandığını, HES'lerle bir ilişkisi olmadığı yönünde açıklamalarda bulunmuştu. Bunun doğru olmadığına raporda yer verildiği gibi, aynı zamanda ilk defa HES projelerinin o bölgelerde yaşayan halkların tepkilerine de atıfta bulunuldu.
"Bizden öncekiler..." söylemi bitmez
Ardından, Eroğlu, AB yetkililerinin Tabiatı ve Biyoçeşitliliği Koruma Kanunu tasarısı hakkında olumsuz beyanları nedeniyle kendilerinden özür dilediğini iddia etmişti. Doğal Hayatı Koruma Vakfı, "Türkiye’nin sulak alanlarının korunması, sorunlar ve çözüm önerileri 2011 Raporu"nda, son 40 yılda 2.5 milyon hektarlık sulak alanın yarısının yok olduğu dile getirilmişti.
Eroğlu’nun buna cevabı hazırdı: "Geçmişte sıtma gibi hastalıklar gerekçe gösterilerek çok sayıda sulak alan kurutulmuş. Yanlış politikalar uygulandığı dönemler olmuş. Ancak iktidarımız döneminde sulak alanları ihya ettik. 2003'ten bu yana tek bir sulak alan kurutulmadı. İddialı şekilde söylüyorum. Bir çok sulak alan yeniden ihya edildi. Mesela Kırşehir Seyfe Gölü’nü, Kayseri Sultansazlığı’nı, Bafa Gölü’nü, Afyon Eber Gölünü, Beyşehir Gölünü biz kurtardık. Sulak alanlar komisyonu kurduk, buraların kurtarılması için özel çalışma başlattık. En çevreci hükümet bizim hükümetimiz. Bizden önce yapılan yanlışları düzeltmek de bize düştü. Söz konusu raporu inceleyeceğiz, itirazlarımızı ederiz. Onların elindeki listeyi isteriz, inceleriz. Talimat verdim, sordukları herşeye verecek bir yanıtımız var. Duyduğunuz herşeye itibar etmeyin. Hata yapılmışsa bizden öncedir. Aynı durum, Biyolojik Çeşitlilik Tasarısı’nda oldu. AB yetkililerinin olumsuz beyanatı oldu. Biz hemen itiraz ettik. Tasarıyı, AB müktesebatına göre hazırladık. Müsteşara söyledim, ‘Bu ne rezalet’ diye. İtiraz ettik, tasarıyı incelediler ve kusura bakmayın dediler.”
Avrupa Komisyonu: Özür dilemedik
Bakan Eroğlu'nun bu demeci üzerine yesilgazete.org adlı internet sitesinden takip edilebilen Yeşil Gazete, Avrupa Komisyonu Türkiye Masası'na böyle bir olayın gerçekleşip gerçekleşmediğini, kanun tasarısıyla ilgili olumsuz beyanları nedeniyle Eroğlu'na "kusura bakmayın" deyip demediklerini sordu. Cevap tabiki, bizi şaşırtmadı. Böyle bir özür dileme durumunun söz konusu olmadığını dile getiren Avrupa Komisyonu Çevre Genel Direktörlüğü Türkiye Masası Sorumlularından Octavian Stamate, Ankara'da ilgili kanun tasarısıyla ilgili eleştirilerini ilettikleri alt komite toplantısının ardından herhangi bir temasları olmadığını kaydetti.
Brüksel'den Eroğlu'na yalanlama
Stamate'nin açıklamasına Yeşiller Partisi Eş Sözcüsü Ümit Şahin, Yeşil Gazete'deki köşesinde yer verdi. Açıklamadaki ifadeler son derece dikkat çekici: "Bilindiği gibi, Avrupa Komisyonu, Türkiye’deki doğa koruma çerçeve mevzuatıyla ilgili gelişmeleri yakından izliyor. Bu konudaki kaygılarımız ilk olarak 2010 İlerleme Raporu'nda belirtildi. 26 Ocak’ta Ankara’da yapılan AB-Türkiye Çevre Alt Komisyon toplantısında AB delegasyonu tasarı hakkındaki eleştirilerini tekrar etti. Diyalog devam ederken Türk yetkililer mevcut metin yasalaştığı takdirde kanunun Habitat ve Yabani Kuş Direktifleri’ni tam ve doğru bir şekilde karşılamayacağını kabul etti. Ayrıca, tasarıdaki boşlukları tespit ederek Avrupa Komisyonu’yla konuyla ilgili diyalog içinde olmaya hazır olduklarını ve tasarıyı doğa koruma alanındaki AB mevzuatı çizgisine getirmek için gerekli düzenlemeleri yapacaklarını söylediler. Bu arada, Çevre Bakanlığı yetkililerinin ve Avrupa Komisyonu Çevre Genel Direktörlüğü uzmanlarının katılımıyla yakında Brüksel’de özel bir teknik toplantı yapılması konusunda anlaşmaya varıldı."
Türkiye’de sivil toplum çok güçlü
Stamate, gönderdiği açıklamada, kanun tasarısıyla ilgili Türkiye'deki sivil toplum kuruluşlarının çalışmalarından da övgüyle bahsetti: "Çevre Genel Direktörlüğü’nde biz, Türkiye’de çevreyle ilgili konularda çalışan insanların çokluğunu, kalitesini ve kendilerini bu derece adamış olduklarını görmekten son derece etkilendik. Bu durum Türkiye’de sivil toplumun ne kadar güçlü olduğunu, insanların niteliğini ve bu veya bir başkası olsun, genel olarak hükümetlerle mücadele etmek ne kadar zor da olsa, kamuoyunun denetim görevini yaptığını gösteriyor. İnsanların demokrasinin ne anlama geldiği konusunda net bir anlayış sahibi olduğunu da görüyoruz. Kanun tasarısıyla ilgili durum bunun bir örneği ve temsilciliğimizin yaptıkları bir yana, ilgili sivil toplum kuruluşlarının baskısı olmasaydı, biz de bu konuda herhangi bir başarı sağlayamazdık."
Bu yaşananlardan çıkarılacak sonuç şu olabilir: Ya etrafınızdaki danışmanları değiştireceksiniz, ya da kafaları. Yoksa kurumlar sizi yalanlamaktan yorulmaz.
* * *
Türkiye'nin dereleri
9 Nisan'da Ankara'ya akacak
Suyuna, toprağına sahip çıkan doğa savunucuları 9 Nisan'da Ankara'da buluşacak. Derelerin Kardeşliği Platformu, doğanın ve yaşamın yağmalanmasına karşı mücadele eden tüm sivil toplum kuruluşlarını Ankara'da buluşmaya çağırıyor. Toplantı ya da miting şeklinde yapılacak buluşmanın henüz yeri ve saati kesinleşmedi. Yerle ilgili bilgi, izimler alındıktan sonra kamuoyuna açıklanacak. Yerli ve yabancı şirketlerin başlattığı yağma hareketiyle, doğaya ve yaşam alanlarına el konmak istendiği vurgulanan açıklamada, "Sularımız binlerce yıldır hayat verdiği coğrafyada artık satılık bir mal gibi görülüyor. Yaşamın temeli olan su, siyasi iktidar ve sermaye grupları için kar ve rant aracı olarak görülebilir. Bizim için yaşamın ta kendisidir. Sulara, derelere, vadilere, doğal yaşam alanlarına yapılan bu vahşi saldırıları durdurmak, yağma ve rant yasaları çıkaranları uyarmak için Ankara'ya geliyoruz. Bu çağrı, paranın saltanatına karşı Derelerin Kardeşliğine inananların çağrısıdır. Bu çağrı, derelere el koymak isteyenlere karşı, su ve yaşam hakkı mücadelesi verenlerin çağrısıdır! Bu çağrı, Anadolu’ya can veren bütün akarsulardan, vadilerden, derelerden Ankara’ya akma çağrısıdır!" dendi.
Kuzey Kıbrıs'ta siyasiler erken seçimi konuşuyor
28 Ocak'ta yapılan Toplumsal Varoluş Mitingi'nin ardından gerilen Kuzey Kıbrıs ve Türkiye ilişkilerinin tansiyonu, geçen hafta Lefkoşa Büyükelçisi Kaya Türkmen'in görevden alınarak, yerine Kuzey Kıbrıs halkı tarafından bir anlamda persona non grata (istenmeyen adam) ilan edilen TC Teknik Heyet Başkanı Halil İbrahim Akça'nın getirilmesi ile iyice yükseldi. Dışişleri teammülleri gözardı edilerek yapılan bu görevden alma ve vekaleten atamanın sömürgelere reva görülen cinsten olduğu bir gerçek. Bu bir anlamda KKTC'yi tanımamak, Ada halkını anlamak istememek, iktidarın kendisini 'işler niye bu noktaya geldi diye' sorgulamaması demek. Başbakan miting sonrası yaptığı açıklamada, Kuzey Kıbrıs halkına "Sen kimsin be adam" demişti, bunun lafta kalmadığını da böylece görmüş olduk. Kuzey Kıbrıslıların, 2 Mart'ta yapacağı ikinci protesto mitingine kadar bu işin acil olarak çözülmesi gerekiyor. Kulislere göre, Türk tarafı Akça yerine yeni bir isim arayışın içinde.
Neden persona non grata oldu?
Akça, sonbahardan bu yana Adada rahatsızlık konusu, ancak Türkiye o günden beri geri adım atmadığı gibi yangına körükle gidiyor. Kısaca süreci anlatmak gerekirse, olaylar şöyle gelişti: Türkiye’den KKTC’ye yapılacak ekonomik yardımların koordinasyonu konusunda Temmuz 2009'da müsteşar seviyesinde atanan ve doğrudan KKTC'den sorumlu Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’e bağlı çalışan Akça ile ilgili tartışmalar, Haziran 2010’da KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu’nu makamında ziyaretiyle başladı. Bu ziyaretteki bir diyalog KKTC'de yayınlanan bir köşe yazısına yansıdı. Gazeteci Levent Özadam köşesinde, Akça'nın KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu’nu makamını ziyaret ettiği sırada, "Artık Kıbrıs Türkü’nün cezalandırılması gerek. Bunun için iktidar partisi UBP’ye talimat vererek bu operasyonu başlatmalısınız" ifadesini kullandığını yazdı. Türkiye'nin KKTC’ye gönderdiği mali yardımları yönlendiren ve bu konuda tek yetkili olan Akça’nın bu sözleri, Adada büyük tepki aldı ve eleştiri konusu oldu. Özadam'ın yazısının ardından Akça, gönderdiği açıklamada, "KKTC ekonomi yönetiminde hatalı kararlar alınmış ve bunun sonucunda daha fazla bütçe açığı oluşmuş ise yeni gelen iktidarın tedbir alması gerekir, tedbir almayarak ortaya çıkan maliyeti Türkiye'den daha fazla kaynak alarak kapatmak doğru olmaz, hatalı kararların bedeli olacak ise bu cezayı Türkiye vatandaşları değil KKTC halkı ödemelidir" dediğini ifade etti. Bu, bir nevi Akça'nın itirafı niteliğindeydi.
Sendikaları hedef alan açıklamalar
Aynı dönemde Akça'nın Fortune dergisine verdiği röportaj, tepkilerin bir kez daha üzerine çevrilmesine neden oldu. Akça, orada şu ifadeleri kullandı: "KKTC’deki temel sorun, çalışanların çok yüksek ücret alması ve fazla insan çalışması. Hepsinde çok güçlü sendikalar var ve sendikalar tasarruf yönünde atılacak adımların hepsini engelliyor. Sendikal hakların kullanım şekli çok tahripkar, kamu hizmet sunumunu olumsuz etkiliyor. Örneğin, sınav yapılacağı gün öğretmenler greve gidiyor, sınav saati geçiyor, grevi bitiriyorlar, güçlerini böyle kullanıyorlar. Birçok yasada, sendikal haklarin daraltılmasına ve kullanım şeklinin düzenlenmesine ihtiyaç var. Türkiye, balık tutma konusunda yardımcı olmalı. Program da bunu öngörüyor. Ancak KKTC toplumunda bu yeni durumun farkındalığı lazım. Kamuoyu dünyadan kopuk. Yerel ve gereksiz konularla meşgul oluyor."
Liderler 'erken seçim' dedi
Tüm bu gelişmelerin ardından tansiyonu düşürmek için KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu, cuma akşamı siyasi parti liderleriyle biraraya geldi. Buluşmaya, UBP Genel Başkanı ve Başbakan İrsen Küçük, CTP Genel Başkanı Ferdi Sabit Soyer, DP Genel Başkanı Serdar Denktaş, TDP Genel Başkanı Mehmet Çakıcı ve ÖRP Genel Başkanı Turgay katıldı. Liderler, bu toplantıda hükümetin istifa etmesini, erken seçime gidilmesini ve erken seçime kadar da geniş tabanlı bir mutabakat hükümeti kurulmasını önerdi. Ayrıca, Eroğlu'nun Akça'nın asaleten büyükelçiliğe atanması halinde güven mektubunu reddetmesi istendi. Erken seçim için konuşulan tarih ise ekim ayı. Gelen bilgilere göre, AKP dayattığı ekonomik tedbir paketinin şimdi uygulanmasını isterken, hükümet pakedi zamana yaymayı düşünüyor. Erken seçim kararı alınırsa, bu pakedi kimin, nasıl uygulayacağı ise meçhul.
2011 KKTC ile gerilim yılı
Bu arada, trajik bir notu da buraya düşeyim. Türkiye kaş yapayım derken göz çıkarmak üzere. İzolasyon altında ezilen, küresel krizden de darbe alan KKTC turizmine destek amacıyla Başbakan Erdoğan'ın da onayıyla 2011, Türkiye'de KKTC yılı ilan edilmişti. 27 Aralık 2010 tarihinde yapılan imza töreniyle birlikte, 2011 Türkiye'de KKTC yılı oldu. Nereden bilebilirdik, KKTC ile gerilim yılı olacağını. İki ülke arasındaki gerilimin iki tarafa da faydası yok. Türkiye, Kuzey Kıbrıs'ta tüm bu olup bitenleri son derece aşağılayıcı, ırkçılığa varan ifadelerle, nezaketsiz bir uslüpla tartışmaya başladı, köşe yazıları saç baş yolduran cinsten. Benim açımdan tüm olup bitenleri özetleyen şu cümleler, Yeni Düzen gazetesinden Cenk Mutluyakalı'nın cuma günkü yazısının finalindekiler gibidir. Mutluyakalı, şöyle bitirmiş, aynen aktarıyorum: "Bu toplum, bu "vali"yi reddedecektir, 'resti' de görecektir üstelik. Ve unutulmasın ki, Türkiye çok daha büyük ve güçlü bir ülke olsa da... Çok özel bir "bağ" bulunsa da ortada... Kıbrıs'ın kuzeyinde, otorite Kıbrıslı Türklerdir... Bu ülkenin asli unsuru, Kıbrıslı Türklerdir... Elçiler Erdoğanlar Çiçekler gelir geçer... 'Biz' kalırız bu adada... Kavgamıza, sevdamızla... 'Başımız dik' kalırız, umutlarımızla..."
Neden persona non grata oldu?
Akça, sonbahardan bu yana Adada rahatsızlık konusu, ancak Türkiye o günden beri geri adım atmadığı gibi yangına körükle gidiyor. Kısaca süreci anlatmak gerekirse, olaylar şöyle gelişti: Türkiye’den KKTC’ye yapılacak ekonomik yardımların koordinasyonu konusunda Temmuz 2009'da müsteşar seviyesinde atanan ve doğrudan KKTC'den sorumlu Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’e bağlı çalışan Akça ile ilgili tartışmalar, Haziran 2010’da KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu’nu makamında ziyaretiyle başladı. Bu ziyaretteki bir diyalog KKTC'de yayınlanan bir köşe yazısına yansıdı. Gazeteci Levent Özadam köşesinde, Akça'nın KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu’nu makamını ziyaret ettiği sırada, "Artık Kıbrıs Türkü’nün cezalandırılması gerek. Bunun için iktidar partisi UBP’ye talimat vererek bu operasyonu başlatmalısınız" ifadesini kullandığını yazdı. Türkiye'nin KKTC’ye gönderdiği mali yardımları yönlendiren ve bu konuda tek yetkili olan Akça’nın bu sözleri, Adada büyük tepki aldı ve eleştiri konusu oldu. Özadam'ın yazısının ardından Akça, gönderdiği açıklamada, "KKTC ekonomi yönetiminde hatalı kararlar alınmış ve bunun sonucunda daha fazla bütçe açığı oluşmuş ise yeni gelen iktidarın tedbir alması gerekir, tedbir almayarak ortaya çıkan maliyeti Türkiye'den daha fazla kaynak alarak kapatmak doğru olmaz, hatalı kararların bedeli olacak ise bu cezayı Türkiye vatandaşları değil KKTC halkı ödemelidir" dediğini ifade etti. Bu, bir nevi Akça'nın itirafı niteliğindeydi.
Sendikaları hedef alan açıklamalar
Aynı dönemde Akça'nın Fortune dergisine verdiği röportaj, tepkilerin bir kez daha üzerine çevrilmesine neden oldu. Akça, orada şu ifadeleri kullandı: "KKTC’deki temel sorun, çalışanların çok yüksek ücret alması ve fazla insan çalışması. Hepsinde çok güçlü sendikalar var ve sendikalar tasarruf yönünde atılacak adımların hepsini engelliyor. Sendikal hakların kullanım şekli çok tahripkar, kamu hizmet sunumunu olumsuz etkiliyor. Örneğin, sınav yapılacağı gün öğretmenler greve gidiyor, sınav saati geçiyor, grevi bitiriyorlar, güçlerini böyle kullanıyorlar. Birçok yasada, sendikal haklarin daraltılmasına ve kullanım şeklinin düzenlenmesine ihtiyaç var. Türkiye, balık tutma konusunda yardımcı olmalı. Program da bunu öngörüyor. Ancak KKTC toplumunda bu yeni durumun farkındalığı lazım. Kamuoyu dünyadan kopuk. Yerel ve gereksiz konularla meşgul oluyor."
Liderler 'erken seçim' dedi
Tüm bu gelişmelerin ardından tansiyonu düşürmek için KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu, cuma akşamı siyasi parti liderleriyle biraraya geldi. Buluşmaya, UBP Genel Başkanı ve Başbakan İrsen Küçük, CTP Genel Başkanı Ferdi Sabit Soyer, DP Genel Başkanı Serdar Denktaş, TDP Genel Başkanı Mehmet Çakıcı ve ÖRP Genel Başkanı Turgay katıldı. Liderler, bu toplantıda hükümetin istifa etmesini, erken seçime gidilmesini ve erken seçime kadar da geniş tabanlı bir mutabakat hükümeti kurulmasını önerdi. Ayrıca, Eroğlu'nun Akça'nın asaleten büyükelçiliğe atanması halinde güven mektubunu reddetmesi istendi. Erken seçim için konuşulan tarih ise ekim ayı. Gelen bilgilere göre, AKP dayattığı ekonomik tedbir paketinin şimdi uygulanmasını isterken, hükümet pakedi zamana yaymayı düşünüyor. Erken seçim kararı alınırsa, bu pakedi kimin, nasıl uygulayacağı ise meçhul.
2011 KKTC ile gerilim yılı
Bu arada, trajik bir notu da buraya düşeyim. Türkiye kaş yapayım derken göz çıkarmak üzere. İzolasyon altında ezilen, küresel krizden de darbe alan KKTC turizmine destek amacıyla Başbakan Erdoğan'ın da onayıyla 2011, Türkiye'de KKTC yılı ilan edilmişti. 27 Aralık 2010 tarihinde yapılan imza töreniyle birlikte, 2011 Türkiye'de KKTC yılı oldu. Nereden bilebilirdik, KKTC ile gerilim yılı olacağını. İki ülke arasındaki gerilimin iki tarafa da faydası yok. Türkiye, Kuzey Kıbrıs'ta tüm bu olup bitenleri son derece aşağılayıcı, ırkçılığa varan ifadelerle, nezaketsiz bir uslüpla tartışmaya başladı, köşe yazıları saç baş yolduran cinsten. Benim açımdan tüm olup bitenleri özetleyen şu cümleler, Yeni Düzen gazetesinden Cenk Mutluyakalı'nın cuma günkü yazısının finalindekiler gibidir. Mutluyakalı, şöyle bitirmiş, aynen aktarıyorum: "Bu toplum, bu "vali"yi reddedecektir, 'resti' de görecektir üstelik. Ve unutulmasın ki, Türkiye çok daha büyük ve güçlü bir ülke olsa da... Çok özel bir "bağ" bulunsa da ortada... Kıbrıs'ın kuzeyinde, otorite Kıbrıslı Türklerdir... Bu ülkenin asli unsuru, Kıbrıslı Türklerdir... Elçiler Erdoğanlar Çiçekler gelir geçer... 'Biz' kalırız bu adada... Kavgamıza, sevdamızla... 'Başımız dik' kalırız, umutlarımızla..."
Mısır'dan kaçacak yatırımcıya Türkiye kucak açsın
2009'da İran'daki seçimlerin ardından başlayan eylemleri, ardından son olarak Tunus ve Mısır'daki halk hareketlerini, internet medyası, Facebook, Twitter gibi sosyal paylaşım sitelerinden takip ediyoruz. Artık, teknoloji ve iletişim çağında diktatörlerin, ceberrut yönetimlerin uyguladığı sansür, karartma gibi yöntemler işe yaramıyor. Yönetimler de milyonların izlediğini bildiği için halk hareketlerini bastırmak için "sınırlı bir şiddet" kullanmak zorunda kalıyor.
Kuzey Afrika ve Ortadoğu bölgesinde Mısır'ın teknoloji anlamında farklı bir yeri var. Bilişim teknoloji konusunda herkesin örnek gösterdiği Hindistan kadar önemli bir teknoloji know-how'ı ve yatırım ortamı yaratan Mısır, zaman içinde bölgenin en önemli teknoloji üslerinden biri haline geldi. Mısır'da yıllardır Bilgi Teknolojileri ve Telekomünikasyon Bakanlığı var. Bakanlık geçmiş yıllarda güzel işler başardı, kurulan teknoparklara uluslararası teknoloji devleri yatırım yaptı. Bakanlığın sitesinde pek çok ayrıntıyı içeren 2007-2010 strateji planını inceleyince, bu işe ne kadar önem verdiklerini görebiliyorsunuz. Hatta bu sektörün kamu/özel sektör işbirliğine çok başarılı bir model teşkil ettiği belirtiliyor. Geçen yedi yılda IT firmaları Mısır'a 30 milyar Mısır Lirası yatırım yapmış, sektör yüzde 700 oranında büyümüş.
Ekonomiye zararın boyutları bilinmiyor
Yaşanan son olaylarda ülkede ekonominin gördüğü zararla ilgili çeşitli rakamlar yayınlanıyor, zaman içinde durumun vahametini göreceğiz. Geçen gün yayınlanan bir rakam, Mısır'daki yönetim karşıtı gösterilerin, ülke ekonomisine günlük ortalama 310 milyon dolara malolduğunu söylüyordu. Hatta, Mısır, GSYİH'da beklenen büyüme oranını, protestolar nedeniyle yüzde 5.3'ten yüzde 3.7'ye çekerek aşağı yönlü revize etti. Mısır Borsası, bankalar, dükkanlar günlerce kapalı kaldı, fabrikalar üretimi durdurdu. Yatırımcılar yatırımlarını askıya aldı. Onbinlerce turist rezervasyonlarını iptal ettirdi. Mısır Lirası dolar karşısında son altı yılın en düşük seviyesine geriledi. Ocak ayında ülkenin ihracatının yüzde 6 oranında düştüğü de açıklanan rakamlar arasındaydı. Öte yandan, yönetimin, protestoların başladığı günlerde internet ve iletişim imkanlarını kesmesinin ilk beş günlük maliyetinin 90 milyon dolar olduğunu da daha önce yazmıştık.
Teknoloji devleri çıkış yolları arıyor
Peki bu arada, ciddi yatırımlar yapan teknoloji devleri ne yaptı? Kahire'nin hemen dışında yer alan Smart Village teknoparkının da yaşanan protesto gösterilerinden ciddi şekilde etkilendiği belirtiliyor. Ülkedeki protestolar ve iç karışıklık ortamında teknoloji firmaları da ya yatırımlarını durdurma ya da faaliyetlerini geçici olarak erteleme kararı aldı. Cisco Systems ve Microsoft, Kahire'deki ofislerini geçici olarak kapatırken, HP ise çalışanlarına protestolar sona erene kadar işe gelmeyin şeklinde çağrı yaptı. Bundan kısa süre önce Cisco Systems, Kahire'de Telepresence video konferans sistemlerinden bir tanesinin daha devreye girdiğini duyurmuştu. Cisco, bu sistemi Kahire'nin hemen dışındaki Smart Village adlı teknoparkta konumlandırmıştı. Smart Village'te Microsoft, HP, Cisco System, Google gibi 120 civarında dünya devi teknoloji firmasının ofisleri var, 2009 rakamlarına göre burada 28 bin kişi çalışıyordu.
Microsoft'un Kahire'de global Xbox çağrı destek hizmeti birimi ile HP'nin çağrı merkezi de bu teknopark içerisinde yer alıyor. Yine teknoparkta ofisleri bulunan Oracle ve Intel'in de durumu yakından takip ettikleri ve gerekirse ülkedeki eğitim programlarını askıya alabilecekleri ifade ediliyor.
Türkiye için fırsat olabilir mi?
Her ne kadar şu ana kadar yapılan açıklamalar geçici bir durumdan bahsediyor olsa da, söz konusu teknoloji devlerinin ülkeden çekilebilecekleri iddiaları konuşulanlar arasında. Tüm bu teknoloji devlerinin Mısır operasyonlarını tümüyle durdurması ve başka ülkelerde ofis açmaları ülkedeki yetişmiş işgücünün de ciddi anlamda zorlanacak olması anlamına geliyor. Firmaları arayış içine girdikleri bir gerçek. Türkiye bilgi toplumu olmak istiyorsa, Mısır'dan kaçacak ve bölgede yeni yer arayışına girecek yatırımlara kucak açabilir. Fırsat Türkiye'nin ayağına geldi.
Vodafone'nun Mısır'dan
çıkacağı haberi yeni değil
çıkacağı haberi yeni değil
İngiliz telekomüniskasyon devi Vodafone da, Mısır'da gerçekten zor durumda. Son birkaç gündür Vodafone'un Mısır'da çıkmak isteyebileceği konuşuluyor. İktidarla halkın arası gerildikçe, iktidarın Vodafone ile de aynı oranda geriliyor gibi bir durum oluşuyor. Geçen hafta, Vodafone yaptığı açıklamada, Mısırlı yetkililerin kendilerini hükümet yanlısı SMS'ler göndermeleri yönünde zorladıklarından şikayet etti. Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek'ın ülkede yatırımı olan pek çok uluslararası şirkette hissesi olduğu biliniyor. Bu cüret de herhalde oradan geliyor olmalı. Zira, hükümetin bunu protestoların başlangıcından bu yana yaptığını belirten Vodafone, bu durumun "kabul edilemez" olduğunu belirtti. Ardından da Vodafone'un Mısır operasyonlarından çıkabileceği söylentileri konuşulmaya başlandı. Vodafone Mısır'ın hisselerinin yüzde 54.93'ü Vodafone Group'a, yüzde 44.95'i Telecom Mısır'a ait, yüzde 0.12'si de halka açık. Geçen hafta Londra'da yatırımcılarla yapılan mali sonuç toplantısında yönetimin "Mısır'dan çıkabileceklerini" söyledikleri iddia edildi. Aslında Vodafone'un Mısır'dan çıkmak istemesi yeni değil. Financial Times'ta yer alan bir değerlendirmede, Vodafone'un, Vodafone Mısır'daki yüzde 55 hissesinin satışı için ön görüşmelere başladığı ifade edilmişti. Şimdi son gelişmelerin bu kararın üzerine tuz biber ektiği, bu olayların bahane edildiği belirtiliyor.
Nüfus sayımı yapılmayan bir KKTC çok baş ağrıtır
Geçen hafta Başbakan Erdoğan'ın Kuzey Kıbrıs'a yönelik sözlerinin ardından Türkiye gündeminde uzun zamandan sonra ilk kez Kuzey Kıbrıs'a yapılan yardımlar var. Türk kamuoyu Kıbrıs'ta olup bitenlerden genelde habersizdir. Türk medyası Kuzey Kıbrıs'a bol para dökülerek yapılan kumarhanelerden, bayramda, yılbaşında sahne alan şarkıcılardan, paparazzi görüntülerinden, yasemin kokularından bahsetmeyi tercih eder. Ama iş son dönemde değişti. Kısaca özetlemek gerekirse, 28 Ocak'ta KKTC'de sendikaların başını çektiği 30 bin kişi Toplumsal Varoluş Mitingi ile Türkiye tarafından KKTC Hükümeti'ne dayatılan ekonomik tedbir paketini protesto etti. Protestoya, sivil toplum örgütleri, siyasi partiler ve Güney Kıbrıslılar da destek verdi. Mitingde marjinal grupların açtığı “Ankara ne paranı ne de memurunu istiyoruz” pankartı epey tepkilere neden oldu.
Sert üslup Kıbrıslıları kızdırdı
Bu gelişmelerin ardından Başbakan Erdoğan, epey sert bir açıklama yaparak, “Bize 'defol' diyorlar. Yönetimin duyarsızlığı var. Cumhurbaşkanı'ndan Başbakan'a kadar yönetimin tavrını açık ve net koyması lazım. Türkiye'ye karşı böyle bir eyleme hakları yoktur. En düşük memurları 10 bin liraya yakın para alıyor. En düşük maaş alan kişi böyle. Benim Başbakanlık müsteşarımın aldığı 5 milyar küsur... Beyefendi 10 bin lira alıyor bir de bu eylemi yapıyor utanmadan. Üstelik 13 maaş alıyorlar yılda. 'Türkiye buradan çek git' diyor. Sen kimsin be adam... Şehidim var gazim var, stratejik olarak ilgiliyim. Kıbrıs'ta Yunanistan'ın ne işi varsa Türkiye'nin Kıbrıs'ta stratejik olarak o işi var. Ülkemizden beslenenlerin bu yola girmesi manidardır. Biz destekliyoruz, bunun karşılığının olması gerekmiyor mu” dedi. Ancak, bu sözler kendisini pek kesmemiş olsa gerek, ardından, “Bu KKTC halkının yaklaşım tarzı değildir. Oradaki belli bir grubun her zaman tanıdığımız bildiğimiz bir grubun... Güney'le paslaşan bir gruptur. Bunlar KKTC'nin şu anda sürdürmekte olduğu barış sürecini dinamitlemek isteyen bir gruptur” dedi. Ardından Kıbrıs gazeteleri çok sert başlıklar attı, ağır yazılar yazıldı, gergin hava hala sürüyor.
Rakamlar yalan söylemez
Rakamlar yalan söylemez
Bu gelişmelerin ardından son günlerde bilen, bilmeyen herkes Kıbrıs konuşuyor, tam olarak bilmediği konular hakkında fikir beyan ediyor, Kıbrıs üzerinden farklı bir milliyetçilik geliştiriyor. Ama gerçeği rakamlar söyler. KKTC Maliye Bakanı Ersin Tatar, yaptığı bir açıklamada, 2011 bütçesinin yüzde 28.16'sının Türkiye'nin yardım ve kredilerinden oluştuğunu, bu oranın 2010'da yüzde 33.8 seviyesinde olduğunu söylemişti. Rakamlar ve hedefler böyle olabilir ancak son üç dört yılda yaşanan küresel krizden zaten ağır izolasyonlar altında bulunan Kuzey Kıbrıs da etkilendi.
Bütçe hedefleri tutmadı, küresel kriz öncesi ortalama yüzde 25-30 seviyelerinde seyreden bütçe açıkları 2009 ve 2010 yıllarında yüzde 35-40 civarında bir seyir izledi. İster istemez Kuzey Kıbrıs'ın bütçe açıkları Türkiye'den alınan yardımlarla kapatılmaya çalışıldı. 2008'de 750 milyon lira civarında olan yardım daha sonraki yıllarda 1 milyar lira seviyesinde gerçekleşmeye başladı. Hedef tabi ki bundan sonraki süreçte ekonomik istikrar. Türkiye'nin bundan sonra da yılda 1 milyar lira düzeyinde yardım yapması öngörülüyor. Ancak, gözden kaçmaması gereken bir nokta var. Bunun ne kadarının Ada'da bulunan ve 40 bin kişiden oluştuğu söylenen Türk askeri kuvvetlerine ve savunma giderlerine ayrıldığı meçhul.
Ne kadarı askeri gider bilinmiyor
Türkiye'nin Lefkoşa Büyükelçiliği Yardım Heyeti Başkanlığı'nca hazırlanan “KKTC'ye yapılan Yardımlar 2009 Faaliyet Raporu”na göre, 2009'da Türkiye, Kuzey Kıbrıs'a 1 milyar 105 milyon liralık kaynak tahsis etmiş. 2010'da tahsis edilen rakam, açıklanacak raporla mart nisan gibi belli olacak. Türkiye, her yıl kendi bütçesinde Kuzey Kıbrıs'a yapılacak yardım ve hibe miktarını gerçekleşecek rakamın çok çok altında gösteriyor. Ancak, yıl içinde farklı isim ve faaliyetler adı altında bu yardımlar Kuzey Kıbrıs'a aktarılıyor. Tekrar etmekte fayda var, askeri ve savunma harcamalar, Türkiye'nin genel bir alışkanlığı olarak şeffaf değil.
Küresel ekonomik kriz ve Türkiye tarafından dayatılan kemer sıkma politikalarının yanı sıra Türkiye'den Ada'ya giden paranın bereketsizliğinin çok önemli bir boyutu daha var. Bütçe açıklarının ana nedenlerinden birisi, Ada'da net olarak bilinmeyen nüfusun giderek artması, özellikle hastane, okul, yol gibi yeni kamu harcamalarına ihtiyaç duyulması ve tabi ki kamu harcamalarında tasarrufa gidilememesi.Nüfus sayımı yapılması elzem
Öte yandan, Kıbrıs'ta göç ve nüfus meselesi hiçbir zaman gündemden düşmemiş bir konu. Son dönemlerde 500 bin ile 600 bin arasında bir nüfustan bahsediliyor. Bunun sadece 80-90 bini Kıbrıslı Türk. Fırıncılar Birliği, yakın zamanda Adada günde 800 bin ekmek ürettiklerini açıkladı. Bu rakama üstelik askerin fırınları dahil değil. Adada Kıbrıs Türk nüfusunun, kültürünün ve ekonomisinin imha edilerek yerine Türkiyelileştirilmiş bir nüfus yapısı oluşturulmaya çalışılıyor dense, pek de yanlış olmaz. KKTC'de sağlık, eğitim, adalet gibi kamu hizmetleri 200-250 binlik nüfus için planlanmış. Oysa nüfus bunun iki katına çoktan çıkmış durumda. 1999-2005 arası yüzde 1 civarında olan nüfus artış hızının 2006 sonrası yüzde 17'lere çıkmış. Annan Planı sonrası yapılan nüfus sayımında çıkan rakam 255 bindi. “Nasıl olsa gelen Türk, giden Türk” zihniyetinin yarattığı sorunlar şimdi ortada. Türkiyeli Türklerle, Kıbrıslı Türkler karşı karşıya gelmiş durumda.
Dolayısıyla Erdoğan'ın esip gürlediği Kuzey Kıbrıs'ın nüfusunun AKP iktidarı döneminde “Türkiyelileştirildiği” gün gibi ortada. Artan nüfusun ihtiyaçları için ve daha fazla kamu yatırımı için Adaya kaynak aktarılıyor. Şimdi buna kızmak, “paranızı biz veriyoruz nankörler” demek kime hak, kime haksızlıktır siz karar verin.
Kuzey Kıbrıs Türkleri Başbakan'ı protestoya hazırlanıyor
Başbakan Erdoğan, malum artık çok gergin. Ama geçen hafta KKTC ile ilgili yaptığı açıklamalar pek seçim gerginliği ile açıklanabilecek, yenilir yutulur cinsten ifadeler değildi. 28 Ocak'ta KKTC'de sendikaların başını çektiği 30 bin kadar insan Toplumsal Varoluş Mitingi ile Türkiye tarafından hükümete dayatılan ekonomik tedbir paketini protesto etti. Protestoya, sivil toplum örgütleri, siyasi partiler ve Güney Kıbrıslılar da destek vermişti. Hatta, mitingde marjinal grupların açtığı “Ankara ne paranı ne de memurunu istiyoruz” pankartı tepkilere neden olmuş, bunun üzerinde gruplar arasında bir arbede dahi yaşanmıştı. Mitingden bir hafta sonra, biz Mısır'daki Tahrir Meydanı'nda bir halk devrimini canlı yayınla izlerken, Erdoğan'dan zehir zemberek bir açıklama geldi. Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek'e “meydanlardaki halkının sesine kulak ver” diyen Erdoğan, mevzu Kuzey Kıbrıslıların sesi olunca değişiverdi.
Stratejik olarak orada bulunmak?
Başbakan, KKTC'deki bu Türkiye karşıtı eyleme çok içerlemiş olacak ki, esti gürledi. Özetle, “Kuzey Kıbrıs'ta son günlerde provokatif eylemler var. Güney'le beraber yapıyorlar. Sonuncusu 28 Ocak'taydı. Bize 'defol' diyorlar. Yönetimin duyarsızlığı var. Cumhurbaşkanı'ndan Başbakan'a kadar yönetimin tavrını açık ve net koyması lazım. Türkiye'ye karşı böyle bir eyleme hakları yoktur. En düşük memurları 10 bin liraya yakın para alıyor. En düşük maaş alan kişi böyle. Benim Başbakanlık müsteşarımın aldığı 5 milyar küsur... Beyefendi 10 bin lira alıyor bir de bu eylemi yapıyor utanmadan. Üstelik 13 maaş alıyorlar yılda. 'Türkiye buradan çek git' diyor. Sen kimsin be adam... Şehidim var gazim var, stratejik olarak ilgiliyim. Kıbrıs'ta Yunanistan'ın ne işi varsa Türkiye'nin Kıbrıs'ta stratejik olarak o işi var. Ülkemizden beslenenlerin bu yola girmesi manidardır. Biz destekliyoruz, bunun karşılığının olması gerekmiyor mu? Türkiye aleyhindeki eylemlere zemin hazırlanması kabul edilemez. Simdi bakıyorum, benden randevu istiyor, çağırıp kendisiyle konuşacağım, soracağız” dedi.
Başbakan'ın özellikle “biz stratejik olarak oradayız” demesi bir manada işgalciliği kabul etmesi olarak değerlendirilebilir mi? Kıbrıs ne zaman Türkiye'nin sömürgesi oldu? Örnek vermek gerekirse, ABD de stratejik olarak Irak'ta, ama işgalci olduğunu tüm dünya biliyor.
Gazete manşetleri sertleşti
Erdoğan'ın tepki çeken konuşmalarının ardından Kuzey Kıbrıs'ta yayınlanan gazeteler de çok sert manşetler attılar. Volkan ve Kıbrıs gazetelerinin destek veren başlıklarını saymazsak, geri kalan gazetelerin tümü çok eleştirel yazılar yazdılar. En sert başlıklardan biri muhalif kanadın gazetesi Afrika'dan geldi: “Tayyip Erdoğan sen kimsin be adam? diye soruyor. Biz de ona soruyoruz: Ya Sen Kimsin?”. Yurtsever Kıbrıslı gazetesi de “Sen Kimsin Be Adam” manşeti atarken, Yeni Düzen gazetesi de, manşetinden çok daha kalabalık bir mitingin olacağını haber verdi. Haberdar gazetesi, “Erdoğan'dan KKTC'ye One Minute” başlığı atarken, Vatan “Olmadı Recep Bey” ve Ortam gazetesi ise “Yakışıksız ve Çirkin” başlığı attı.
Erdoğan, Kıbrıslılardan özür dilesin
Başbakan'ın bu açıklamalarının ardından gelişmeleri çok yakından takip eden arkadaşlarıma Ada'da bu konuşmaların nasıl bir etki yarattığını sordum. İnanılmaz bir infial ve tepki yaratmış. Başbakan'ın bu konuşmalarının fitilini, Fortune dergisine açıklamalarda bulunan KKTC'deki TC Yardım Heyeti, Teknik Heyet Başkanı Halil İbrahim Akça'nın açıklamaları ateşlemiş. Kıbrıslılar, Akça'nın o röportajda, KKTC’deki tüm emeklilerin 7000 lira maaş alıyor gibi sunmasını, İhtiyat Sandığı kesintilerinin hep yüzde 20'lerde olduğunu söyleyerek genelleme yapmasına ya bilgisizlik ya da Türkiye kamuoyunu yanıltmak isteği olarak değerlendiriyorlar. Akça'nın Kıbrıs'tan Sorumlu Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek'e yakın bir isim olduğu da konuşulanlar arasında.
Ayrıca, Başbakan Erdoğan'ın Kıbrıslılara yönelik bu ağır eleştirilerinin nedeninin geçen yapılan hafta mitingin yanısıra yanlış bilgilendirme sonucu olduğunu belirtiyorlar. Bazı siyasi gözlemciler, “Bu mitinge katılanlar beş yıl önce Erdoğan'ı destekliyordu. Şimdi gelinen noktada kontrol edilmesi zorlaşan bir süreç yaşanıyor. Artık sendikaları kontrol etmek zorlaşacak. Erdoğan'ı muhtemelen yanlış bilgilendiren kötüniyetli bir ekip var. Başbakan'ın Kıbrıslılardan özür dilemesi gerekir. Geçen haftaki mitingde, “Ankara memurunu da paranı da istemiyoruz” pankartını açanlar marjinal gruplar. Miting öncesi hatta bu pankartın açılmaması kararı alınmıştı. Şimdi Erdoğan'ın tüm Kıbrıs halkına bu tepkiyi vermesi çok yanlış” diyorlar.
Sendikalar pazartesi günü protesto edecek
Geçen haftaki büyük mitingi düzenleyen Sendikal Platform, Erdoğan'ın yaptığı sert açıklamaların ardından pazartesi sabahı yapacağı yeni bir eyleme hazırlanıyor. Platformda yer alan sendikalar ve siyasi partiler, sabah 9.30'da Lefkoşa'daki TC Elçiliği önünde büyük bir protesto gerçekleştirecek.
Bu arada hatırlatmakta fayda var. Erdoğan'ın, “En düşük memurları 10 bin liraya yakın para alıyor. Beyefendi 10 bin lira alıyor bir de bu eylemi yapıyor utanmadan” ifadesi pek gerçeği yansıtmıyor. Zira rakamlar, KKTC'de en düşük memur maaşının 1300 lira, en yüksek memur maaşının ise 6000 lira olduğunu ortaya koyuyor. Ayrıca, Türkiye'nin KKTC'ye yaptığı yardım miktarı da her yıl kademeli olarak düşürülüyor. 33 yılda KKTC'ye 4 milyar dolar yardım yapan Türkiye, 2010’da 125 milyon lira yardım gönderdi.
Tabi, KKTC'deki muhalefet partileri, sendikalar ve sivil toplum kuruluşları neyi protesto ediyor diye soracak olursanız, şöyle izah edelim. Yaz ortasından beri bu saydığımız kuruluşlar, bütçe açığını kapatmak için Türkiye’nin talebiyle yürürlüğe konan ekonomik tedbir paketini protesto ediyor. En düşük memur maaşının 1300 lira olduğu KKTC’de üniversite mezunu bir öğretmenin maaşı 2350 lirayken, yeni düzenleme ile bu rakam 1638 liraya düşürüldü. En yüksek maaşları ise 6000 lira ile bakanlar alıyor. Doktor maaşları 3-4000 lira seviyesinde.
Dolayısıyla, madem Erdoğan, stratejik olarak yani askerle elele Kıbrıs'ta bulunmak istiyor, o halde Kıbrıslı Türklerin dikkate alınmadığı, taleplerine kulak verilmediği böyle bir Kuzey Kıbrıs uluslararası siyaset dilinde ya sömürgedir ya da işgal altındaki toprak... Kimse alınmasın, gücenmesin.
Beş günlük iletişimsizliğin bedeli 90 milyon dolar
Mısır'da isyanın ve ayaklanmaların başladığı günlerde Mısır Hükümeti'nin ilk yaptığı iş, cep telefonu operatörlerine, ülkenin belirli yerlerinde verdikleri hizmeti askıya almaları talimatı vermek oldu. Bu talimatın ardından Vodafone, bir açıklama yaparak, "Mısır kanunlarına göre, yetkililerin böyle bir talimat verme hakkı var ve biz de buna uymak zorundayız" dedi. Yani, bir manada gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım durumu yaşandı. Ancak, dün Vodafone CEO'su Vittorio Coalo, ilginç bir açıklama yaparak, protestolar sırasında hükümet yetkililerinin kendilerini Mübarek yanlısı mesajlar yayınlamaya zorladığını ancak bunun kabul edilebilir bir durum olmadığını söylediklerini ifade etti.
Protestoların başladığı günden bu yana, internet ve cep telefonu hizmetlerindeki kısıtlamalara rağmen, Mısırlılar zor şartlar altında sosyal medya ağlarında yaşadıklarını bize aktarmaya çalıştı. Ancak, günümüzde hiçbir yasak iletişim özgürlüğünün önüne geçemiyor. Bu bir kez daha gördük. Bazı internet servis sağlayıcıların kesintilerden etkilenmemesi üzerine hizmet vermeye devam etti, ancak networkün yüzde 88'inin kesintiye uğradığı belirtiliyor. Bir süre devam eden bu yasağın ardından önceki gün internet tekrar rahat şekilde kullanılmaya başlandı. Ancak şirketler yeni kesintilere karşı önlemler alıyor. Beş günden fazla süren kesintilerin ardından, Mısır'da sosyal ağlarda iletişimin sürmesi için, Google önemli bir destek vererek, cep telefonları üzerinden Twitter mesajı gönderilebilmesini sağlayan bir hizmet başlattı.
İletişimi keseyim derken...84 milyon civarında nüfusa sahip Mısır'da telekom rakamsal büyüklükler açısından önemli bir sektör. Mısır'da üç büyük GSM operatör var. Etisalat'ın sahibi olduğu Mobiller, Orange ve Orascom'un sahibi olduğu Mobinil ve Vodafone. Son rakamlara göre, Vodafone 'un 31 milyon 271 bin, Mobinil'in ise 30 milyon abonesi bulunuyor. Dün, OECD'nin hazırladığı bir ön rapor okudum. OECD'nin tahminlerine göre, Mısır Hükümeti'nin beş günden fazla süreyle engellenen internet ve haberleşme yasağının faturası 90 milyon dolarlık bir zarar. Bu rakam, Mısır'ın Gayri Safi Yurtiçi Hasılası'nın yüzde 3-4'ü oranında, yani günlük kayıp ortalama 18 milyon dolar. OECD'nin tahminlerine göre, Mısır'da sokaklarda yaşanan gösteriler nedeniyle hükümet tarafından engellenen telekomünikasyon ve internet hizmetlerinin uzun vadeli etkisinin çok daha önemli olabileceğine dikkat çekiliyor. Çünkü, Mısır dışından sağlanan söz konusu hizmetlerin engellenmesinden, uluslararası ve yerel yüksek teknoloji şirketlerinin olumsuz yönde etkilendiği vurgulanıyor.
Endişeler dinmiyorBu arada, Mısır'la ilgili birkaç rakamdan söz edelim. Mısır Merkez Bankası'nın, 36 milyar dolar değerinde yabancı döviz rezervi bulunurken, yerel bankalarda 7 milyan dolarlık döviz var. Buna ilave 21 milyar dolarlık da varlığın da resmi olmayan rezerv olarak bankalarda saklandığı belirtiliyor. Bunun, Mısır'ın gerektiğinde likidite sağlayabilme önceliğini korumak istemesinden kaynaklandığı söyleniyor. Bu arada, geçen hafta protestoların başladığı ilk iki gün ülkeden 150 milyon dolarlık para transferi yapıldığı, yine geçen hafta günde 500 milyon dolarlık fonun dışarıya aktığı belirtiliyor. Yabancı yatırımlar açısından şu anda son derece kırılgan bir durumda olan Mısır'daki politik huzursuzluk bitmeden yabancı yatırımcı çekebilme ihtimali çok düşük. 30 Haziran 2010'da son eren mali yılda Mısır, 6.76 milyar dolarlık yatırım çekmiş, bunun yarısı petrol endüstrisiyle ilgili. Mısır'ın ekonomik verilerinin geleceği ile ilgili pek çok spekülasyon yapılıyor. Mısır'da sokağın ateşi sürürken, piyasa aktörlerinin hepsi diken üstünde. Durum, bölge ekonomilerindeki finansal piyasaları da olumsuz etkiliyor.
Protestoların başladığı günden bu yana, internet ve cep telefonu hizmetlerindeki kısıtlamalara rağmen, Mısırlılar zor şartlar altında sosyal medya ağlarında yaşadıklarını bize aktarmaya çalıştı. Ancak, günümüzde hiçbir yasak iletişim özgürlüğünün önüne geçemiyor. Bu bir kez daha gördük. Bazı internet servis sağlayıcıların kesintilerden etkilenmemesi üzerine hizmet vermeye devam etti, ancak networkün yüzde 88'inin kesintiye uğradığı belirtiliyor. Bir süre devam eden bu yasağın ardından önceki gün internet tekrar rahat şekilde kullanılmaya başlandı. Ancak şirketler yeni kesintilere karşı önlemler alıyor. Beş günden fazla süren kesintilerin ardından, Mısır'da sosyal ağlarda iletişimin sürmesi için, Google önemli bir destek vererek, cep telefonları üzerinden Twitter mesajı gönderilebilmesini sağlayan bir hizmet başlattı.
İletişimi keseyim derken...84 milyon civarında nüfusa sahip Mısır'da telekom rakamsal büyüklükler açısından önemli bir sektör. Mısır'da üç büyük GSM operatör var. Etisalat'ın sahibi olduğu Mobiller, Orange ve Orascom'un sahibi olduğu Mobinil ve Vodafone. Son rakamlara göre, Vodafone 'un 31 milyon 271 bin, Mobinil'in ise 30 milyon abonesi bulunuyor. Dün, OECD'nin hazırladığı bir ön rapor okudum. OECD'nin tahminlerine göre, Mısır Hükümeti'nin beş günden fazla süreyle engellenen internet ve haberleşme yasağının faturası 90 milyon dolarlık bir zarar. Bu rakam, Mısır'ın Gayri Safi Yurtiçi Hasılası'nın yüzde 3-4'ü oranında, yani günlük kayıp ortalama 18 milyon dolar. OECD'nin tahminlerine göre, Mısır'da sokaklarda yaşanan gösteriler nedeniyle hükümet tarafından engellenen telekomünikasyon ve internet hizmetlerinin uzun vadeli etkisinin çok daha önemli olabileceğine dikkat çekiliyor. Çünkü, Mısır dışından sağlanan söz konusu hizmetlerin engellenmesinden, uluslararası ve yerel yüksek teknoloji şirketlerinin olumsuz yönde etkilendiği vurgulanıyor.
Endişeler dinmiyorBu arada, Mısır'la ilgili birkaç rakamdan söz edelim. Mısır Merkez Bankası'nın, 36 milyar dolar değerinde yabancı döviz rezervi bulunurken, yerel bankalarda 7 milyan dolarlık döviz var. Buna ilave 21 milyar dolarlık da varlığın da resmi olmayan rezerv olarak bankalarda saklandığı belirtiliyor. Bunun, Mısır'ın gerektiğinde likidite sağlayabilme önceliğini korumak istemesinden kaynaklandığı söyleniyor. Bu arada, geçen hafta protestoların başladığı ilk iki gün ülkeden 150 milyon dolarlık para transferi yapıldığı, yine geçen hafta günde 500 milyon dolarlık fonun dışarıya aktığı belirtiliyor. Yabancı yatırımlar açısından şu anda son derece kırılgan bir durumda olan Mısır'daki politik huzursuzluk bitmeden yabancı yatırımcı çekebilme ihtimali çok düşük. 30 Haziran 2010'da son eren mali yılda Mısır, 6.76 milyar dolarlık yatırım çekmiş, bunun yarısı petrol endüstrisiyle ilgili. Mısır'ın ekonomik verilerinin geleceği ile ilgili pek çok spekülasyon yapılıyor. Mısır'da sokağın ateşi sürürken, piyasa aktörlerinin hepsi diken üstünde. Durum, bölge ekonomilerindeki finansal piyasaları da olumsuz etkiliyor.
Credit Suisse'in raporu Afrika sıcağını görmüş
Tunus’ta başlayıp Mısır’da milyonların katıldığı protesto gösterilerine dönüşen halk hareketlerini tüm dünya nefesini kesmiş izliyor. Tüm bu gelişmelerin sosyolojik, ekonomik ve politik sebepleri var, neden sadece ne demokrasi talebi, ne de sefalet ve yoksulluk. Toplumları bu isyan noktasına getiren nedenler bugünlere kadar süregelmiş uygulanan ekonomik ve siyasi modellerle ilgili. İşin iktisadi kısmına bakacak olursak, Mısır’da bir haftadır süren hükümet karşıtı gösteriler sonrası petrol fiyatları varil başına 100 dolara kadar çıktı, yatırımcılar gelişen piyasalardan çekilmeye başladı, OPEC petrol arzında bir tehdit yaşanması halinde petrol üretimini arttırabileceği sinyalini verdi. Mısır’da protestoların başladığı gün yüzde 10.5 düşen borsa ve bankalar hala kapalı. Pazartesi gününe kadar da kapalı olacak. Yatırımcıların çektiği para miktarının çok ciddi rakamlara ulaştığı çeşitli finans sitelerinde yer alan bilgiler arasında. Siyasi istikrarsızlığın ve iç karışıklığın ülkenin büyüme performansına ve kamu finansmanına darbe vuracağı beklentisi yüksek.
Riskler giderek çoğalıyor
Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Moody’s birkaç gün önce, Mısır’ın "ba1" olan kredi notunu bir basamak düşürdü. Gerekçe olarak da, ülkedeki siyasi risklerin son dönemde ciddi şekilde artması ve zaten zayıf durumda olan olan kamu maliyesinin daha da darbe alması endişesinin etkili olduğunu belirtti. Ardından, National Bank of Egypt, Banque Misr, Banque de Cario, Commercial International Bank ve Bank Alexandria'nın kredi notunu düşürdü. S&P, ülkenin kredi notunu düşüren ikinci kredi derecelendirme kuruluşu oldu. Mısır'ın uzun vadeli kredi notunu bir kademe indirerek, BB seviyesine çekti. IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn da, yaptığı bir konuşmada, Mısır ve Tunus’taki olayları kastederek, kriz öncesi dönemde görülen küresel dengesizlikler yeniden ortaya çıktığı tehlikesine dikkat çekti. Bu arada, Mısır'daki ayaklanma ve siyasi belirsizlik, Mısır'la iş yapan İngiliz şirketlerinin hisselerini de vuruyor.
Tek negatif beklentili ülke
İlginçtir, İsviçre bankası Credit Suisse, birkaç hafta önce Emerging Consumer Survey adlı bir rapor hazırlamış, BRIC ülkeleri Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin’e ek olarak Mısır, Suudi Arabistan ve Endonezya’daki tüketici profilleri üzerinden bu ekonomilerdeki kırılganlıklara ve tehditlere dikkat çekmiş. Mısır’la ilgili üç trajik tablo şeklinde verdiği beklentilere göre, kişilerin gelecek altı aydaki finansal durum, hanehalkı geliri ve aylık harcamalara yönelik beklentilerinin hepsi olumsuz. Mısır, 84 milyonluk nüfusu ile Arap dünyasının en kalabalık ülkesi. Nüfusun yüzde 40’ı günde 3 dolar olan yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Yüksek enflasyon ve gıda fiyatlarındaki yükseliş Mısırlıların ciddi oranda yoksullaşmasına sebep oldu. İşsizlerin yüzde 90’ı 30 yaşın altında. Ülkeye 12 milyar dolar civarında döviz getiren turizm sektörünün, GSYİH’daki payı da yüzde 5-6. Mısır’da her sekiz kişiden biri turizmle ilgileniyor. Son durumdan en çok bu sektör etkilenecek.
Mısırlının umudu kalmamış
Credit Suisse’in raporunda, Mısır bölümünün başlığı, Mısır: İhtiyatlı duygu. Mısır, araştırmadaki ülkeler arasında katılımcıların gelecek altı ayda kişisel mali durumları ile ilgili net negatif beklentiye sahip tek ülke. Mısırlı tüketicilerin beklentilerindeki kötümserlik ve umutsuzluk rakamlara da yansımış. Yüzde 38’i gelecek altı ayda finansal pozisyonunda bir miktar iyileşme beklerken, yüzde 12’si daha da kötüleşeceği tahmininde bulunmuş. Bu beklentileri tüketici harcamaları konusunda da hemen hemen aynı sayılabilir. Bunların en önemli sebepleri olarak da, yüksek enflasyon, muhtemel siyasi belirsizlikler sıralanıyor ve tüketici tepkilerinin bunlardan etkilenmiş olmasının normal karşılandığı belirtiliyor. Ancak, ülke ekonomisinin doğası gereği düşük gelire sahip olan insanların en temel harcamalarını bile yapamayacak durumda olduğu kaydediliyor. Bununla birlikte, göreceli olarak yüksek gelir grupları için mali durumla ilgili olumlu gelişmelere de dikkat çekiliyor.
Mısır, 2011 yılı içinde ekonomiye 3.44 milyar dolarlık bir yardım sağlamak amacıyla bir ekonomiyi kurtarma planı kabul etmişti. Plan, 5.7 milyon devlet çalışanına maaşları karşılığında perakende ve diğer ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri için alışveriş yapmaları temeline dayanıyor, ekonomik büyümenin de 0.50 ile 0.75 puan arasında olması beklentisini taşıyordu. Kurtarma planının temeli varsayılan duruma göre, kamu çalışanlarının maaşlarının garantisi ile bankacılık sistemine borç verilmesi hesaplanıyordu.
Mısır ekonomisi, global ekonomik krize kadarki üç yılda ortalama yüzde 7 büyümüş. 2008-2009 döneminde bu rakam yüzde 4.7’ye düşmüş. İşgücüne her yıl katılan yeni insanlarla birlikye ülkenin en az yolda yüzde 6 civarında büyümesi gerekiyor. Resmi rakamlara göre, Temmuz 2011’de başlayacak yeni finansal yılda ekonominin yüzde 7, ardından gelen yılda da yüzde 8-8.5 civarında büyüme beklentisi var. Mısır’da halkın siyasi ve demokratik taleplerinin yanında ciddi anlamla ekonomik talepleri var. Ülkede kabinede maliye bakanı da dahil olmak üzere çeşitli bakanların yerine yenileri getirildi. Sokağın ekonomik taleplerine kısa sürede yanıt verebilecekler mi hep birlikte göreceğiz.
Riskler giderek çoğalıyor
Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Moody’s birkaç gün önce, Mısır’ın "ba1" olan kredi notunu bir basamak düşürdü. Gerekçe olarak da, ülkedeki siyasi risklerin son dönemde ciddi şekilde artması ve zaten zayıf durumda olan olan kamu maliyesinin daha da darbe alması endişesinin etkili olduğunu belirtti. Ardından, National Bank of Egypt, Banque Misr, Banque de Cario, Commercial International Bank ve Bank Alexandria'nın kredi notunu düşürdü. S&P, ülkenin kredi notunu düşüren ikinci kredi derecelendirme kuruluşu oldu. Mısır'ın uzun vadeli kredi notunu bir kademe indirerek, BB seviyesine çekti. IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn da, yaptığı bir konuşmada, Mısır ve Tunus’taki olayları kastederek, kriz öncesi dönemde görülen küresel dengesizlikler yeniden ortaya çıktığı tehlikesine dikkat çekti. Bu arada, Mısır'daki ayaklanma ve siyasi belirsizlik, Mısır'la iş yapan İngiliz şirketlerinin hisselerini de vuruyor.
Tek negatif beklentili ülke
İlginçtir, İsviçre bankası Credit Suisse, birkaç hafta önce Emerging Consumer Survey adlı bir rapor hazırlamış, BRIC ülkeleri Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin’e ek olarak Mısır, Suudi Arabistan ve Endonezya’daki tüketici profilleri üzerinden bu ekonomilerdeki kırılganlıklara ve tehditlere dikkat çekmiş. Mısır’la ilgili üç trajik tablo şeklinde verdiği beklentilere göre, kişilerin gelecek altı aydaki finansal durum, hanehalkı geliri ve aylık harcamalara yönelik beklentilerinin hepsi olumsuz. Mısır, 84 milyonluk nüfusu ile Arap dünyasının en kalabalık ülkesi. Nüfusun yüzde 40’ı günde 3 dolar olan yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Yüksek enflasyon ve gıda fiyatlarındaki yükseliş Mısırlıların ciddi oranda yoksullaşmasına sebep oldu. İşsizlerin yüzde 90’ı 30 yaşın altında. Ülkeye 12 milyar dolar civarında döviz getiren turizm sektörünün, GSYİH’daki payı da yüzde 5-6. Mısır’da her sekiz kişiden biri turizmle ilgileniyor. Son durumdan en çok bu sektör etkilenecek.
Mısırlının umudu kalmamış
Credit Suisse’in raporunda, Mısır bölümünün başlığı, Mısır: İhtiyatlı duygu. Mısır, araştırmadaki ülkeler arasında katılımcıların gelecek altı ayda kişisel mali durumları ile ilgili net negatif beklentiye sahip tek ülke. Mısırlı tüketicilerin beklentilerindeki kötümserlik ve umutsuzluk rakamlara da yansımış. Yüzde 38’i gelecek altı ayda finansal pozisyonunda bir miktar iyileşme beklerken, yüzde 12’si daha da kötüleşeceği tahmininde bulunmuş. Bu beklentileri tüketici harcamaları konusunda da hemen hemen aynı sayılabilir. Bunların en önemli sebepleri olarak da, yüksek enflasyon, muhtemel siyasi belirsizlikler sıralanıyor ve tüketici tepkilerinin bunlardan etkilenmiş olmasının normal karşılandığı belirtiliyor. Ancak, ülke ekonomisinin doğası gereği düşük gelire sahip olan insanların en temel harcamalarını bile yapamayacak durumda olduğu kaydediliyor. Bununla birlikte, göreceli olarak yüksek gelir grupları için mali durumla ilgili olumlu gelişmelere de dikkat çekiliyor.
Mısır, 2011 yılı içinde ekonomiye 3.44 milyar dolarlık bir yardım sağlamak amacıyla bir ekonomiyi kurtarma planı kabul etmişti. Plan, 5.7 milyon devlet çalışanına maaşları karşılığında perakende ve diğer ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri için alışveriş yapmaları temeline dayanıyor, ekonomik büyümenin de 0.50 ile 0.75 puan arasında olması beklentisini taşıyordu. Kurtarma planının temeli varsayılan duruma göre, kamu çalışanlarının maaşlarının garantisi ile bankacılık sistemine borç verilmesi hesaplanıyordu.
Mısır ekonomisi, global ekonomik krize kadarki üç yılda ortalama yüzde 7 büyümüş. 2008-2009 döneminde bu rakam yüzde 4.7’ye düşmüş. İşgücüne her yıl katılan yeni insanlarla birlikye ülkenin en az yolda yüzde 6 civarında büyümesi gerekiyor. Resmi rakamlara göre, Temmuz 2011’de başlayacak yeni finansal yılda ekonominin yüzde 7, ardından gelen yılda da yüzde 8-8.5 civarında büyüme beklentisi var. Mısır’da halkın siyasi ve demokratik taleplerinin yanında ciddi anlamla ekonomik talepleri var. Ülkede kabinede maliye bakanı da dahil olmak üzere çeşitli bakanların yerine yenileri getirildi. Sokağın ekonomik taleplerine kısa sürede yanıt verebilecekler mi hep birlikte göreceğiz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)