Daha çok ağaç kesip daha çok beton dökelim

Kimilerinin hayal gücünün sınırları şaşırtıcı derece insanı zorlayıcıdır, sarsıcı ve hatta ürkütücüdür. Nasıl düşünebilmiştir, nasıl hayal edebilmiştir sorularını defalarca kendimize sormamıza neden olur. 1890’da doğan Avusturyalı mimar, yönetmen, senaryo yazarı ve film yapımcısı Fritz Lang’ın 1927’de çektiği, sinema tarihinin en önemli yapıtlarından biri olan Metropolis, tam da bu tanıma uyacak cinstendir. Sinema tekniği açısından çığır açan Metropolis’te Lang, gelecekteki bir şehirde insanların yaşamlarından kesitler sunar, makineleşmeden, insanın robotlaştırılmasından, muktedirlerle yönetilenler arasındaki ilişkiden, insanın değersizleşip metaların değer kazanmasından bahseder. Lang’ın o gün için hayali hatta ütopik sayılabilecek şehirleri bugün artık gerçekten var. Lang’ın hayal dünyasında yarattığı şehirlerin en kötü örneklerine, Türkiye’nin birbirinin karbon kopyası olmuş kentlerinde sıklıkla tanık oluyoruz. Öyle ki Balıkesir’i Bitlis’ten, Tekirdağ’ı Manisa’dan ayırt etmek artık mümkün değil.
Türkiye’deki inşaat fetişizmi, konut ve mülkiyetin hem metalaştırılıp hem de simgeleştirilmesi üzerine son dönemde kaleme alınmış en çarpıcı yazılara bu ayki Birikim dergisinde rastlamak mümkün. “İnşaat ya resulullah” başlığıyla çıkan dergide, Sinan T. Gülhan, Türkiye’deki konut üreticiliğini ve AKP iktidarı döneminde TOKİ’nin geçirdiği serüvenle bugün geldiği noktayı çok iyi anlatıyor. TOKİ’nin statüsünün 2004-2008 arasında yapılan değişiklikle Kamu İhale Kanunu dışına çıkarılması, belediyelerin yetkisinden bağımsız imar yapması, neredeyse olağanüstü yetkilerle özerk bir statüye kavuşturulması dile getiriliyor. Gülhan’ın yazısındaki şu cümle bence vahameti en iyi özetleyen cümle: “Bu olağanüstü yetkiler, TOKİ için temelde şunu ifade ediyor. İstediği kentsel araziye el koyabilir, bunu istediği ve uygun gördüğü koşullarda, kapitalizmin en temel arz-talep ilkelerinden bağımsız şekilde istediği sermayedara vakfedebilir.”
Daha fazla üretme ve dolayısıyla daha fazla tüketme, sadece kalkınma ve konut üretme odaklı politikalar, siyasetçilerin bünyesine öylesine sirayet etmiş ki, Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, Antalya’da yaşanan sel felaketinin ardından soluğu orada alıyor. Bayraktar, bakanlığının adında geçen çevreye değil de şehirciliğe öncelik vererek, –TOKİ başkanlığı döneminden gelen alışkanlıkla olsa gerek–, “Sele kapılan evleri yeniden yapacağız” diyor. Yağışlarla dolan derelerin taşması dolayısıyla etrafındaki yerleşim alanlarının sular altına kalmasının esas nedenlerinden bahsetmiyor. Dere ıslahı adı altında yapılan betonlama, set çekme, üzerine yol ve ev yapma faaliyetlerini anmıyor. Yolların, binaların derelerin önünde set işlevi görerek ıslah kanallarının dereleri taşırdığını söylemiyor. Derenin ıslahı için ihale yapılacağını, denize kadar ıslah edileceğini anlatıyor.


Çevrenin sadece adı var

Dün, Kızılcahamam’da AKP’nin İstişare ve Değerlendirme toplantısında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, partililere ve milletvekillerine tanıtıldı. Tanıtım kitapçığında Bakanlık şöyle tanıtılıyor: “Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, kamu yatırımlarına yönelik planlama iş ve işlemlerini hızlandırarak bu yatırımları zaman kayıpları yaşanmadan hızla ekonomiye kazandırmak amacıyla hazırlık ve onay işlemlerini yürüten merkezi bir kurum olarak yapılandırılmış bulunmaktadır. Bu yönüyle planlama bürokrasisinde yeni ve etkin bir yaklaşım sergileyecek olan Bakanlık, ‘sürdürülebilir çevre ve yaşam kalitesi yüksek yerleşmeler’ hedefine ulaşmak için çalışmalarına başlamıştır.”
Yani “çevre”nin sadece adı var.

Başlı başına bir diğer “çevre felaketi” geçen hafta Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu’nun açıklamalarından geldi. Bakanlığının adından orman geçen Bakan, şöyle diyordu: “Türkiye’nin kaynaklarını işadamlarımızın istifadesine sunmak istiyoruz. Orman alanlarını turizme açabiliriz. Türkiye’nin buna ihtiyacı var. Arap Baharı nedeniyle Türkiye’ye çok büyük talep var. Bu konuda Milli Parklar’dan projeye uygun olmak kaydıyla nerede olursa olsun ormanlık alanları turizm için tahsise hazırız.”
Eroğlu, sivil toplum kuruluşlarının halkı HES’lerle ilgili de yanlış yönlendirdiğinden yola çıkarak, Türkiye’de boşa akan dereler bulunduğunu ve bu derelere baraj ve HES yapılması, kurulması için su kullanma anlaşması yoluyla özel sektörü devreye sokan bir sistem kurduklarını ve bunun da çok iyi işlediğini anlatıyordu...

Lang, hayal dünyasında gelecekte olması muhtemel en kötü döngüyü yaratmıştı, biz ise bugünün dünyasında kendi cehennemimizi yaratıyoruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder