Borç kriziyle birlikte Yunanistan’ın geldiği nokta sebebiyle Avrupa Birliği bir süredir tarihsel bir dönemecin eşiğinde duruyor. Geçen hafta Yunanistan Başbakanı Yorgo Papandreu, artık kronikleşmiş borç krizinden çıkmak için en son 26 ekimde Brüksel’de Avrupa Birliği ülkeleriyle mutabık kaldığı mali yardım paketini beklenmedik bir kararla referanduma götüreceğini açıkladı. Alınan bu karar bir hafta boyunca dünya borsalarında çalkantılara sebep olurken, hem Avrupalı liderlerden hem de partisi PASOK’tan gelen tepkiler üzerine Papandreu referandumdan vazgeçti. Cumartesi sabaha karşı sonuçlanan oylama ile Papandreu, muhalefet partilerinin de yer alacağı bir milli birlik hükümeti kurma ve şubat sonunda erken seçime gitme sözü karşılığında parlamentodan güvenoyu aldı.
Açıkça görünüyor ki, uygulanmakta olan istikrar veya kurtarma programlarıyla borç krizinin aşılması mümkün değil. Ancak, Türkiye’de de çokça seslendirildiği gibi “Yunanistan Avro’dan çıkmalı”, “Avro artık bitti” şeklindeki kolaycılıkla da sonuç alınmayacak.
Üstelik başkalarının felaketinden mutluluk duyan insanlar, halklar ya da siyasetçiler en iflah olmayanlardır, kendilerinden bir hayır geldiği de görülmemiştir. Şimdi Avrupa Birliği’nin gündeminde en geniş anlamda ekonomik politikalar açısından daha federal bir birlik haline gelmek var. Çalışmalar başlamış. Aslında bu konuda bundan sonra atılacak adımların çerçevesi Avro Bölgesi liderlerinin biraraya geldiği 26 Ekim zirvesinin sonuç bildirgesinde yer alıyor. Yunanistan’ın tıraşlanan 100 milyar avrosuna fazla takılıp kalındığından olsa gerek, bu kısım hemen hemen ne Avrupa ne de Türk medyasında gündeme geldi. Bundan sonra mali olarak federal bir Avrupa fikrinin, yani başta uyumlu maliye politikalarının nasıl olacağına ilişkin ipuçları 10 gün önceki zirvenin sonuç bildirgesinde ortaya kondu.
Maliye politikalarının entegrasyonu
Ekonomik ve Mali Koordinasyon ile Gözetim başlığı altında, “Krize karşı kullanılan araçları güçlendirmenin yanı sıra, koordinasyon, gözetim ve disiplini kuvvetlendirerek ekonomik ve mali politikaların entegrasyonunda ilerleme kaydedileceği ve tek para birimi sisteminin işleyişini destekleyen politikaların geliştirileceği ifade edilmiştir” deniyor. Avro Bölgesi’nde Yönetişim Yapısı başlığı altında ise, “Sorunlarla daha etkili bir şekilde mücadele edebilmek ve daha sıkı bir bütünleşme sağlayabilmek amacıyla Avro Bölgesi’nde ekonomi yönetişimi yapısının güçlendirileceği belirtilmiştir. Avro Bölgesi’nde ekonomik ve mali politika alanında stratejilerin belirlenmesi amacıyla yılda iki defa olmak üzere Avro Zirvesi düzenlenmesi kararlaştırılmıştır” ifadesi kullanılmış. En can alıcı kararlar ise Güçlendirilmiş Entegrasyon başlığı altında kaleme alınmış: “AB projesinin kalbinde Avro’nun yer aldığına atıfta bulunularak, ekonomik birliğin parasal birlikle uyum içerisinde güçlendirileceği belirtilmiştir. AB Konseyi Başkanı’na, AB Komisyonu’nun Başkanı ve Avro Grubu Başkanı ile birlikte ekonomik birliği mümkün olan sınırlı antlaşma değişikliği ile güçlendirecek olası adımları belirlemeleri için yetki verilmiştir. Temel amaç, Avro Bölgesi’nde ekonomik yakınsamanın arttırılması, mali disiplininin iyileştirilmesi ve ekonomik birliğin derinleştirilmesidir. Konuya ilişkin yol haritasını da içeren ara raporun Aralık 2011’de sunulması kararlaştırılmıştır. Alınan tedbirlerin nasıl uygulanacağına ilişkin nihai rapor ise Mart 2012’de sunulacaktır.”
Buradan net olarak anlaşılacağı gibi, Avrupa Komisyonu’nun ekonomi ve parasal işlerden sorumlu üyesi Olli Rehn, Komisyon Başkanı José Manuel Barroso tarafından Komisyon Başkan Yardımcılığı’na getiriliyor ve yetkileri genişletiliyor. Barroso, konuyla ilgili yaptığı açıklamada, “Bir Komisyon üyesini özellikle Avro’dan sorumlu makama getirmemiz, Avro Bölgesi’ndeki yönetimi ortak bir çerçeveye oturtmak istediğimizi gösteriyor. Bu, Komisyon’un AB’nin ve özellikle Avro Bölgesi’nin ekonomi yönetiminde koordinasyon, denetim ve uygulamanın sağlanması için en iyi yol” demişti. Rehn’e verilen yeni yetkilerin ayrıntıları henüz netleşmiş değil, ancak ülkelerin bütçe açığı ve borç tavanını aşmamaları konularında daha fazla söz sahibi olacağı ifade ediliyor. Çünkü, Avro Bölgesi’nde kamu borcunu yüzde 60, bütçe açığını yüzde üç ile sınırlayan İstikrar ve Büyüme Paktı pek çok üye tarafından delinmiş durumda. Avrupa’da gerçek bir ekonomik birlik için daha fazla uyum ve disiplin gerekiyor. Bu uyum ve disiplinin önce çekirdek bir ülke grubuyla başlayacağı ve diğerlerinin bu çekirdek grubun çekici gücüne tabi olacağı beklenmeli. Avrupa, sorunu geçici ya da konjonktürel olarak algılamaktan vazgeçiyor gibi görünüyor.
Geçen hafta Avrupa Bölgesi liderleri biraraya geldikleri zirvede tarihî kararlar aldılar. Yunanistan’ın borcunun 100 milyar avrosunun silinmesinin yanı sıra 440 milyar avroluk Avrupa Finansal İstikrar Fonu’nun miktarının bir trilyon avroya çıkarılması, ayrıca tahvil ihraç edecek ve elde ettiği geliri ikincil piyasalarda Avro Bölgesi’nin sorunlu ülkelerinin tahvillerini satın almada kullanacak bir SPIV (özel amaçlı yatırım aracı) oluşturulması bu kararlardan bazıları. Bu, işin finansal ve teknik boyutu. İşin bir de sosyolojik ve toplumsal boyutu var ki, son derece dikkat çekici. Tüm bu tartışmaların etrafında geçen hafta zirve öncesi Alman Meclisi’nde Başbakan Angela Merkel’in bir açıklaması, borç krizinin ekonomik olmaktan çıkıp başka bir boyuta geçmek üzere olduğunu çok iyi anlatıyordu. Aynı zamanda bir “birlik, barış ve refah projesi” olarak nitelendirilen Avrupa Birliği’nin geleceğiyle de ilgili olan şu sözleri önemliydi: “Plan kabul edilmezse, Avrupa’da barış ve refah garanti edilemez. Bu nedenle avro çökerse Avrupa da çöker. Tüm dünya, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana yaşanan en büyük krizde, Almanya’nın sorumluluk alıp alamayacak kadar güçlü olup olmadığını izliyor. Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra 50 yıl barış ve refah içinde yaşadık. Bundan sonraki 50 yıllık barış ve refah içinde yaşayacağımızı kimse garanti edemez. Avro biterse, Avrupa da biter deyişimin sebebi o.”
Avrupa’nın krizine yeni bir çözüm getirildiği havası yaratılan plan kabul edildi edilmesine, ancak pek çokları tarafından bunun da geçici olduğu ifade ediliyor. Çünkü, parasal birliğin temelinde üye ülkelerin maliye politikalarının ortak olmayışından tutun da büyüme sürecine yönelik adımlar atılması gerekliliğine kadar pek çok sorun mevcut. Almanya yanına aldığı Fransa ile üstlendiği sorumlulukla artık Yunanistan, İspanya, İtalya çevresinde süregelen krizi merkeze çekmiş durumda.
Çin’in tutumu belirleyici
Finansal çıkmazın en büyük kurtarıcısı olarak Çin görülüyor. Avrupa Birliği’nin ticaret yaptığı ülkelerin başında gelen Çin, aynı zamanda en fazla ABD Hazine tahvillerine sahip ülke. ABD’nin ardından AB de şimdi Çin’e kurtarıcı gözüyle bakıyor. Çin’in bir numaralı ticari ortağı AB. Yıllık ticaret hacmi 350 milyar avro. Çin 3,2 trilyon dolarlık toplam rezervinin 800 milyar dolarlık kısmını avro cinsi varlıklarda tutuyor. Avro Bölgesi kurtarma fonu EFSF’nin (Avrupa Finansal İstikrar Fonu) Başkanı Klaus Regling, Çin’in EFSF’ye yatırım yapması için müthiş bir çaba içinde. EFSF’nin, Çin’in istemesi halinde yuan cinsinden tahvil ihraç edebileceğini belirten Regling, Çinli yetkililerin onay vermesi halinde zor olsa da bunu düşünebileceklerini söyledi. Avrupalı liderler, EFSF’nin, birincil piyasada Avro Bölgesi tahvillerini satın alacaklara garanti vererek ya da Çin ve Brezilya’nın da arasında bulunduğu bazı ülkelerden fon sağlamak için oluşturulacak özel amaçlı yatırım aracı SPIV yoluyla büyütülebileceğini düşünüyorlar.
AB ekonomilerindeki kötüye gidişi fırsat bilen Çin, durumdan vazife çıkarmakta gecikmedi. Avrupa’ya yardıma hazır olduklarını söylemekte birlikte mesafeyi korumalarının altında, yapacakları yardım karşılığında almak istedikleri ticari imtiyazlar yatıyor. Özellikle, pazar ekonomisi statüsünün tanınması konusunda ısrarlılar. Bu statünün tanınması halinde Çin, damping suçlamalarından da kısmen kurtulacak. Dünya Ticaret Örgütü’nde başı sürekli serbest ticaret kuralları ihlal ettiği için derde giren Çin’in, bu yardımları karşılığında hatırı sayılır bir jest bekleyeceği aşikâr. Belli kota ve tariflerle Avrupa pazarının kapılarını zorlayan Çin, daha önce Yunanistan ekseninde ilerleyen krizle ilgili, “En büyük ticaret ortağımız AB’deki krize kayıtsız kalamayız ama bizden, borçlu ülkelerin kurtarılması beklenmesin” açıklaması yapmıştı. Şimdi, işin boyutları değişti. Devreye Almanya ve Fransa daha güçlü şekilde girdi. ABD yönetimini gevşek para politikası uygulayarak doların değerini düşürmekle suçlayan Çin’in, kendi açısından güçlü bir Avrupa ve avro istemesi çok doğal. Çin, şimdilik, kurtarma fonunu genişletme planının detaylarının ortaya çıkmasını bekleyeceğinin açıklayarak, temkinli durduğunu gösterdi. Asıl merak konusu, Avrupa borç krizinde daha fazla rol alması beklenen Çin’in Avrupa’dan hangi imtiyazları koparacağı olacak.
Dünya artık bir sistem ve hak kavgasına doğru gidiyor. Bunun en çarpıcı örneği de Amerika’da yaşanıyor. Bir ayı aşkın bir süredir dünyanın en sembolik finans merkezinde “Biz yüzde 99’uz, bizi sömüren yüzde 1’e karşıyız” sloganı altında birleşen gruplar bir dizi protesto eylemi gerçekleştiriyor. ABD’de başkanlık seçimlerine bir yıl kala, eylemler Amerika’nın bütün şehirlerine dalga dalga yayılıyor. “Wall Street’i İşgal Et” adı altında toplanan bu sivil girişim, gelir dağılımındaki adaletsizliğe dolayısıyla zenginlere, finans kesiminin bonuslarla daha da şişkinleşen maaşlarına, topyekûn mali yapıya, borsaya, bankalara, serbest piyasa ekonomisine, adaletsizliği böylesine açığa çıkmış bir sisteme daha fazla boğun eğmemeye karar verdi. Dünyada olup biteni çok daha fazla takip eden, çok daha fazla bireyselleşmiş, haklarının ve özgürlüklerinin daha fazla farkında olan bu kitlelerin baş kaldırması aslında şaşırtıcı değil. Bizler Türkiye’de kendi içsel ve bölgesel dertlerimizden bir türlü başımızı alamamamızın da etkisiyle sadece Türk’ün Türk’e propangadasıvari söylemlerle “krizden etkilenmedik” plağını tekrar tekrar çalıyoruz.
Avrupa’da ve ABD’de başgösteren eylemlerde, en fazla seslendirilen “adil bir ekonomi” talebi. Mevcut yapıya, insanın değersizleştirilerek yerine doymak bilmeyen kazanç ve kar hırs konmasına daha fazla razı olmayan gruplar artık sokaklara döküldü. Katılımcılar arasında Başkan Barack Obama ve hükümetinin ekonomik politikalarını sorgulayanların, çevrecilerin, küresel ısınma karşıtlarının, sendikaların bulunması durumu iyice ilginçleştiriyor. Bu, artık Amerikan rüyasının da sonuna geldiğimize işaret ediyor. Temelde, yoksullaşan orta sınıfın bugünkü krize sebep olmadığında, dolayısıyla krizin bedelini de bu toplumsal kesimlerin ödememesi gerektiğinde birleşiyorlar. Son dere haklılar. Zira geçen hafta İsviçre bankası Credit Suisse tarafından bu haklılığı ortaya koyan son derece çarpıcı bir rapor yayımlandı. Küresel yetişkin nüfusun yüzde 8,7’si küresel servetin yüzde 82,1’ine sahip. Bankalardaki mevduatlar, menkul kıymetler, finansal varlıklar ve gayrimenkuller bu servetin hesaplamasına dahil ediliyor. Tabloda başka neler var? Ocak 2010 ve Haziran 2011 arasındaki dönemde toplam küresel refah yüzde 14 artışla 231 trilyon dolar olmuş. Bu 231 trilyon doların yüzde 38,5’i, serveti bir milyon doların üzerinde olan aşağı yukarı 30 milyon kişinin elinde bulunuyor. Bu sayı, dünyanın yetişkin nüfusunun sadece binde 6’sına denk geliyor. ABD’nin, 2016’da toplam hanehalkı refahı bakımından 81 trilyon dolarla ilk sırada yer almaya devam etmesi beklenirken, Çin’in aynı yılda toplam hanehalkı refahını ikiye katlayarak 39 trilyon dolara çıkarması ve Japonya’yı geçerek ikinci sıraya yerleşmesi öngörülüyor. ABD, 233 milyon yetişkinin sahip olduğu 58,1 trilyon dolarla küresel ligde birinci sırada oturuyor. Yetişkin başına ortalama servet 248 bin dolar. Küresel olarak bakıldığında, serveti bir milyon dolardan fazla olan kişilerin yüzde 34’ü ABD’de yaşıyor ve sayıları 10 milyonun üzerinde. Rapor, çarpıcı gerçekleri bir bir sıralarken, zenginin malı yoksulun ve orta sınıfın çenesini daha çok yoracak gibi görünüyor...
Troyka Atina’ya yerleşmeye kararlı
Gelelim komşu Yunanistan’a. Avrupa’nın, ekonomisini kurtarmak için milyarca avro para döktüğü ancak istediği gelişmeyi de bir türlü göremediği Yunanistan için bir süre önce dillendirilen bir nevi Düyun-u Umumiye modeli gerçek olabilir. 19’uncu yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı, dış borçlarını ödeyemeyince alacaklılarıyla anlaşma yoluna gitmiş, devletin vergi toplama ve alacaklılara ödeme görevi, İngiliz, Hollandalı, Alman, Fransız, İtalyan üyelerden oluşan Düyun-u Umumiye’ye verilmişti. AB, IMF ve Avrupa Merkez Bankası yetkililerinden oluşan Troyka Heyeti’nin son incelemeler sonrası yazdığı rapor tahmin edileceği üzere hiç iç açıcı değil. Rapor, Yunanistan’ın borcunun uzun vadede sürdürülebilir olması için bu ülkenin tahvillerini elinde bulunduran özel kesimin bu tahvillerde yüzde 60 kadar kaybı göze alması gerebileceğine işaret ediyor. AB’nin 21 temmuzda düzenlediği zirvede, Yunan tahvillerini elinde bulunduran bankalar ve finansal kuruluşlar, Yunanistan’ın borcunu yüzde 21 oranında silmeyi kabul etmişti. Bugünlerde Avrupa’da yapılacak zirvelerde alınacak son derece kritik kararlar merak konusu. Bu arada, To Vima gazetesinde yer alan bir habere göre, üç ayda bir Atina’ya incelemeler için gelen Troyka heyetinin sürekli denetleme yapabilmek için bir bina istedikleri belirtiliyor. Troyka, işi sıkıya almakta epey kararlı olmalı ki, sadece bina değil aynı zamanda gayrıresmî bir Troyka Bakanlığı’nın da kurulmasını istemiş. Avrupa’da da süreç “parayı verenin düdüğü çaldığı” bir döneme doğru hızla ilerleyecek gibi...