Kimilerinin hayal gücünün sınırları şaşırtıcı derece insanı zorlayıcıdır, sarsıcı ve hatta ürkütücüdür. Nasıl düşünebilmiştir, nasıl hayal edebilmiştir sorularını defalarca kendimize sormamıza neden olur. 1890’da doğan Avusturyalı mimar, yönetmen, senaryo yazarı ve film yapımcısı Fritz Lang’ın 1927’de çektiği, sinema tarihinin en önemli yapıtlarından biri olan Metropolis, tam da bu tanıma uyacak cinstendir. Sinema tekniği açısından çığır açan Metropolis’te Lang, gelecekteki bir şehirde insanların yaşamlarından kesitler sunar, makineleşmeden, insanın robotlaştırılmasından, muktedirlerle yönetilenler arasındaki ilişkiden, insanın değersizleşip metaların değer kazanmasından bahseder. Lang’ın o gün için hayali hatta ütopik sayılabilecek şehirleri bugün artık gerçekten var. Lang’ın hayal dünyasında yarattığı şehirlerin en kötü örneklerine, Türkiye’nin birbirinin karbon kopyası olmuş kentlerinde sıklıkla tanık oluyoruz. Öyle ki Balıkesir’i Bitlis’ten, Tekirdağ’ı Manisa’dan ayırt etmek artık mümkün değil.
Türkiye’deki inşaat fetişizmi, konut ve mülkiyetin hem metalaştırılıp hem de simgeleştirilmesi üzerine son dönemde kaleme alınmış en çarpıcı yazılara bu ayki Birikim dergisinde rastlamak mümkün. “İnşaat ya resulullah” başlığıyla çıkan dergide, Sinan T. Gülhan, Türkiye’deki konut üreticiliğini ve AKP iktidarı döneminde TOKİ’nin geçirdiği serüvenle bugün geldiği noktayı çok iyi anlatıyor. TOKİ’nin statüsünün 2004-2008 arasında yapılan değişiklikle Kamu İhale Kanunu dışına çıkarılması, belediyelerin yetkisinden bağımsız imar yapması, neredeyse olağanüstü yetkilerle özerk bir statüye kavuşturulması dile getiriliyor. Gülhan’ın yazısındaki şu cümle bence vahameti en iyi özetleyen cümle: “Bu olağanüstü yetkiler, TOKİ için temelde şunu ifade ediyor. İstediği kentsel araziye el koyabilir, bunu istediği ve uygun gördüğü koşullarda, kapitalizmin en temel arz-talep ilkelerinden bağımsız şekilde istediği sermayedara vakfedebilir.”
Daha fazla üretme ve dolayısıyla daha fazla tüketme, sadece kalkınma ve konut üretme odaklı politikalar, siyasetçilerin bünyesine öylesine sirayet etmiş ki, Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, Antalya’da yaşanan sel felaketinin ardından soluğu orada alıyor. Bayraktar, bakanlığının adında geçen çevreye değil de şehirciliğe öncelik vererek, –TOKİ başkanlığı döneminden gelen alışkanlıkla olsa gerek–, “Sele kapılan evleri yeniden yapacağız” diyor. Yağışlarla dolan derelerin taşması dolayısıyla etrafındaki yerleşim alanlarının sular altına kalmasının esas nedenlerinden bahsetmiyor. Dere ıslahı adı altında yapılan betonlama, set çekme, üzerine yol ve ev yapma faaliyetlerini anmıyor. Yolların, binaların derelerin önünde set işlevi görerek ıslah kanallarının dereleri taşırdığını söylemiyor. Derenin ıslahı için ihale yapılacağını, denize kadar ıslah edileceğini anlatıyor.
Çevrenin sadece adı var
Dün, Kızılcahamam’da AKP’nin İstişare ve Değerlendirme toplantısında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, partililere ve milletvekillerine tanıtıldı. Tanıtım kitapçığında Bakanlık şöyle tanıtılıyor: “Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, kamu yatırımlarına yönelik planlama iş ve işlemlerini hızlandırarak bu yatırımları zaman kayıpları yaşanmadan hızla ekonomiye kazandırmak amacıyla hazırlık ve onay işlemlerini yürüten merkezi bir kurum olarak yapılandırılmış bulunmaktadır. Bu yönüyle planlama bürokrasisinde yeni ve etkin bir yaklaşım sergileyecek olan Bakanlık, ‘sürdürülebilir çevre ve yaşam kalitesi yüksek yerleşmeler’ hedefine ulaşmak için çalışmalarına başlamıştır.”
Yani “çevre”nin sadece adı var.
Başlı başına bir diğer “çevre felaketi” geçen hafta Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu’nun açıklamalarından geldi. Bakanlığının adından orman geçen Bakan, şöyle diyordu: “Türkiye’nin kaynaklarını işadamlarımızın istifadesine sunmak istiyoruz. Orman alanlarını turizme açabiliriz. Türkiye’nin buna ihtiyacı var. Arap Baharı nedeniyle Türkiye’ye çok büyük talep var. Bu konuda Milli Parklar’dan projeye uygun olmak kaydıyla nerede olursa olsun ormanlık alanları turizm için tahsise hazırız.”
Eroğlu, sivil toplum kuruluşlarının halkı HES’lerle ilgili de yanlış yönlendirdiğinden yola çıkarak, Türkiye’de boşa akan dereler bulunduğunu ve bu derelere baraj ve HES yapılması, kurulması için su kullanma anlaşması yoluyla özel sektörü devreye sokan bir sistem kurduklarını ve bunun da çok iyi işlediğini anlatıyordu...
Lang, hayal dünyasında gelecekte olması muhtemel en kötü döngüyü yaratmıştı, biz ise bugünün dünyasında kendi cehennemimizi yaratıyoruz.
İki yılı aşkın süredir devam eden Avro Bölgesi'ndeki borç sorunu giderek daha tehlikeli bir evreye giriyor. Müflis Yunanistan'ın etkisiyle borç krizi Avro Bölgesi ve dolayısıyla Avrupa Birliği'nin meşruiyetini sorgular bir noktaya kadar uzandı. Hatta durum Avrupalı hükümetleri sallıyor. Avrupa'da büyümenin lokomotifi olarak görülen ülkeler borç kriziyle mücadele ederken, bir yandan da siyasi cephede kan kaybediyor. Almanya eyalet seçimlerinde hezimete uğrayan Başbakan Angela Merkel, kendi seçim bölgesinde yapılan oylamayı dahi kaybetti. Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, 2012 baharında yapılacak başkanlık seçimleri öncesi prova niteliği taşıyan Senato seçimlerinde büyük darbe aldı, Senato'da çoğunluk muhalefete geçti. Sarkozy'nin zaten tavan yapmış kötü reytingi borç meselesiyle iyice artmış durumda. İtalya'da Başbakan Silvio Berlusconi'nin lideri olduğu merkez sağ hükümeti, 2010 yılı devlet harcamalarına ilişkin bilançonun bir maddesinde çoğunluk sağlayamadı, bugün güvenoylaması var, muhalefet "hükümet istifa" temposu tutuyor. Slovakya'da Avrupa Mali İstikrar Fonu'nun genişletilmesi oylaması hükümete güvenoylamasına dönüşünce, muhalefet erken seçim tarihi koparma karşılığında parlamentoda EFSF'nin genişletilmesine onay vereceğini açıkladı. Örnekler çoğaltılabilir...
Tartışmanın "Yunanistan avroda kalsın mı kalmasın mı" noktasına gelmesi Avrupalı liderleri en fazla yoran konuların başında geliyor. Başta Avrupa ekonomisinin lokomotifi durumundaki ülkelerden "Yunanistan avrodan çıksın" sesleri yükselirken, şimdi Avrupa'nın orta ve küçük boy ülkelerinde de bu görüşe sahip olanlar var. İngiltere'nin eski Dışişleri Bakanı David Owen ve Londralı çeşitli kurumların yöneticilerinin oluşturduğu think tank kuruluşu OMFIF (The Official Monetary and Financial Institutions Forum) Başkanı David Marsh'ın Financial Times'ta birlikte kaleme aldıkları makale bu anlamda pek ilginç. Malum, AB'ye üye 27 üyenin 17'si Avro Bölgesi'nde. Owen ve Marsh, geri kalan İngiltere, Polonya, İsveç gibi 10 ülkenin bir Non Eurogroup (NEG) kurmasını ve bunun o ülkeleri daha avantajlı kılacağını hem de son tahlilde AB'de bir nevi denge unsuru olacağını söylüyor. Ekonomisi iyi yönetilen bu ülkeler, avroda olanlardan daha istikrarlı diyen ikili, şu örnekleri veriyor: İngiltere, İsveç ve Danimarka'nın uzun vadeli faizleri pek çok Avro Bölgesi ülkesinden daha aşağıda. Çek Cumhuriyeti'nin uzun vadeli faizleri Avrupa Merkez Bankası'nın faizinden bile düşük. İsveç'in 10 yıllık Hazine bonosu Almanya'nınkinden daha değerli. Polonya'nın büyüme rakamları son birkaç yılda AB'nin en iyisi.
Owen ve Marsh, eğer NEG kurulursa, bu iki grup arasında ülkeler açısından geçişkenlik yaratılır, Yunanistan gibi borç krizi yaşayan ülkeler avrodan çıksın mı çıkmasın da tartışması da böylelikle biter, diyor özetle. Böyle bir NEG kurulmasının devamlı avro dışında kalınacağı anlamına da gelmediği belirtiliyor. Ancak, özellikle dikkat çektikleri bir gerçek var ki, içinde bulunulan durum sanıldığından çok daha uzun sürecek ve dolayısıyla böyle bir gruba kesinlikle ihtiyaç var. Avro dışındaki 10 ülkenin hükümetleri ve merkez bankaları sağlam bir çerçevede biraraya toplanır, swap olanakları ve diğer kredi araçlarınca desteklenen bir mekanizma yaratılırsa, NEG bütün Avrupa için istikrar yaratıcı bir mekanizma haline gelebilir. Şimdiki bölünmüşlüğüne karşı bir birliktelik kaynağı olabilir. Avrupa'nın içinde bulunduğu durum göz önüne alındığında bu AB'yi destekler bir hale gelir.
Ancak, bunun için Lizbon Antlaşması'nın 14'üncü ve 15'inci maddelerinde ifade değişikliğine gidilmesi gerekiyor. Çünkü, Lizbon Antlaşması gereği bir ülkenin Avro Bölgesi'nden ne çıkması ne de atılması mümkün değil. Ayrıca, avroya dahil olmayan ülkelerin bir gün eninde sonunda avroya dahil olacaklarına dair ifadeler içeriyor. Owen ve Marsh, yapılacak değişikliklerle NEG ile yeni bir statü getirileceğini söylüyor. Avro Bölgesi dışında kalanlara da en az orada olanlar kadar eşitlikçi bir statü olması kaydıyla. Yine aynı şekilde bu ülkelerin ayrı bir grup kurmaları, diğerleriyle yapacağı her türlü işbirliğine de engel olmayacak. Bunların dışında, önerilerden biri de, Avrupa Konseyi Başkanı Herman Van Rompuy ve kendisinden sonra gelecek başkanın aynı Avro Bölgesi liderleri toplantısı gibi yılda en az iki kez NEG toplantısı yapması gerektiği yönünde. Hatta Owen ve Marsh'a göre, Rompuy'un yerine gelecek başkan bir NEG ülkesinden bile olabilir. Kimbilir! Her hal ve karda avro krizinin boyutunun provokatif fikirleri tetiklediği açık.
Türkiye'nin Avrupa Birliği İlerleme Raporu, son şeklini birkaç gün içinde alarak 12 ekimde resmen açıklanacak. Türkiye'nin hem siyasi hem de ekonomik reform alanlarının yıllık karnesi olma özelliği taşıyan AB İlerleme Raporu'nun taslağı geçen hafta basına sızdı. Türkiye ile AB ilişkilerinde bir yıllık değerlendirmeyi içeren İlerleme Raporları'nın hem işlevi hem de Türkiye üzerindeki etkisi artık tartışılır bir konumda. Zira, geçmiş yıllarda AB Komisyonu tarafından sızdırılan taslak raporlar, çok daha fazla yankı bulur, günlerce konuşulurdu. Raporla ilgili bu ayrıntıya dikkat çektikten sonra Türkiye'nin son dönemde en büyük farkındalıklarından birinin yaşandığı en hassas gündem maddelerinden biri olan çevre konusuna geçiyorum. Raporda, her alandaki değerlendirmelerde en sık kullanılan kelimelerden biri "endişe" olmakla birlikte konuları fazla genişletmeden sadece Çevre başlığı altındaki tespitlere değineceğim.
İlerleme Raporu'nun Çevre başlığı altında özetle, "Türkiye doğa konusunda hiçbir ilerleme kaydetmedi" deniyor. İlk dikkat çekilen konu, Nisan 2011'de değişikliğe gidilen ÇED (çevre etki değerlendirme) Yönetmeliği. Hatırlanacağı üzere, ÇED Yönetmeliği'nde yapılan değişikliklerle doğa ve insan üzerinde önemli etkisi olacak projelerin önü açılmıştı. Yapılan değişikliğe göre, 2015'e kadar yatırımına başlanacak projelerde, ÇED aranmayacak. Sosyal ve çevresel etkileri nedeniyle kamuoyunda tartışılan konular arasında yer alan nükleer ve termik santraller, üçüncü Boğaz Köprüsü ve otoyollar gibi dev yatırımlar, 2015'e kadar ÇED aranmaksızın tamamlanabilecek. Tüm bu ÇED'den istisna bırakılan yatırımlardan, tahmin edeceğiniz üzere "endişe" duyuluyor. Bunlar ne AB müktesebatıyla uyumlu ne de bu halleriyle uygulanabilir durumda. Rapora göre, çevresel kararlarda bırakın halkla istişare etmeyi, komşu ülkelerle sınırötesi ÇED konusunda da Türkiye sınıfta kalmış. Diğer ülkeleri de ilgilendiren ÇED konusunda hiçbir ikili anlaşma henüz ortada yok.
Ulusal ve uluslararası alanda Ruslarla birlikte Akkuyu'ya yapılacak olan nükleer santral "endişe" yaratıyor.
HES'ler endişe kaynağı
Rapora düşülen en önemli notlardan biri şüphesiz HES'lerle ilgili. Türkiye'nin kanayan yarası haline dönüşen HES'lerle ilgili ne ciddi ÇED çalışması var ne de bu yapılanlar AB direktiflerine uygun. AB üyesi ülkelerin hükümetlerinin Avrupa sınırları içinde tehlikede bulunan doğal yaşam alanlarının ve canlı türlerinin koruma altına alınması amacıyla hazırlanmış doğal çevre koruma ağı Natura 2000 listesinin hala Türkiye tarafından hazırlanmadığı dikkat çekilen diğer bir nokta. Ulusal biyoçeşitlilik eylem planı ve çerçeve yasası beklemede. HES'lerin ve enerji altyapı çalışmalarının, koruma altındaki flora ve faunada yaratacağı zarar "endişe" yaratıyor. Yeni yönetmeliklerle sulak alanların korumasının güçlendirileceğine zayıfladığı, Uluslararası Öneme Sahip Sulak Alanlar Hakkında Sözleşme'ye uyumun olmadığı, Türkiye'deki yasaların gerekliliklerin çok gerisinde kaldığı belirtiliyor. Önemli tespitlerden biri de, farklı yetkili kurumlar arasında doğa koruma konusunda kimin hangi konudan sorumlu olduğuna ilişkin netliğin olmayışı.
Bu arada, Çevre ve Orman Bakanlığı'nın ikiye bölünerek, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile Orman ve Su İşleri Bakanlığı'nın ortaya çıkmasına değinilerek, idari alanda çok sınırlı bir ilerleme kaydedildiği notu düşülmüş. Özel Çevre Koruma ve Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlükleri'nin kapatılarak, bunların hepsi bir müdürlük altında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın altında toplandı. Böylelikle, çevre yönetim daha merkezi bir hale geldi. Öte yandan, Ulusal Çevre Ajansı kurulmasıyla ilgili hiçbir ilerleme kaydedilmedi. Çevre koruma gereklilikleri genel çerçeve politikalara uymuyor, altyapı projelerinin uygulanmasında yeterince dikkate alınmıyor. İklim değişikliği konusunda farklı bakanlıklar arasında daha fazla birlikte çalışma ve koordinasyona ihtiyaç var. Sonuç bölümünde, Türkiye'nin doğa koruma alanında hiçbir ilerleme kaydetmediği, çevre alanındaki yatırımların arttırılması ve iklim değişikliğiyle ilgili gereksinimlerin yerine getirilmesi gerekliliği önemle vurgulanıyor.
Ekvator ve Türkiye
Geçen hafta katıldığım bir toplantıda Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Latin Amerika ülkesi Ekvator'un yağmur ormanlarındaki dev petrol rezervini "doğal dengeyi bozmama ve küresel ısınmayı arttırmama" adına çıkarmamak karşılığında ülkesine 3.6 milyar dolar ödenmesine yönelik BM ile ön anlaşma yaptığından bahsetti. Ekvator, bu parayı yenilebilir enerjiye yatıracak. BM Genel Kurulu'nda bu konu gündeme geldiğinde bu çok önemli çevre projesine Türkiye olarak biz de maddi destek vermişiz. Davutoğlu, bu konuyu çok güzel özetledi: "Doğanın derinlerindeki enerjiyi çıkarmak için doğayı yıpratıyorlar. Varoluşsal alan yol edilmemeli, bu acımasız rekabet doğayı, varoluş alanının tümüyle bitirir. Bunun bir sınırı olmalı."
Hazır, AB, çevre, doğa politikaları ve enerji yatırımlarıyla ilgili Türkiye'deki hemen her gelişmeden "endişe" duyuyor, içerde olan bitene bakıp, bunları biraz da Türkiye uygulasa nasıl olur?
Geçen hafta dünyanın çeşitli yerlerinden çevre hareketleri üç önemli kazanım elde etti. Brezilya’da dünya genelinde çeşitli protestolara neden olan Belo Monte Barajı’nın bölgedeki yerli halkın Amazon’un kolu olan Xingu Nehri’ndeki balıkçılık faaliyetlerine zarar vereceği gerekçesiyle mahkeme, projeyi durdurma kararı verdi. Brezilya hükümeti, 11 milyar dolarlık proje hakkındaki kararı temyize götürecek. Belo Monte Barajı’nın, dünyadaki üçüncü büyük hidroelektrik santrali olması planlanıyordu. Dünyanın dört bir yanından çevreciler ve yerli halk, barajın bölgedeki doğal hayatı yok edeceği ve su altında kalacak bölgede yaşayan 40 bin kişiyi evlerinden edeceğini savunuyor. Süreç zorlu ancak mücadele devam ediyor. Benzer bir olay yine bir Latin Amerika ülkesi olan Bolivya’da yaşandı. Bolivya’da hükümetin Amazon ormanlarından geçmesi planlanan otoyol projesine karşı bir aydan uzun süredir devam eden gösteriler üzerine Devlet Başkanı Evo Morales, projeyi askıya almak zorunda kaldı. Bolivya’nın büyük kentlerindeki onbinlerce kişi Morales’e karşı gösterilere katıldı. Anayasasına tabiat ana hakları koyan, çevre haklarını evrensel bir beyanname haline getiren, ormanların, doğanın ve yerli halkların satılık olmadığı vurgusu yapan Morales, şimdi ciddi bir ikilem içinde. Polisin protestoculara sert müdahalesi üzerine operasyona karşı çıkan Bolivya Savunma Bakanı Cecilia Chacon istifa etti. Muhalefetin polisin müdahalesine yönelik sert eleştirileri İçişleri Bakanı Sacha Llorenti’nin de istifasına yol açmıştı. Bir diğer çevre hareketi ise Mynmar’dan. Devlet Başkanı Thein Sein, tartışmalara yol açan Myitsona Barajı’nın yapımının askıya aldı. Sein, açıklamasında, Çin’in destek verdiği ve 3,6 milyar dolar maliyeti olan Myitsona Barajı inşaatının, halkın ve milletvekillerinin istekleriyle ters düştüğünü söyledi. Myitsona Barajı’nın Singapur kadar bir alanı sular altına bırakacağı iddiası var. Myanmarlı muhalif lider Aung San Suu Kyi de, ülkenin en büyük nehri Irrawaddy üzerindeki projenin yeniden gözden geçirilmesi için uğraşan azınlık grupları ve çevrecilere destek veriyor. Çevreciler ve azınlık grupları, barajın köylüleri yerinden edeceğini ve önemli gıda kaynağı çevreyi altüst edeceğini ileri sürüyor.
Dünyadan çevre hareketi manzaraları böyleyken, biz de hemen her yerden gelen HES mücadelesi verenlere uygulanan şiddet manzaraları ve yıldırma operasyonları var. Ülkenin verimli topraklarına, akarsularına, derelerine, ormanlarına, SİT alanlarına saldırılar var. Dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi HES’lere karşı mücadelenin insanların yaşadıkları yerler konusunda söz söyleme haklarıyla ilgili olduğunu her zaman hatırlamak gerekiyor. HES başta olmak üzere çeşitli alanlarda çevre hareketi yürüten grupların yasal, hukuksal ve demokratik mücadelelerle aldıkları yargı kararları, bilimsel raporlar ve yaşananlar görmezden geliniyor, bunun zaten doğrudan doğruya bir demokrasi mücadelesi olduğu idrak edilemiyor.
Bu gerçeği görmezlikten gelmekten ne zaman vazgeçeceksiniz? Tüm niyetleri yaşadıkları yeri korumak olan o yörelerin insanlarını, jandarmayla, polisle, şirket çalışanlarıyla karşı karşıya getirmenin kötü bir şey olduğunu ne zaman göreceksiniz? Hopa başta olmak üzere, Gerze, Solaklı ve Tortum ve daha pek çok bölgede yaşananlar bu sürecin beraberinde getirdiği gerilimin en açık göstergelerinden biri.
Türkiye’de türüne hiç rastlamadığımız bir istifa haberi de vardı geçen hafta. AKP’den iki dönemdir belediye başkanı seçilen Tortum İlçesi’ne bağlı Bağbaşı Belediyesi Başkanı Karabey Eroğlu, HES’lere tepki için partisinden istifa etti. HES mücadelesi bir yerel yöneticiyi, bir belediye başkanını istifaya kadar götüren bir mücadele haline geldi. Bu anlayana, kendine ders çıkarana büyük bir mesajdır. Yaşanan en yakın gerçekten örnek verirsek, Rize’de yaşanan sel felaketlerinin Rize’deki HES’lerle ilgisini göremediğimiz sürece, Türkiye, giderek daha fazla bir doğal felaketler cehennemine doğru evrilecek. Çünkü, doğayı sadece afet olduğunda ve katledilmek istendiğinde konuşuyoruz, korumaktan, kollamaktan hiç bahsetmiyoruz...
Bir gün bir yerde başınıza bir doğa felaketi gelirse, doğayı suçlamayın. Aklınıza doğanın bir sebep sonuç ilişkisiyle varolduğu gelsin, doğayı kalkınma odaklı, para kazanmanın bir aracı olarak kullananlar gelsin, HES’ler gelsin, siyanürle altın arayanlar gelsin, kömürlü termik santraller kuranlar gelsin, nükleer santraller kurmak isteyenler gelsin, yanlış hesaplanarak yapılmış otoyollar gelsin.
Türkiye’nin epeyi bir zamandır komşusu olan ülkelerle yaşadıkları, dış politikada “komşularla sıfır sorun” stratejisinin çöktüğüne mi işaret ediyor? Gazeteciler, yorumcular, akademisyenler bu soruyu devamlı soruyor artık. Ahmet Davutoğlu’nun kuramcısı olduğu bu politika, muhakkak azami iyi niyetle başlatılmıştı. Yalnız, son dönemlere hızla bir göz attığımızda komşularla sıfır sorundan, sorunlar sarmalına doğru evrildiğimizi görüyoruz. Gündemin en sıcak meselesi olan ve geçen hafta ekseni Ankara-Lefkoşa’dan New York’a uzanan Kıbrıs üzerinde duralım. Askerî olarak bölünmüş adanın bir tarafında yani güneyinde AB üyesi ve tüm dünya nezdinde Kıbrıs’ın tamamını temsil eden Kıbrıs Cumhuriyeti, diğer tarafta Türkiye’den başka kimsenin tanımadığı KKTC var. Türkiye, ilan ettiği münhasır ekonomik bölgede ABD’li ve İsrailli şirketlerle petrol arayacağını açıklamasının ardından Güney Kıbrıs’a tepki gösterdi.
ABD Jeoloji Araştırma Kurumu Nisan 2010’da Lübnan-İsrail-Kıbrıs ve Suriye arasındaki denizaltı bölgesinde 3,5 trilyon metreküp doğalgaz ve 1,7 milyar varil petrol olabileceğini açıkladı. Bölge dünyanın beşinci en zengin bölgesi olarak anılıyor. Diğer sahildar ülkeler gibi Kıbrıs da adanın güney sularında 2009’dan bu yana sismik araştırma yapıyor. Diğer bir deyişle bu mesele hep gündemdeydi. İş fiiliyata dökülünce, Türkiye hemen donanmasını, hava kuvvetlerini o bölgeye göndermekten, yapılan bu arama faaliyetlerinin cevapsız kalmayacağından bahsetmeye başladı. Türkiye, kendisi, KKTC ve Kıbrıs Cumhuriyeti arasında münhasır alanlar belirlenmediği için arama faaliyetlerine itiraz etti. İtirazı ve talepleri pek gerçekçi olmasa da, İsrail’e ve Güney Kıbrıs’a sopa gösterme hevesi ağır bastı. Türkiye’nin sesli itirazların ardından devreye Yunanistan girdi. KKTC, şu anda birleşme müzakereleri konusunda somut ve ciddi sonuçlar elde etmiyor olsa da, Kıbrıs Cumhuriyeti ile müzakere halinde ve bu konunun müzakereleri olumsuz etkilemesinden rahatsız. Bu gelişmelerle birlikte 2012’nin temmuzunda AB Dönem Başkanlığı’nı devralacak olan Güney Kıbrıs ile olan durumumuz, zaten tavsamış bulunan Türkiye-AB ilişkilerinin geleceği açısından da umut vaat etmiyor.
Güney Kıbrıs’ın ilan ettiği münhasır ekonomik bölgede petrol ve doğalgaz arama çalışmasına misilleme olarak Türkiye, geçen hafta New York’ta gösterişli bir kıta sahanlığı anlaşması imzaladı. Başbakan Erdoğan ile KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu arasında imzalanan anlaşmayla beraber, Türkiye kendi kıyısıyla Kuzey Kıbrıs kıyısı arasında Akdeniz’de petrol ve doğalgaz arayabilme yetkisine sahip oldu. Ardından bu doğrultuda hakkında bin bir şaibe dolaşan Koca Piri Reis gemisini yola çıkardı. Bu gelişmelerle durum son derece karmaşık bir hâl aldı. Elimizde, bir yanda müzakereler sürerken içerde siyaseten sıkışan Dmitris Hristofyas’ın çıkardığı petrol arama krizi, bir yanda bu durumdan vazife çıkarıp kendi karasularını genişletme heveslisi bir Türkiye var. Atılan bu adımların çözüm ve barışa yönelik olmadığı açık. Türkiye’nin petrol arama için gönderdiği Koca Piri Reis’in arama yapacağı bölge ise, Karpaz ile İskenderun Körfezi arasında ve hâlihazırda Güney Kıbrıs’ın sondaj gerçekleştirdiği münhasır ekonomik bölge ile hiçbir ilgisi yok. İşi Akdeniz’e donanma göndermeye kadar vardıran Başbakan Erdoğan’ın, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, Kıbrıs meselesinden bahsederken bir kez bile KKTC demeyip, “Kıbrıs Türk tarafı” gibi nötr bir ifade kullanmasını da ayrıca ilginç bir not olarak düşmek isterim.
Son dönemde, konuyla ilgili en aklıselim açıklamalardan biri Alman Federal Meclis Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı Ruprecht Polenz’den geldi. Polenz Hıristiyan Demokrat olmasına rağmen Türkiye’nin AB’ye üye olmasını savunan ender Alman sağ politikacılardan biri. Sorunun uluslararası bir mahkeme tarafından çözülmesi gerektiğine vurgu yapan Polenz, 21. yüzyılda sorunların askerî yöntemler yerine uluslararası mahkemede çözülmesi gerektiğini belirterek, “Kanımca bu tür anlaşmazlıkların mahkemelerde çözülmesi konusunda ısrarcı olmak gerekiyor. 21. yüzyılda bu tür sorunlar, savaş gemisi fazla olan tarafın üstünlüğüyle çözülemez. Bu, 21. yüzyılda izlenebilecek bir siyaset değil. Bu nedenle de taraflara şu çağrı yapılabilir: Eğer önemli bir sorununuz varsa ki, doğal kaynakların kime ait olduğu meselesi önemli bir sorundur ve bu konuda farklı görüşler mevcutsa, sorun, konunun mahkemeye götürülerek uzlaşma sağlanmasıyla çözülebilir” diyor.
Donanma yollama girişiminin haftaya Meclis açılınca Türkiye’nin çok daha hayati olan Kürt sorunu ile yeni anayasa çalışmalarının gölgesinde kalacağını ve sert retorikten öteye gitmeyeceğini temenni edelim.