Yunanistan, içinde bulunduğu borç batağından kurtulabilmek ve AB ile IMF’den aldığı yardımların devamlılığını sağlayabilmek için bu kurumlarla 28,4 milyar avroluk beş yıllık tasarruf planı üzerinde anlaştı. Kritik süreç, bu kemer sıkma önlemlerini içeren pakete PASOK Hükümeti’nin parlamentodan onay alıp alamayacağı. Paket, 14,32 milyar avro harcama kesintisi ve 14,09 milyar avro vergi toplanmasını öngörüyor. Pek çok vergi istisnasının kaldırılması, gelire göre tek seferlik vergi oranı artışı, katma değer vergisinin arttırılması ve lüks tüketim vergisi getirilmesi gibi önlemleri içeriyor. Tasarruf önlemlerinin en can alıcı noktası, çalışanların durumuyla ilgili. Planda, işçi ve memur alımlarının azaltılması, maaşlarda kesintiye gidilmesi, kamuda çalışanların geçici sözleşme statüsüne alınarak ücret giderlerinin azaltılması gibi hedefler var. Avrupa’nın en örgütlü sendikalarına sahip Yunanistan, gerçek bir laboratuar niteliğinde. Planın oylanacağı 28-29 haziranda sendikalar greve gidecek. Ülkede, biri kamu diğeri özel sektörde olmak üzere iki sendika konfederasyonu var. İkisi, ülkede istihdam edilen beş milyon kişinin yarısına yakınını temsil ediyor. ADEDY kamu çalışanları içinde örgütlü. GSEE ise özel sektördeki sendika konfederasyonu. ADEDY ve GSEE sendikal bürokrasisi, PASOK destekçisi ve bu konfederasyonların PASOK tarafından kontrol edilebildiği belirtiliyor. Her iki konfederasyon da farklı ideolojilere sahip işçileri barındırıyor. Yunanistan’da siyasal görüşe bağlı olarak kamu çalışanları ya da işçiler için farklı sendikal konfederasyonlar yok, ancak güçlü siyasal aktörlerin bu konfederasyon içinde kendi denetimindeki sendikalardan oluşan ayrı sendikal cepheleri var. PASOK’un sendikal cephesi de PASKE. GSEE’nin kontrolündeki PASOK destekli PASKE sendikasının yüzde 40’lık kontrol gücüne sahip. PAME, ortak sendikal mücadelede bazı ayrılıklara sahip olduğu gerekçesiyle diğer örgütler tarafından eleştiriliyor. PAME de, sendikaların ortak eylemine katılmak yerine ayrı eylemler örgütlüyor. Dolayısıyla, iktidarda sendikalar arasında böylesi organik bağlar varken, reformların önemi aşikâr. PASOK’un bir yandan bu sendikaları hoş tutup diğer yandan kritik önemdeki reformları hayata geçirebilmesi ciddi bir ikilem yaratıyor. Avrupalılar açısından reformların ciddiyetini ve meşruiyetini zedeliyor.
* * *
UNESCO’nun ahlak sınavı
Kültürel inkârcılık sadece bu topraklara has bir durum değil, yakın coğrafyamızda da görülebiliyor. Bunun en son örneklerinden birini de Azerbaycan’ın uluslararası platformlarda ortaya koyduğu tavırda görüyoruz. Konu, 15 haziranda Paris’te UNESCO salonlarında “Haçkar Sanatı: Ermeni haç taşları” başlıklı bir fotoğraf sergisinin açılışında yaşanan skandalla ilgili. Ermenilerin, yüzyıllar boyunca ve günümüzde yaşadıkları yerleşim yerlerinde çekilmiş fotoğraflardan oluşan sergi, doğal olarak Azerbaycan, Ermenistan ve Türkiye’deki çeşitli yerleşim yerlerini de kapsıyor. Charles Aznavour’un himayesindeki serginin açılışı öncesinde Azerbaycan delegasyonu, serginin hazırlıkları esnasında haçların menşei ile ilgili bilgi veren her türlü harita, SİT alanı ve açıklama bilgisinin kaldırılmasını UNESCO yönetiminden talep etti. Serginin açılışına birkaç saat kala UNESCO yönetiminin kararıyla haçkarların bulunduğu, yerleştirildiği ve yapıldığı yerler hakkındaki yazılar kaldırıldı. Görev tanımında kültür ve barış değerlerine dünya çapında sahip çıkmak, kültürlerarası diyalogu yerleştirmek olan UNESCO’nun yönetimi de, emir niteliğindeki bu talebi geri çevirmeyerek hemen uygulamaya koydu. Azerilerin, bu tür uluslararası kurumlara katkı payı kılıfıyla rüşvet dağıttığı sır değil. Bol paralarıyla Sovyet metotlarını aratmayacak şekilde hoşlarına gitmeyen herşeyi satın alarak sansür etmekle ün salmış bir ülke. Azerbaycan’ın UNESCO’ya yılda 1,5 milyon dolar civarında bir bağış yaptığı kaydedilirken, UNESCO yönetimi First Lady Mihriban Aliyeva’yla da sıkı ilişkilere sahip.
Sergideki fotoğrafların konusu olan haçların bulunduğu tarihî yerlerden biri Nahcivan’daki Culfa Kabristanı. Burası 2006’da Azeri ordu birlikleri tarafından yerle bir edilmişti. Azeri ordusuna mensup 200 kadar asker Ortaçağ’dan kalma 3000 civarında paha biçilmez haçkarı balyozlarla ve iş makineleriyle kırarak, kamyonlara yükleyip Aras Nehri’ne boşaltmıştı. Ardından Culfa Azeri ordusunun atış alanı olmuştu. UNESCO, Kültür Mirası Anlaşması’nın bu bariz ihlalinin ardından bugün Azerilerin sansür faaliyetlerine ses çıkaramıyor. Ermeni haçkar sanatının UNESCO tarafından “maddi olmayan kültürel miras” olarak tanındığı sırada, Azerbaycan bunu protesto ederek, haçkarların sadece Ermenilere ait olmadığını da iddia etmişti. Avrupa Ermeni Birlikleri Forumu, UNESCO yönetimine karşı protesto süreci başlattı. Forum, olayla ilgili UNESCO’ya dava açmaya hazırlanıyor. Kısa süre önce Venedik Bienali’nde Azeriler sanata ve sanatçıya olan saygılarını (!) bir kez daha göstermiş, Beral Madra’nın küratörlüğünde dünyaca ünlü Azeri sanatçı Aydan Salakhova’ya ait eserlerin, Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in müdahalesiyle önce üstü örtülmüş ardından eserler kaldırtılmıştı.
Yunanistan’ın ‘gerçeklerle’ savaşı
Neredeyse iki yıla yakın bir zamandan bu yana Yunanistan’ın ekonomik ve sosyal anlamda adım adım nasıl uçurumun kenarına geldiğini izliyoruz. Geçen yıl sürdürülemez hale gelen kamu borç stokunun GSYH’ya oranı yüzde 150’ye ulaşırken, bütçe açığı GSYH’nın yüzde 9,5’i düzeyinde. Yunanistan ile ilgili masada devlet tahvili vadelerinin ertelenmesi ve kamu harcamalarının kısılması seçeneğinin yanısıra geniş kapsamlı bir özelleştirme programının da devreye alınması var. Başbakan Yorgo Papandreu’nun geçen hafta gerçekleştirdiği yeni kabine yapılanması, bu özelleştirme programının başarılı olmasını da içeren atamaları kapsıyordu. Başarının ne oranda olacağını ancak özelleştirme programı uygulamaya geçince göreceğiz.
Son dönemde ülkede sokağın ateşi dinmiyor. Papandreu’nun vergi artışları, kamu harcamalarında ciddi kesintiler, kamuda çalışanların maaşlarına tırpan gibi halkın hiç hoşuna gitmeyen önlemlerden oluşan acı reçetesi, sendikal anlamda iyi örgütlenmiş meslek kuruluşlarını neredeyse her gün sokağa döküyor.
Geçen haftaki ayaklanmaların ardından muhalefetle birlikte geniş tabanlı bir ulusal birlik hükümeti kuracağını açıklayan Papandreu, kabinede köklü değişiklik yapma kararı aldı. Yeni kabine salı akşamına kadar parlamentodan güvenoyu almak zorunda. Sandalyelerde oturanlar değişti ancak, halkın tepkisinin odağındaki kemer sıkma önlemlerini içeren orta vadeli plan hâlâ masada duruyor. Dolayısıyla bu, ekonomi programında aslında hiçbir değişiklik olmadığının göstergesi. Kemerden bir ilik gevşetse AB, IMF, Avrupa Merkez Bankası troykası parayı vermekten vazgeçecek, kemerin iliğini sıksa halk sokaklara dökülecek.
Savunma Bakanlığı’ndan Maliye Bakanlığı’na getirilen Evangelos Venizelos, artık ekonomiyle ilgili savunma yapacak ki, ilk sınavını bugün Lüksemburg’da gerçekleştirilecek Avro Bölgesi Maliye Bakanları toplantısında verecek. Zaten kendisini de Yunan medyasına verdiği demeçlerde, “Savunma’dan gerçek savaşa gidiyorum” demiş. Ekonomisi son dönemde uluslararası piyasalardan ve finansal kuruluşlardan sürekli dayak yiyen Yunanistan’ın durumu, avroyla ilgili endişeleri de her geçen gün arttırıyor. Uluslararası kuruluşların hemen hepsi, Yunanistan’ın borçlarını ödeyememesi durumunda bundan İspanya ve Portekiz gibi ülkelerin ve hatta bu Avro Bölgesi dışındakilerin de etkileneceği belirtiyor. Yunan hükümeti tahvillerinin yüzde 55’ini elinde bulunduran Alman ve Fransız bankaları da, Yunanistan’ın olası bir temerrüdü halinde en büyük darbeyi alacaklar arasında birinci sırada. Aslında Papandreu’nun en büyük güvencesi de bu. Yunanistan borçlarını ödeyemez duruma gelirse, bundan en çok Avro Bölgesi bankaları zarar göreceğinden, Avrupa Birliği öyle veya böyle Yunanistan’a para akıtmayı sürdürecek. 23-24 haziranda AB Zirvesi, 11 temmuzda Avro Grubu toplantısı var. En geç bu tarihten sonra Yunanistan, en az 50 milyar avroluk pakete onay bekliyor. Ancak, temmuz başına kadar 12 milyar avroyu alamazsa ülke temerrüde düşecek.
Halk rahatından vazgeçmiyor
Tabii tüm olup biten sadece rakamlardan ibaret değil. Hükümet, halka kemer sıkma önlemlerini anlatabilmiş değil. Yunanlar, haksız elde edilmiş yaşam standartlarının altında yaşamayı kabul etmedikleri sürece krizin reel anlamda çözülmesi mümkün değil. Bugün kurtarılsa, krizin yıllar sonra tekrarlanmayacağının garantisi yok. Çünkü, üreten bir ekonomiye sahip değil. Yunanistan, AB’ye üye olduğu 1981’den bu yana tam 30 yıldır AB’nin yapısal fonlarından faydalanıyor. 30 yıldan sonra bugün bile yılda ortalama üç milyar avro gibi bir para alıyor. Aldığı ve alacağı bu borçları geri ödeyebilecek bir sanayiye, üretime sahip değil. Toplum, sahip olduğu imkânlardan asla vazgeçmek istemiyor. Rahat imkânların yarattığı alışkanlıklarını değiştirmemek için ayak diretiyor. Çalışma süreleri kısa, ücretler yüksek. İşin can alıcı kısmı burada başlıyor. 11 milyonluk Yunanistan’da çalışan nüfus 4,5 milyon. Bunun yüzde 35’i kamuda çalışıyor, bu da 1,6 milyon kişi demek. Kişi başına düşen milli gelirin 23 bin avro olduğu ülkede 200 bin avro üzerinde gelir beyan eden sadece 3000 mükellef var. Bu hesapla, ülkede kaçırılan verginin oranını hayal etmek çok da zor olmasa gerek... Genç yaşta emekli olup ayda 3000 avro almaya alışmış Yunan emeklisi, bugün, daha önce nereden geldiğini sorgulayamadığı bu para elinden alınacağı için panik halinde. Bunun gibi pek çok örnek mevcut.
Yıllarca AB’nin imkânlarıyla yaşamaya alışmış bu halka rağmen bu önlemler nasıl uygulamaya geçecek? Yunanistan’ı yönetebilecek en ülkenin en iyi siyasetçilerinden biri olmasına rağmen Papandreu, bu içinden çıkılmaz durumu yönetmeye çalışıyor, herşeye rağmen vebali üstleniyor, görevden kaçmıyor. Siyasi manevrasının ne kadar işe yarayacağını zaman gösterecek.
Son dönemde ülkede sokağın ateşi dinmiyor. Papandreu’nun vergi artışları, kamu harcamalarında ciddi kesintiler, kamuda çalışanların maaşlarına tırpan gibi halkın hiç hoşuna gitmeyen önlemlerden oluşan acı reçetesi, sendikal anlamda iyi örgütlenmiş meslek kuruluşlarını neredeyse her gün sokağa döküyor.
Geçen haftaki ayaklanmaların ardından muhalefetle birlikte geniş tabanlı bir ulusal birlik hükümeti kuracağını açıklayan Papandreu, kabinede köklü değişiklik yapma kararı aldı. Yeni kabine salı akşamına kadar parlamentodan güvenoyu almak zorunda. Sandalyelerde oturanlar değişti ancak, halkın tepkisinin odağındaki kemer sıkma önlemlerini içeren orta vadeli plan hâlâ masada duruyor. Dolayısıyla bu, ekonomi programında aslında hiçbir değişiklik olmadığının göstergesi. Kemerden bir ilik gevşetse AB, IMF, Avrupa Merkez Bankası troykası parayı vermekten vazgeçecek, kemerin iliğini sıksa halk sokaklara dökülecek.
Savunma Bakanlığı’ndan Maliye Bakanlığı’na getirilen Evangelos Venizelos, artık ekonomiyle ilgili savunma yapacak ki, ilk sınavını bugün Lüksemburg’da gerçekleştirilecek Avro Bölgesi Maliye Bakanları toplantısında verecek. Zaten kendisini de Yunan medyasına verdiği demeçlerde, “Savunma’dan gerçek savaşa gidiyorum” demiş. Ekonomisi son dönemde uluslararası piyasalardan ve finansal kuruluşlardan sürekli dayak yiyen Yunanistan’ın durumu, avroyla ilgili endişeleri de her geçen gün arttırıyor. Uluslararası kuruluşların hemen hepsi, Yunanistan’ın borçlarını ödeyememesi durumunda bundan İspanya ve Portekiz gibi ülkelerin ve hatta bu Avro Bölgesi dışındakilerin de etkileneceği belirtiyor. Yunan hükümeti tahvillerinin yüzde 55’ini elinde bulunduran Alman ve Fransız bankaları da, Yunanistan’ın olası bir temerrüdü halinde en büyük darbeyi alacaklar arasında birinci sırada. Aslında Papandreu’nun en büyük güvencesi de bu. Yunanistan borçlarını ödeyemez duruma gelirse, bundan en çok Avro Bölgesi bankaları zarar göreceğinden, Avrupa Birliği öyle veya böyle Yunanistan’a para akıtmayı sürdürecek. 23-24 haziranda AB Zirvesi, 11 temmuzda Avro Grubu toplantısı var. En geç bu tarihten sonra Yunanistan, en az 50 milyar avroluk pakete onay bekliyor. Ancak, temmuz başına kadar 12 milyar avroyu alamazsa ülke temerrüde düşecek.
Halk rahatından vazgeçmiyor
Tabii tüm olup biten sadece rakamlardan ibaret değil. Hükümet, halka kemer sıkma önlemlerini anlatabilmiş değil. Yunanlar, haksız elde edilmiş yaşam standartlarının altında yaşamayı kabul etmedikleri sürece krizin reel anlamda çözülmesi mümkün değil. Bugün kurtarılsa, krizin yıllar sonra tekrarlanmayacağının garantisi yok. Çünkü, üreten bir ekonomiye sahip değil. Yunanistan, AB’ye üye olduğu 1981’den bu yana tam 30 yıldır AB’nin yapısal fonlarından faydalanıyor. 30 yıldan sonra bugün bile yılda ortalama üç milyar avro gibi bir para alıyor. Aldığı ve alacağı bu borçları geri ödeyebilecek bir sanayiye, üretime sahip değil. Toplum, sahip olduğu imkânlardan asla vazgeçmek istemiyor. Rahat imkânların yarattığı alışkanlıklarını değiştirmemek için ayak diretiyor. Çalışma süreleri kısa, ücretler yüksek. İşin can alıcı kısmı burada başlıyor. 11 milyonluk Yunanistan’da çalışan nüfus 4,5 milyon. Bunun yüzde 35’i kamuda çalışıyor, bu da 1,6 milyon kişi demek. Kişi başına düşen milli gelirin 23 bin avro olduğu ülkede 200 bin avro üzerinde gelir beyan eden sadece 3000 mükellef var. Bu hesapla, ülkede kaçırılan verginin oranını hayal etmek çok da zor olmasa gerek... Genç yaşta emekli olup ayda 3000 avro almaya alışmış Yunan emeklisi, bugün, daha önce nereden geldiğini sorgulayamadığı bu para elinden alınacağı için panik halinde. Bunun gibi pek çok örnek mevcut.
Yıllarca AB’nin imkânlarıyla yaşamaya alışmış bu halka rağmen bu önlemler nasıl uygulamaya geçecek? Yunanistan’ı yönetebilecek en ülkenin en iyi siyasetçilerinden biri olmasına rağmen Papandreu, bu içinden çıkılmaz durumu yönetmeye çalışıyor, herşeye rağmen vebali üstleniyor, görevden kaçmıyor. Siyasi manevrasının ne kadar işe yarayacağını zaman gösterecek.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bir tek Yunanistan’la uyumlu!
Bir haftadır Taksim’de bir pankart asılı ve pankartta şöyle yazıyor: Başbakan’dan cevap bekliyoruz. Nükleer karşıtı Greenpeace aktivistlerinin astığı o pankarta direkt olarak bir cevap verilmedi ama dolaylı olarak bir cevap geldi aslında. Nasıl diyecek olursanız, Çevre ve Orman Bakanlığı ile Bayındırlık ve İskân Bakanlığı’nın birleştirilmesiyle geldi. Ne de olsa, doğa, çevre, tarihî doku gibi kentleri kent yapan belli başlı olguların pazarlanma, şirketlere peşkeş çekilme zamanlarındayız. Geçen yıl TBMM’ye sunulan Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu tasarısıyla mevcut doğal SİT alanı ilan edilmiş alanların statülerinin sona erdirilmesi planları büyük tepki çekmişti. Bu yasayla doğal SİT alanı ilan etme yetkisinin Kültür Bakanlığı’ndan Çevre ve Orman Bakanlığı’na devredilmesi planlanıyordu. Bu konu, çevre ve doğa koruma hareketinin en önemli gündem maddelerinden biri. Şimdi, çevrecilerin kuşkuyla baktığı o Çevre Bakanlığı dahi kalmıyor. Mevcut bakanlığın şehircilikle birleştirilmiş olması, ağırlığın çevreye değil betonlaşmaya verileceği kuşkularını artırıyor.
Kaygı yaratan pek çok yanı var
AKP’nin seçim programında çevre konusunda yer alan ve ağırlıklı olarak şehircilik politikalarını içeren hemen hemen her şey, sınırsız büyüme ve kalkınma odaklı. Seçim süreci boyunca miting meydanlarından ve tv ekranlarından vatandaş ziyadesiyle bu kalkınma odaklı projelere maruz kaldı. Yapılması planlanan marka şehirler, uydukentler ve bugüne kadar yapılan toplu konut projeleri miting konuşmalarının önemli bir kısmını oluşturdu. Çevre politikası, sayıca daha çok devasa kentsel konut projeleriyle şekillendirilecek bir üvey politika olarak ele alınacak. Zaten mevcut Çevre Bakanlığı yapısının da bu projelerin önünde hiçbir engel kalmaması yönünde yeniden dizayn edilmiş olmasına da şaşmamak lazım. Yeni kabine yapısıyla oluşturulan Çevre, Orman ve Şehircilik Bakanlığı’nın adında yer alan çevre işlevsiz, “ismi geçsin yeter” mantığı ile kondurulmuş hissi yaratıyordu. Bugün artık endişe daha ciddî. Bakanlığın, bir TOKİ bakanlığına dönüşmesi üzerine. Çevre Mühendisleri Odası Başkanı Murat Taşdemir, hükümetin toplumsal uzlaşıdan uzak kararlarla hareket ettiğini belirterek, “Bilindiği gibi Çevre ve Orman Bakanlığı zaten sorunlu bir bakanlık. Bakanlığa bağlı Çevresel Etki Değerlendirmesi ve Planlama Genel Müdürlüğü’nün (ÇED) yanlış birçok kararı var. Her yerde HES projeleri mevcut, nükleer santrallerin yapımı tartışılıyor. Bir de bu duruma şehircilik eklendi” diyerek endişelerini dile getirmiş.
Çevreyle ilintisiz genel müdürlükler
Bakanlık bünyesinde oluşturulan yedi genel müdürlük ve sekiz başkanlık var. Bunlardan ikisi, İmar ve Planlama Genel Müdürlüğü ile Yapı İşleri Genel Müdürlüğü olarak belirlenmiş. İmar ve Planlama Genel Müdürlüğü, yerleşme, yapılaşma ve arazi kullanımına yön veren fiziki planlara ve uygulamalara esas teşkil eden mekânsal strateji planlarını hazırlayacak, arazi kullanımına ilişkin temel ilke, strateji ve standartları belirleyecek. Çevre düzeni planlarının ve imar planlarının yapılmasına ilişkin esas ve usulleri belirleyecek olan genel müdürlük, uygulamayı da denetleyecek. Kıyı ve dolgu alanlarıyla bu alanların fonksiyonel ve fiziksel olarak devamı niteliğindeki geri sahalarına ilişkin planları yapacak. Yapı İşleri Genel Müdürlüğü de, yapı projeleri ve yapımla ilgili iş ve işlemlere ilişkin usul ve esaslarla etüt ve projelerin niteliklerini belirleyerek, uygulanmasını sağlayacak. Yöresel mimarinin ve yapılarda yerel malzemenin kullanımının teşvik edecek, binalarda enerji verimliliğinin sağlanması ve ileri yapım teknolojilerinin kullanılması ve yaygınlaştırılması için gerekli tedbirleri alacak ve konut politikalarının belirlenmesine yönelik çalışmalar yapacak.
Avrupa izlemeye aldı
Çevreyle uzaktan yakından ilgisi olmayan bu yeni yapıyla ilgili bir diğer endişe de bakanlık birimlerinde çalışanlar arasında yaşanacak çelişkili ortam olacak. Hangi birim hangi uzmanlık alanı doğrultusunda çalışacak belli olmadığı gibi, ÇED Genel Müdürlüğü’nün onay vermediği bir projeye bir diğer müdürlük okey vermesi kaosu yaşanacak. Şimdilik, bu durumdan kaygı duyan kesimler Türkiye’de sınırlı. İlerleme raporlarında çevre ve doğa ile ilgili Türkiye’nin politikalarını yetersiz bulan ve bu konulara özel önem atfeden Avrupa Komisyonu, üstelik Çevre Faslı’nı müzakere eden Türkiye’nin, çevre ve şehirciliği aynı bakanlık altında birleştiren yeni kabine yapısını anlamakta zorlanacaktır. Avrupa’da tahmin edeceğiniz gibi bu türlü bir bakanlık yapısı yok. İşin ilginci, Avrupa’da çevre ve bayındırlık bakanlığını tek çatı altında birleştiren tek bir ülke var, o da Yunanistan. Ha bir de TOKİ’yi ziyaret edip, “Bize de toplu konut yapın” teklifi getiren Nijerya’da var.
Kaygı yaratan pek çok yanı var
AKP’nin seçim programında çevre konusunda yer alan ve ağırlıklı olarak şehircilik politikalarını içeren hemen hemen her şey, sınırsız büyüme ve kalkınma odaklı. Seçim süreci boyunca miting meydanlarından ve tv ekranlarından vatandaş ziyadesiyle bu kalkınma odaklı projelere maruz kaldı. Yapılması planlanan marka şehirler, uydukentler ve bugüne kadar yapılan toplu konut projeleri miting konuşmalarının önemli bir kısmını oluşturdu. Çevre politikası, sayıca daha çok devasa kentsel konut projeleriyle şekillendirilecek bir üvey politika olarak ele alınacak. Zaten mevcut Çevre Bakanlığı yapısının da bu projelerin önünde hiçbir engel kalmaması yönünde yeniden dizayn edilmiş olmasına da şaşmamak lazım. Yeni kabine yapısıyla oluşturulan Çevre, Orman ve Şehircilik Bakanlığı’nın adında yer alan çevre işlevsiz, “ismi geçsin yeter” mantığı ile kondurulmuş hissi yaratıyordu. Bugün artık endişe daha ciddî. Bakanlığın, bir TOKİ bakanlığına dönüşmesi üzerine. Çevre Mühendisleri Odası Başkanı Murat Taşdemir, hükümetin toplumsal uzlaşıdan uzak kararlarla hareket ettiğini belirterek, “Bilindiği gibi Çevre ve Orman Bakanlığı zaten sorunlu bir bakanlık. Bakanlığa bağlı Çevresel Etki Değerlendirmesi ve Planlama Genel Müdürlüğü’nün (ÇED) yanlış birçok kararı var. Her yerde HES projeleri mevcut, nükleer santrallerin yapımı tartışılıyor. Bir de bu duruma şehircilik eklendi” diyerek endişelerini dile getirmiş.
Çevreyle ilintisiz genel müdürlükler
Bakanlık bünyesinde oluşturulan yedi genel müdürlük ve sekiz başkanlık var. Bunlardan ikisi, İmar ve Planlama Genel Müdürlüğü ile Yapı İşleri Genel Müdürlüğü olarak belirlenmiş. İmar ve Planlama Genel Müdürlüğü, yerleşme, yapılaşma ve arazi kullanımına yön veren fiziki planlara ve uygulamalara esas teşkil eden mekânsal strateji planlarını hazırlayacak, arazi kullanımına ilişkin temel ilke, strateji ve standartları belirleyecek. Çevre düzeni planlarının ve imar planlarının yapılmasına ilişkin esas ve usulleri belirleyecek olan genel müdürlük, uygulamayı da denetleyecek. Kıyı ve dolgu alanlarıyla bu alanların fonksiyonel ve fiziksel olarak devamı niteliğindeki geri sahalarına ilişkin planları yapacak. Yapı İşleri Genel Müdürlüğü de, yapı projeleri ve yapımla ilgili iş ve işlemlere ilişkin usul ve esaslarla etüt ve projelerin niteliklerini belirleyerek, uygulanmasını sağlayacak. Yöresel mimarinin ve yapılarda yerel malzemenin kullanımının teşvik edecek, binalarda enerji verimliliğinin sağlanması ve ileri yapım teknolojilerinin kullanılması ve yaygınlaştırılması için gerekli tedbirleri alacak ve konut politikalarının belirlenmesine yönelik çalışmalar yapacak.
Avrupa izlemeye aldı
Çevreyle uzaktan yakından ilgisi olmayan bu yeni yapıyla ilgili bir diğer endişe de bakanlık birimlerinde çalışanlar arasında yaşanacak çelişkili ortam olacak. Hangi birim hangi uzmanlık alanı doğrultusunda çalışacak belli olmadığı gibi, ÇED Genel Müdürlüğü’nün onay vermediği bir projeye bir diğer müdürlük okey vermesi kaosu yaşanacak. Şimdilik, bu durumdan kaygı duyan kesimler Türkiye’de sınırlı. İlerleme raporlarında çevre ve doğa ile ilgili Türkiye’nin politikalarını yetersiz bulan ve bu konulara özel önem atfeden Avrupa Komisyonu, üstelik Çevre Faslı’nı müzakere eden Türkiye’nin, çevre ve şehirciliği aynı bakanlık altında birleştiren yeni kabine yapısını anlamakta zorlanacaktır. Avrupa’da tahmin edeceğiniz gibi bu türlü bir bakanlık yapısı yok. İşin ilginci, Avrupa’da çevre ve bayındırlık bakanlığını tek çatı altında birleştiren tek bir ülke var, o da Yunanistan. Ha bir de TOKİ’yi ziyaret edip, “Bize de toplu konut yapın” teklifi getiren Nijerya’da var.
Dünya Çevre Günü ve eşkıyalar
1972’de İsveç’te yapılan Birleşmiş Milletler Çevre Konferansı’nda alınan bir kararla 5 Haziran, Dünya Çevre Günü olarak kabul edilmiş. Bu gün ile, sermaye egemenliği, dizginlenemeyen kalkınma hevesi ve kâr güdüsünün neden olduğu yanlış politikalarla meydana gelen çevre kıyımına dikkat çekmek hedefleniyor. Bunlara, sanayileşme, tarım arazilerinin verimli kullanılmayışı, çarpık kentleşme, enerji ve maden politikaları da eklenince, kıyıların, derelerin, ormanların talana açılmaması için hiçbir sebep kalmıyor. Son dönemde, iktidarın seçim süreciyle birlikte açıklaya açıklaya bitiremediği, bizi devasa gayrımenkul ve kalkınma projeleri bombardımanına tuttuğu halleri, “Neredeyse bir avuç ormana, dereye, doğal hayata tahammülleri yok” dedirtiyor. Çevre politikalarının, sanayi, tarım, enerji, ulaşım ve kentleşme politikalarıyla bütünlüklü olarak ele alınması çok önemli. Ayrıca, şehirlerin yapısını temelden değiştirecek sanayileşme ve kalkınma projelerinin toplumun genel konsensüsü ile gerçekleşmesi gerekiyor. Yoksa, zaten başka türlü insanca bir yaşam ve toplum ekolojisi oluşturmak mümkün olmuyor.
Çapulcular, çevreci tipler, eşkıyalar
Bu işin projelerle ilgili boyutu. Bir de, bu kalkınma politikalarıyla mücadele eden insanlara yönelik zorbalık, baskı ve yıldırma boyutu var. Bunun en trajik örneği, geçen hafta Başbakan Erdoğan’ın tabiriyle “Kimliği bilinmeyen zaten üzerinde de durulmayan” Metin Lokumcu’nun hayatını kaybetmesiyle gözler önüne serildi. Bu tanımlar yeni değil, daha önce çevre hareketlerine katılanlar, “bir avuç çapulcu” da olmuştu, “birtakım çevreci tipler”, hatta “eşkıya” da...
Doğaya zarar veren tüm yatırımların durdurulması amacıyla çeşitli illerden yola çıkıp yürüyerek Ankara’da buluşacak Büyük Anadolu Yürüyüşü’ne katılanlar, bir süre önce Ankara’ya alınmadı. Hükümet, Türkiye’nin her yerinden gelen bu insanların haklı taleplerinin ve giderek çoğalan seslerinin kendi kalkınmacı politikaları karşısında tehdit unsunu görmüş olmalı ki, böyle bir karar alındı. Bu gruplara destek amacıyla Çevre Bakanlığı önünde açlık grevi başlatan 10 kişi, dün gözaltına alındı. Gözaltına alınan Senoz Vadisi Koruma Platformu sözcülerinden Sinan Akçal, Rize Çayeli’nin Senöz Vadisi’nde yaşadığını, ancak onlarca HES nedeniyle suları ve topraklarının ellerinden alındığını söylemişti. Akçal, “Üç defa mahkeme tarafından yürütmeyi durdurma kararı alınmasına, bir defa da iptal kararı verilmesine karşın vadim ve yaşadığım topraklar gözlerimin önünde yok ediliyor. Yapacak bir şeyim kalmadığından sesimi duyurabilmek için Büyük Anadolu Yürüyüşü ile 40 gün boyunca Senöz’den Ankara’ya yürüdüm. Ancak Ankara’ya alınmadık. Açlık grevi yapmaktan başka çarem kalmadı” demiş.
Yargı kararları uygulanmalı
Derelerin Kardeşliği Platformu Dönem Sözcüsü Ömer Şan da, 5 Haziran Dünya Çevre Günü vesilesiyle bir açıklama yapmış. Şan, özellikle HES’lere yönelik mahkemelerce verilen durdurma ve iptal kararlarının uygulanması gerektiğini belirtiyor. Şan, “Doğasını korumaya çalışanlarla, daha çok üretim, ille de tüketim diyenlerin kıyasıya savaşında ne yazık ki para ve rant, çıkar hesapları ağır basıyor. Bugünkü sözde zenginliğin, gelecek kuşaklarda yaratacağı yoksulluk ve çaresizliğin farkına vardıkları halde dünyamızı yok etmekte direnenlere doğa, gerekli dersleri vermekten yoruldu” diyor ve şöyle devam ediyor: “Doğal yaşam ile su ilişkisini dikkate almayan hiçbir karar, uygulama ve yasal düzenleme kabul edilemez. Suyun kullanımı ekolojik, çevresel, kültürel ve sosyal sürdürülebilirlikten uzak ele alınamaz. Ekosistemleri yok edecek HES projeleri, yenilenebilir temiz enerji olarak görülemez. Yargı kararlarını hiçe sayarak, vadilere ve doğal yaşam alanlarına geri dönüşümsüz zararlar veren, suları özelleştirerek, uluslararası şirketlerin kontrolüne verilmesini de kapsayan tüm HES projeleri durdurulmalı, üretim lisansları iptal edilmeli. Mahkemelerce bu projeler için verilen durdurma ve iptal kararları uygulanmalı.”
HES’lere karşı açılan davalara ve yürütülen kampanyalara öncülük eden sivil toplum kuruluşlarından Türkiye Su Meclisi’nin Yürütme Kurulu Üyesi Avukat Yakup Şekip Okumuşoğlu, tüm bu süreci takip eden ve bizzat davaların açılmasına öncülük eden bir kişi. Başbakan’ın “Sular boşa akmayacak” sözünü eleştiren Okumuşoğlu, durumu güzel özetliyor: “Bu damarlarımızdaki kanın boşa aktığı, güneşin boşa doğduğunu söylemek gibi bir şey. Çiçeğin boşuna koktuğunu, arının boşuna uçtuğunu kim söyleyebilir. Doğanın dilini anlamayan, ekolojik zincirin ne olduğunu bilmeyen bir zihniyetin milletin diline doladığı saçma bir söylem. Bunu görmenin en basit yolu herhangi bir suyun başına gitmektir. Akarsu akarak kendisini vareder. Göl başkadır, deniz başkadır. Bu yüzden farklı isimlerle tanımlarız. Her biri farklı bir ekosistem var eder. Bu yüzden gölde yaşayan balık akarsuda olmaz, akarsuda olan denizde olmaz. Ne göl boşuna orada duruyordur, ne deniz boşuna dalgalanıyordur, ne de akarsu boşuna akar.”
Çapulcular, çevreci tipler, eşkıyalar
Bu işin projelerle ilgili boyutu. Bir de, bu kalkınma politikalarıyla mücadele eden insanlara yönelik zorbalık, baskı ve yıldırma boyutu var. Bunun en trajik örneği, geçen hafta Başbakan Erdoğan’ın tabiriyle “Kimliği bilinmeyen zaten üzerinde de durulmayan” Metin Lokumcu’nun hayatını kaybetmesiyle gözler önüne serildi. Bu tanımlar yeni değil, daha önce çevre hareketlerine katılanlar, “bir avuç çapulcu” da olmuştu, “birtakım çevreci tipler”, hatta “eşkıya” da...
Doğaya zarar veren tüm yatırımların durdurulması amacıyla çeşitli illerden yola çıkıp yürüyerek Ankara’da buluşacak Büyük Anadolu Yürüyüşü’ne katılanlar, bir süre önce Ankara’ya alınmadı. Hükümet, Türkiye’nin her yerinden gelen bu insanların haklı taleplerinin ve giderek çoğalan seslerinin kendi kalkınmacı politikaları karşısında tehdit unsunu görmüş olmalı ki, böyle bir karar alındı. Bu gruplara destek amacıyla Çevre Bakanlığı önünde açlık grevi başlatan 10 kişi, dün gözaltına alındı. Gözaltına alınan Senoz Vadisi Koruma Platformu sözcülerinden Sinan Akçal, Rize Çayeli’nin Senöz Vadisi’nde yaşadığını, ancak onlarca HES nedeniyle suları ve topraklarının ellerinden alındığını söylemişti. Akçal, “Üç defa mahkeme tarafından yürütmeyi durdurma kararı alınmasına, bir defa da iptal kararı verilmesine karşın vadim ve yaşadığım topraklar gözlerimin önünde yok ediliyor. Yapacak bir şeyim kalmadığından sesimi duyurabilmek için Büyük Anadolu Yürüyüşü ile 40 gün boyunca Senöz’den Ankara’ya yürüdüm. Ancak Ankara’ya alınmadık. Açlık grevi yapmaktan başka çarem kalmadı” demiş.
Yargı kararları uygulanmalı
Derelerin Kardeşliği Platformu Dönem Sözcüsü Ömer Şan da, 5 Haziran Dünya Çevre Günü vesilesiyle bir açıklama yapmış. Şan, özellikle HES’lere yönelik mahkemelerce verilen durdurma ve iptal kararlarının uygulanması gerektiğini belirtiyor. Şan, “Doğasını korumaya çalışanlarla, daha çok üretim, ille de tüketim diyenlerin kıyasıya savaşında ne yazık ki para ve rant, çıkar hesapları ağır basıyor. Bugünkü sözde zenginliğin, gelecek kuşaklarda yaratacağı yoksulluk ve çaresizliğin farkına vardıkları halde dünyamızı yok etmekte direnenlere doğa, gerekli dersleri vermekten yoruldu” diyor ve şöyle devam ediyor: “Doğal yaşam ile su ilişkisini dikkate almayan hiçbir karar, uygulama ve yasal düzenleme kabul edilemez. Suyun kullanımı ekolojik, çevresel, kültürel ve sosyal sürdürülebilirlikten uzak ele alınamaz. Ekosistemleri yok edecek HES projeleri, yenilenebilir temiz enerji olarak görülemez. Yargı kararlarını hiçe sayarak, vadilere ve doğal yaşam alanlarına geri dönüşümsüz zararlar veren, suları özelleştirerek, uluslararası şirketlerin kontrolüne verilmesini de kapsayan tüm HES projeleri durdurulmalı, üretim lisansları iptal edilmeli. Mahkemelerce bu projeler için verilen durdurma ve iptal kararları uygulanmalı.”
HES’lere karşı açılan davalara ve yürütülen kampanyalara öncülük eden sivil toplum kuruluşlarından Türkiye Su Meclisi’nin Yürütme Kurulu Üyesi Avukat Yakup Şekip Okumuşoğlu, tüm bu süreci takip eden ve bizzat davaların açılmasına öncülük eden bir kişi. Başbakan’ın “Sular boşa akmayacak” sözünü eleştiren Okumuşoğlu, durumu güzel özetliyor: “Bu damarlarımızdaki kanın boşa aktığı, güneşin boşa doğduğunu söylemek gibi bir şey. Çiçeğin boşuna koktuğunu, arının boşuna uçtuğunu kim söyleyebilir. Doğanın dilini anlamayan, ekolojik zincirin ne olduğunu bilmeyen bir zihniyetin milletin diline doladığı saçma bir söylem. Bunu görmenin en basit yolu herhangi bir suyun başına gitmektir. Akarsu akarak kendisini vareder. Göl başkadır, deniz başkadır. Bu yüzden farklı isimlerle tanımlarız. Her biri farklı bir ekosistem var eder. Bu yüzden gölde yaşayan balık akarsuda olmaz, akarsuda olan denizde olmaz. Ne göl boşuna orada duruyordur, ne deniz boşuna dalgalanıyordur, ne de akarsu boşuna akar.”
Japonya’dan Almanya’ya kadar nükleere itiraz var
11 Mart 2011 günü ekranlarının başında Japonya’da yaşanan tsunami felaketine tanıklık ederken, aslında insanın doğa karşısında nasıl çaresiz kaldığının en çarpıcı görüntülerini de anbean izlemiştik. Sonra o doğal felaket, bizi başka bir felaketin eşiğine doğru sürükledi. Tsunami sırasında zarar gören Fukuşima’daki nükleer santral, hiç hesaplanmamış risklerle dünyanın en ciddi çevre krizlerinden biri haline geldi. Bu gelişmenin ardından enerjisinin önemli kısmını nükleer santrallerden sağlayan gelişmiş ülkeler, nükleer santral güvenliğini ve yeni yatırım planlarını tekrar gözden geçirme ihtiyacı hissetti.
Konuyla ilgili en somut adımı ise geçtiğimiz günlerde Almanya attı. 17 nükleer santralle halen elektrik üretiminin yüzde 23’ünü karşılayan Almanya’da iktidardaki Hristiyan Birlik Partileri CDU/CSU ile Hür Demokrat Parti FDP, ülkedeki 17 nükleer santralin en geç 2022 sonuna kadar tümüyle kapatılmasını kararlaştırdı. Bu son derece radikal sayılabilecek kararın Almanya’da son dönemde artan nükleer karşıtı halk hareketlerini yatıştırmak amacıyla alınıp alınmadığı sorusu akla gelebilir. Ancak, ülkede son derece güçlü olan çevre hareketinin bu işin sonuna kadar takipçisi olacağı da bir başka gerçek.
Ancak, Japonya’daki gelişmelerin ardından Merkel tarafından nükleer santrallerin kapatılması konusunda tavsiyelerde bulunması amacıyla bir Etik Komisyonu kuruldu, ilk adım olarak 1980’den önce kurulmuş sekiz nükleer santral kapatıldı. Etik Komisyonu, hazırladığı raporla santrallerin 10 yıl içinde kapatılmasının mümkün olduğunu söyledi. Böylece Merkel Hükümeti, 2001’deki Sosyal Demokrat Parti SPD ve Yeşiller Hükümeti’nin kararlaştırdığı tarihe yakın bir karar almış oldu. Merkel, yenilenebilir enerjiye geçiş noktasında ülkedeki herkesin bu sürece dahil edilmesinin önemine değinen Etik Komisyonu’nun çalışmasını, “enerji sistemini kökten değiştirmenin mümkün olduğunun kanıtı” olarak değerlendirdi.
Elektrik enerjisinin yüzde 85’ini nükleer enerji kaynaklarından karşılayan Fransa, kendi planlarında bir değişiklik olmayacağını iddia etse de, Fransa’daki Ekoloji ve Yeşiller Partisi Genel Sekreteri Cecile Duflot, bu kararın nükleer enerji dışında çözüm bulma imkanının her zaman bulunduğunu gösterdiğini söylüyor ve tüm Avrupa’ya yayılmasını temenni ediyor. Nükleer enerjinin amansız muhaliflerinden Avusturya, Almanya’nın aldığı karardan son derece memnun. AB’de nükleer santrallerin dayanıklılık testlerinden geçirilmesi için sürekli baskı yapan Avusturya, 1978’den beri nükleere karşı tavrını değiştirmedi. Japonya’daki kriz sonrası nükleer enerjiden vazgeçen ülkeler arasına İsviçre de girmişti.
Almanya’daki Yeşiller şimdilik temkinli. 6 haziranda Federal Bakanlar Kurulu’na sunulacak yasa değişikliğini taslağını gördükten sonra konuyla ilgili açıklama yapacak. Almanya’da Yeşiller, kararı yetersiz buluyor ve tüm reaktörlerin 2017’de kapatılabileceğini söylüyor. Merkel’in kararında nükleer enerjiye güvensizliğin tavan yapması, Almanya’da giderek yayılan nükleer karşıtı gösteriler ve Yeşiller’in özellikle Fukuşima’dan sonra yapılan seçimlerde oy oranını arttırması etkili oldu.
Uluslararası çevre kuruluşu Greenpeace ise hükümetin nükleerden çıkış kararını sorumsuzca buluyor. Greenpeace’e göre, nükleerden 2022’den çok daha önce, 2015 gibi çıkılabilir. Greenpeace, nükleer enerjiyle geçirilen her yılın, bir sonraki Fukuşima krizine davetiye çıkarmak anlamına geldiğini söylüyor. Greenpeace’in Almanya’nın nükleerden çıkış serüvenine ilişkin araştırması, ülkenin enerji ithal etmeden ve fosil yakıt teknolojilerine bel bağlamadan 2015’e kadar nükleer santralleri kapatabileceğini gösteriyor. Rapora göre, 2020’ye kadar farklı enerji kaynakları aynı anda kullanılacak, nükleer zamanla tedricen kaldırılacak. Beş yılda yapılacak güneş ve rüzgar enerjisi yatırımlarıyla desteklenecek.
Almanya’nın koyduğu en büyük hedeflerden biri yenilenebilir enerji üretimini iki katına yani yüzde 35 seviyesine çekmek. 2020’ye kadar karbon emisyonlarını da 1990 seviyesinden yüzde 40 azaltmayı hedefliyor. Almanya’nın bu dönüşüm sürecinin maliyetinin 10 ile 30 milyar avro arasında olduğu tahmin ediliyor. Bunun en büyük kısmını enerji taşıma ağlarının yenilenmesi oluşturacak. 3600 kilometrelik yeni elektrik ağı hattı yapılması öngörülüyor. Güneş enerjisinden elektrik üreten fotovoltaik enerjide Almanya, işletmeye alınmış 5400 megawattlık kapasitesiyle İspanya ve Japonya’nın önünde ilk sırada. Her beş güneş pilinden biri ve neredeyse her üç rüzgar türbininden biri Almanya’da üretiliyor. 2009 yılı itibariyle 300 binden fazla insan yenilenebilir enerji sektöründe çalışıyor. Buna ek olarak su arıtma, filtreleme, geri dönüşüm ve yeniden doğaya kazandırma gibi çevre teknolojisi alanlarında 1 milyona insan istihdam ediliyor.
Uluslararası Enerji Ajansı verilerine göre, Almanya, görece az enerjiyle yüksek kapasiteli bir ekonomiyi işleten ülkeler arasında yer alıyor. Yani bizdeki “mum devrine mi geri dönüyoruz” itirazları masal.
Bu arada, enerji sektöründeki şirketler özellikle elektrik maliyetinin artacağını, gelecekte yenilenebilir enerjiye destek ödemelerinin sona erdirilmesini ve enerjide sübvansiyon istediklerini belirtiyor. Almanya, yenilenebilir enerjinini payını yükseltmek için en yüksek sübvansiyon oranlarını uygulayan ülkelerden biri. Rüzgar ve güneş enerjilerindeki büyümeyi sürdürmek için tüketilen saat başına düşen her kilowatt enerji için verilen 3.5 avro/sent vergi, sübvansiyon desteğinin kaynağı olacak ve bugüne kadar enerji yoğun sektörlere verilen aşırı destekler azaltılacak. Geçmişte saatte 10 gigawatt enerji tüketen kullanıcılara bu sübvansiyon desteği verilmiyor, en yoğun kullanıcılar ise kilowatt/saat başına 0.05 avro/sent kadar katkıda bulunuyordu. Yeni düzenlemeyle kullanıcı başına 1 gigawatt/saat yeni bir ücret tarifesi oluşturalacak. Diğer bir enerji vergisi de yenilenebilir enerjileri desteklemek için. Nükleer santraller 2022’de kapanıncaya kadar gram/uranyum başına 145 avro vergi konacak. Sözün özü, nükleer kader filan değil.
Konuyla ilgili en somut adımı ise geçtiğimiz günlerde Almanya attı. 17 nükleer santralle halen elektrik üretiminin yüzde 23’ünü karşılayan Almanya’da iktidardaki Hristiyan Birlik Partileri CDU/CSU ile Hür Demokrat Parti FDP, ülkedeki 17 nükleer santralin en geç 2022 sonuna kadar tümüyle kapatılmasını kararlaştırdı. Bu son derece radikal sayılabilecek kararın Almanya’da son dönemde artan nükleer karşıtı halk hareketlerini yatıştırmak amacıyla alınıp alınmadığı sorusu akla gelebilir. Ancak, ülkede son derece güçlü olan çevre hareketinin bu işin sonuna kadar takipçisi olacağı da bir başka gerçek.
10 yıl sonra yine aynı hedef
Aslında Almanya’daki nükleer santrallerin geleceği Japonya’daki felaket sonrası tartışılmaya başlanan bir konu değil. Geçen yıl Başbakan Angela Merkel’in koalisyon hükümeti, muhalefet partileri ve çevre örgütlerinin karşı çıkmasına rağmen, eski nükleer santrallerin faaliyet süresini sekiz yıl, yenilerinkini de ortalama 14 yıl uzatma kararı almıştı. Zaten Almanya’da 10 yıl önce iktidardaki Sosyal Demokrat Parti ve Yeşiller’den oluşan koalisyon hükümeti, 2022’ye kadar tüm nükleer santrallerin kapatılmasını kararlaştırmıştı. Geçen yıl eylülde alınan kararla nükleersiz Almanya hedefi, aslında 2036’ya ertelenmişti.Ancak, Japonya’daki gelişmelerin ardından Merkel tarafından nükleer santrallerin kapatılması konusunda tavsiyelerde bulunması amacıyla bir Etik Komisyonu kuruldu, ilk adım olarak 1980’den önce kurulmuş sekiz nükleer santral kapatıldı. Etik Komisyonu, hazırladığı raporla santrallerin 10 yıl içinde kapatılmasının mümkün olduğunu söyledi. Böylece Merkel Hükümeti, 2001’deki Sosyal Demokrat Parti SPD ve Yeşiller Hükümeti’nin kararlaştırdığı tarihe yakın bir karar almış oldu. Merkel, yenilenebilir enerjiye geçiş noktasında ülkedeki herkesin bu sürece dahil edilmesinin önemine değinen Etik Komisyonu’nun çalışmasını, “enerji sistemini kökten değiştirmenin mümkün olduğunun kanıtı” olarak değerlendirdi.
Diğer Avrupa ülkelerinin tavrı
Geleceğin enerjisinin daha emniyetli ama aynı zamanda güvenilebilir ve ekonomik olması gerektiğine dikkat çeken Merkel, aldığı bu kararı hayata geçirebilirse, bu konuda tarihi bir rol üstlenmiş olacak. Bu kararın özellikle nükleer santrale sahip diğer Avrupa ülkelerinde yankı bulmaması imkansız. Her ne kadar Fransa, Almanya’nın kararının kendi nükleer enerji politikalarında bir değişikliğe yol açmayacağı mesajını verse de, uzun süre kayıtsız kalmaları Fransa’daki Yeşil Hareket hatırlanacak olursa, zor gözüküyor.Elektrik enerjisinin yüzde 85’ini nükleer enerji kaynaklarından karşılayan Fransa, kendi planlarında bir değişiklik olmayacağını iddia etse de, Fransa’daki Ekoloji ve Yeşiller Partisi Genel Sekreteri Cecile Duflot, bu kararın nükleer enerji dışında çözüm bulma imkanının her zaman bulunduğunu gösterdiğini söylüyor ve tüm Avrupa’ya yayılmasını temenni ediyor. Nükleer enerjinin amansız muhaliflerinden Avusturya, Almanya’nın aldığı karardan son derece memnun. AB’de nükleer santrallerin dayanıklılık testlerinden geçirilmesi için sürekli baskı yapan Avusturya, 1978’den beri nükleere karşı tavrını değiştirmedi. Japonya’daki kriz sonrası nükleer enerjiden vazgeçen ülkeler arasına İsviçre de girmişti.
2022 tarihi bile eleştiriliyor
Almanya’da, nükleer santrallerden vazgeçilmesinden sonra enerji alanında yepyeni bir mimarinin ortaya çıkacağını söyleyen Merkel, en hızlı şekilde nükleer enerjiden çıkış konusunda söz verdi.Almanya’daki Yeşiller şimdilik temkinli. 6 haziranda Federal Bakanlar Kurulu’na sunulacak yasa değişikliğini taslağını gördükten sonra konuyla ilgili açıklama yapacak. Almanya’da Yeşiller, kararı yetersiz buluyor ve tüm reaktörlerin 2017’de kapatılabileceğini söylüyor. Merkel’in kararında nükleer enerjiye güvensizliğin tavan yapması, Almanya’da giderek yayılan nükleer karşıtı gösteriler ve Yeşiller’in özellikle Fukuşima’dan sonra yapılan seçimlerde oy oranını arttırması etkili oldu.
Uluslararası çevre kuruluşu Greenpeace ise hükümetin nükleerden çıkış kararını sorumsuzca buluyor. Greenpeace’e göre, nükleerden 2022’den çok daha önce, 2015 gibi çıkılabilir. Greenpeace, nükleer enerjiyle geçirilen her yılın, bir sonraki Fukuşima krizine davetiye çıkarmak anlamına geldiğini söylüyor. Greenpeace’in Almanya’nın nükleerden çıkış serüvenine ilişkin araştırması, ülkenin enerji ithal etmeden ve fosil yakıt teknolojilerine bel bağlamadan 2015’e kadar nükleer santralleri kapatabileceğini gösteriyor. Rapora göre, 2020’ye kadar farklı enerji kaynakları aynı anda kullanılacak, nükleer zamanla tedricen kaldırılacak. Beş yılda yapılacak güneş ve rüzgar enerjisi yatırımlarıyla desteklenecek.
Nükleerden çıkış planı
2009 rakamlarına göre, dünyada yenilenebilir enerjiye yapılan toplam yatırım 150 milyar dolar. Yeni kapasite yatırımlarında Almanya birinci sırada. Halihazırda, Almanya, enerjisinin yüzde 43’ünü kömürlü termik santrallerden, yüzde 23’ünü nükleerden, yüzde 18’ini yenilenebilir enerjilerden ve yüzde 14’ünü de doğalgazdan sağlıyor.Almanya’nın koyduğu en büyük hedeflerden biri yenilenebilir enerji üretimini iki katına yani yüzde 35 seviyesine çekmek. 2020’ye kadar karbon emisyonlarını da 1990 seviyesinden yüzde 40 azaltmayı hedefliyor. Almanya’nın bu dönüşüm sürecinin maliyetinin 10 ile 30 milyar avro arasında olduğu tahmin ediliyor. Bunun en büyük kısmını enerji taşıma ağlarının yenilenmesi oluşturacak. 3600 kilometrelik yeni elektrik ağı hattı yapılması öngörülüyor. Güneş enerjisinden elektrik üreten fotovoltaik enerjide Almanya, işletmeye alınmış 5400 megawattlık kapasitesiyle İspanya ve Japonya’nın önünde ilk sırada. Her beş güneş pilinden biri ve neredeyse her üç rüzgar türbininden biri Almanya’da üretiliyor. 2009 yılı itibariyle 300 binden fazla insan yenilenebilir enerji sektöründe çalışıyor. Buna ek olarak su arıtma, filtreleme, geri dönüşüm ve yeniden doğaya kazandırma gibi çevre teknolojisi alanlarında 1 milyona insan istihdam ediliyor.
Uluslararası Enerji Ajansı verilerine göre, Almanya, görece az enerjiyle yüksek kapasiteli bir ekonomiyi işleten ülkeler arasında yer alıyor. Yani bizdeki “mum devrine mi geri dönüyoruz” itirazları masal.
Bu arada, enerji sektöründeki şirketler özellikle elektrik maliyetinin artacağını, gelecekte yenilenebilir enerjiye destek ödemelerinin sona erdirilmesini ve enerjide sübvansiyon istediklerini belirtiyor. Almanya, yenilenebilir enerjinini payını yükseltmek için en yüksek sübvansiyon oranlarını uygulayan ülkelerden biri. Rüzgar ve güneş enerjilerindeki büyümeyi sürdürmek için tüketilen saat başına düşen her kilowatt enerji için verilen 3.5 avro/sent vergi, sübvansiyon desteğinin kaynağı olacak ve bugüne kadar enerji yoğun sektörlere verilen aşırı destekler azaltılacak. Geçmişte saatte 10 gigawatt enerji tüketen kullanıcılara bu sübvansiyon desteği verilmiyor, en yoğun kullanıcılar ise kilowatt/saat başına 0.05 avro/sent kadar katkıda bulunuyordu. Yeni düzenlemeyle kullanıcı başına 1 gigawatt/saat yeni bir ücret tarifesi oluşturalacak. Diğer bir enerji vergisi de yenilenebilir enerjileri desteklemek için. Nükleer santraller 2022’de kapanıncaya kadar gram/uranyum başına 145 avro vergi konacak. Sözün özü, nükleer kader filan değil.
Avrupa Yunanistan’ı rehin alıyor
Komşumuz Yunanistan’da işler iyice sarpa sarıyor. Yunanistan Başbakanı Yorgo Papandreu, AB ve IMF’in kendisine şart koştuğu kemer sıkma önlemlerini içeren ekonomik program üzerinde milli mutabakat sağlanması şartı üzerine muhalefet liderleriyle biraraya geldi. Ancak, parti liderlerinden Papandreu’ya destek çıkmadı. Yunan Maliyesi’nin temmuzdan sonra ödemeleri gerçekleştirecek parasının olmadığı sır değil, AB ve IMF ile geçen yıl imzalanan 110 milyar avroluk kredinin 12 milyar avroluk beşinci diliminin serbest bırakılmasıyla ilgili ciddi sorunlar var. AB ve IMF Yunanistan’dan, Osmanlı’nın son döneminde borçlarını ödemesi ve bu borçlara gelir yaratmak amacıyla işletmeleri yönetmesi için kurulan Düyun-u Umumiye benzeri bir Bağımsız Özelleştirme Komisyonu kurmasını istedi. Bunun anlamı aslında şu: Maliye vergi toplayamıyor, gelir tahsil edemiyor. Bu Komisyonda yer alacak ülkeler, bu işleri üstlenecek. Yunanistan, kapsamlı bir özelleştirme yapacağını duyurdu. Hedef beş yılda 50 milyar avro. Bu özelleştirmelerden ve devlete ait gayrı menkullerin satışından sorumlu olacak bu komisyon, AB ve IMF’ten alınan son borcun dışındaki eski borçların ödenip ödenmediğini de denetleyecek. Özelleştirmenin sistematiği konusunda AB’de farklı görüşler var. Özelleştirilecek varlıklar bir fon tarafından yönetilsin ya da özelleştirilecek şirketler tek bir devlet şirketi altında toplansın. Hangi yöntem benimsenirse benimsensin, ortadaki tek bir gerçek var ki, o da Avrupa tedbiri elden bırakmayacak. Avrupalılar, Komşu’nun bu özelleştirmeleri yapabileceğine inanmıyor, Yunan devletine güvenmiyor. İdari ve siyasi olarak iflas ettiği varsayılan ülkede, özelleştirme şartı getirmek yetmiyor. Sistem işlemediği için satışı da Avrupalılar yapacak, eğer alıcı çıkmazsa, şirketler teminat olarak Avrupalılarda kalacak. Özelleştirmenin adını bile duyunca sokaklara dökülen sendikaların ve Yunan halkının bu son durumla göstereceği reaksiyonlar zinciri, Avrupa’nın yeni kâbusu oluyor.
***
Nükleer yatırımlar duraklama sürecinde
Yunanistan’daki kronikleşen ekonomik krizin yanı sıra Avrupa’nın başka sorunları da var. Siyasi sığınma başvurularının artması nedeniyle serbest dolaşım ve tek vize anlaşması Schengen yeniden tartışma konusu olurken, nükleer enerji güvenliği de yine önemli tartışma konularından biri. Deloitte’ın bir raporuna göre, Japonya’daki nükleer felaket sonrası hükümetler, nükleer enerjisinin artı ve eksilerini daha dikkatli değerlendiriyor. Aynı rapora göre, 2050’de biyokütle, güneş, rüzgâr ve jeotermal enerjinin toplam enerji içinde payı yüzde 35’ten fazla olacak. Geçen hafta bu yönde alınmış en somut kararlardan biri İsviçre’den geldi. Kamuoyu baskısının da etkisiyle, İsviçre hükümeti, yeni nükleer santral planlarını durdururken, faaliyette olanları da ömürleri dolduğunda kapatacak. Bu arada Almanya Çevre Bakanı Norbert Röttgen ve ülkedeki 16 eyaletin çevre bakanları, güvenlik incelemeleri için geçici bir süre kapatılan nükleer santrallerden en eski yedi tanesinin tamamen kapatılmasını istedi. Nükleer enerjiden tamamen vazgeçilmesi konusunda 2017 ve 2022 tarihleri konuşuluyor. Gelecek dönemde nükleer enerji sektörünü, lisanslama mevzuatlarının gözden geçirileceği, özellikle saha çalışmaları ve güvenlik analizlerinin sorgulanacağı, tüm bunların da maliyetleri arttırıcı etkisinin oluşacağı bir dönemin beklediği de tahminler arasında.
Nükleer kirlilik notunu düşürdü
Japonya’da Fukuşima Nükleer Santrali’ndeki sorunlar ve skandallar devam ededursun, ilk kez bir ülkenin kredi notu nükleer santralin yol açtığı felaket dolayısıyla düşürüldü. Japonya’nın notunu negatife çeviren Fitch, not indirimi gerekçeleri arasında, “Fukuşima Nükleer Santrali’nin yol açtığı kirliliğin temizlenmesi maliyetine ilişkin belirsizliğin not üzerinde aşağı yönlü riskler oluşturduğu” ifadesine yer verdi. Bu arada, Greenpeace, Fukuşima kıyısından aldığı örneklerde normalin 50 kat üzerinde radyoaktif kirlenme tesbit etmiş olmasının pek haber değeri olmasa gerek. Kirlenmiş alanların tekrar temizlenmesi oldukça zor ve radyoaktif maddelerin dağılması riski yüksek. Bu sebeplerle enerji kaynaklarının güvenliği konusunda pek çok ülkede farkındalık her geçen gün artıyor. Bu farkındalığın bu topraklara da uğraması dileğiyle...
***
Nükleer yatırımlar duraklama sürecinde
Yunanistan’daki kronikleşen ekonomik krizin yanı sıra Avrupa’nın başka sorunları da var. Siyasi sığınma başvurularının artması nedeniyle serbest dolaşım ve tek vize anlaşması Schengen yeniden tartışma konusu olurken, nükleer enerji güvenliği de yine önemli tartışma konularından biri. Deloitte’ın bir raporuna göre, Japonya’daki nükleer felaket sonrası hükümetler, nükleer enerjisinin artı ve eksilerini daha dikkatli değerlendiriyor. Aynı rapora göre, 2050’de biyokütle, güneş, rüzgâr ve jeotermal enerjinin toplam enerji içinde payı yüzde 35’ten fazla olacak. Geçen hafta bu yönde alınmış en somut kararlardan biri İsviçre’den geldi. Kamuoyu baskısının da etkisiyle, İsviçre hükümeti, yeni nükleer santral planlarını durdururken, faaliyette olanları da ömürleri dolduğunda kapatacak. Bu arada Almanya Çevre Bakanı Norbert Röttgen ve ülkedeki 16 eyaletin çevre bakanları, güvenlik incelemeleri için geçici bir süre kapatılan nükleer santrallerden en eski yedi tanesinin tamamen kapatılmasını istedi. Nükleer enerjiden tamamen vazgeçilmesi konusunda 2017 ve 2022 tarihleri konuşuluyor. Gelecek dönemde nükleer enerji sektörünü, lisanslama mevzuatlarının gözden geçirileceği, özellikle saha çalışmaları ve güvenlik analizlerinin sorgulanacağı, tüm bunların da maliyetleri arttırıcı etkisinin oluşacağı bir dönemin beklediği de tahminler arasında.
Nükleer kirlilik notunu düşürdü
Japonya’da Fukuşima Nükleer Santrali’ndeki sorunlar ve skandallar devam ededursun, ilk kez bir ülkenin kredi notu nükleer santralin yol açtığı felaket dolayısıyla düşürüldü. Japonya’nın notunu negatife çeviren Fitch, not indirimi gerekçeleri arasında, “Fukuşima Nükleer Santrali’nin yol açtığı kirliliğin temizlenmesi maliyetine ilişkin belirsizliğin not üzerinde aşağı yönlü riskler oluşturduğu” ifadesine yer verdi. Bu arada, Greenpeace, Fukuşima kıyısından aldığı örneklerde normalin 50 kat üzerinde radyoaktif kirlenme tesbit etmiş olmasının pek haber değeri olmasa gerek. Kirlenmiş alanların tekrar temizlenmesi oldukça zor ve radyoaktif maddelerin dağılması riski yüksek. Bu sebeplerle enerji kaynaklarının güvenliği konusunda pek çok ülkede farkındalık her geçen gün artıyor. Bu farkındalığın bu topraklara da uğraması dileğiyle...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)